Antik Yunanca’da söz’e karşılık gelen üç ayrı kelime var: Mythos, Epos ve Logos . Mythos ilkçağda antik tiyatrolarda bir şairin/şarkıcının anlattığı/sahnelediği gerçek olmayan hayal mahsulü masallara verilen ad idi. Epos ise daha çok edebi diyebileceğimiz masalların belirli bir düzende söylendiği biçime verilen addı. Ama logos bunlardan çok farklı olarak doğal olayların gözleme dayalı hakikatle bağlantısının çok güçlü olduğu sözlerdir.
Belki de “logos” u ilk insanlar da kullanıyordu. Logos her şeyden önce insanın çıkardığı anlamlı seslerin bir sisteme yani bir sentaks ve semantiğe dönüştüğü zamanlardan bu yana vardı. Dil ailelerinin oluşma sürecinde bilinenler arasında en kadim olanı “Sanskrit”’in kuzey Hindistan yörelerinde oluşmaya başladığı söylenir. Sanskrit dili MÖ. Bin beş yüz yıllarına tarihleniyor. Bu bölgede bilinen en eski dil aslında Antik Çince olarak biliniyor. Oysa ondan önce Sümerce var, Fenikece var, Antik Yunanca var, İbranice var. Daha da olduğuna eminim. Bugün dünyada konuşulan on bine yakın dilin nasıl oluştuğu, kökenlerinin ne olduğu “dil tarihçileri” nin işi. Bir alıntı yaparak açıklamaya çalışalım.
Ama bir de logos vardı. Onun sözcüğünü başta Herakleitos olmak üzere İonya düşünürleri eski deyimiyle “physiologoi”, yani doğa bilginleri yapmıştır. Onlara göre logos gerçeğin insan sözüyle dile gelmesidir. Logos bir yasal düzeni (Ritos) yansıtır, insanın bedeninde ve ruhunda bir logos bulunduğu gibi, evrenin ve doğanın da ritos’u ve logos’u vardır. Logos insanda düşünce, doğada ise ritos gibi kanundur, her yerde ve her şeyde vardır. İnsanların çoğunluğu için ortak ve tanrısaldır. Logos’u bulmak, sırlarını göz önüne sermek, insan sözüyle dile getirmek düşünürün asıl ödevidir. Logos kavramıyla açılan bu çığır dosdoğru bilime varmış, öyle ki logos-logia bugün herhangi bir araştırma dalında bilgini ve bilimi dile getirmek için kullanılan birer ek olmuştur.” Azra Erhat, Mitoloji sözlüğü
Logos’u böyle anlatmak da mümkün, başka türlü de. Türkçe karşılığını aramak kavramı aydınlatmaya götürebilir bizi. “Söz” diyoruz, “laf” diyoruz, eski dilde İslami bir kavram olan “kelam” diyoruz. İslam’da kelam “itikadi” yani inanç temelli bir daldır. Burada konumuz İslam olmadığı için detayına girmiyoruz. Kısaca genel felsefenin alanına giriyoruz. Zaten mythos’dan logos’a geçiş süreci de antik Yunan (Grek) felsefesinin doğumunu ifade eder. Burada tanınması gereken iki düşünür öne çıkar. Birincisi Homeros ikincisi de Platon ve öğrencisi Sokrates.
Homeros’un iki ünlü eseri bilinir. İlyada ve Odysseia. Bu iki büyük eser batı düşünce dünyasının erken dönem temel taşlarından sayılır. Yaklaşık MÖ. sekizinci asıra tarihlenir. İlyada, MÖ. On ikinci yüzyılda Akhalarla Troyalıların on yıl süren savaşının son dört gününü anlatır. On beş bin diziden oluşan yirmi dört bölümlü destanın adı Troya’nın eski adının İlios olmasından ötürü İlyada olarak bilinmektedir. Bu destan hakkında bir çok görüş vardır. İlki bu destanın yüzyıllar boyunca kulaktan kulağa anlatılan ve her anlatanın bir şeyler kattığı sözlü bir eserin Hemeros adlı bir şair tarafından yazıya (epos) geçirilmesidir. Bir çok kişi antik kentleri gezerken görkemli tiyatro binalarını meraklı gözlerle biraz da farkında olmadan süzer. Sormaya da çekinir. Acaba bu tiyatro yapıları neden inşa edilmiştir? Nasıl bir ihtiyaçtan doğmuştur. Batı Anadolu antik kentlerindeki bir çok tiyatro yapımına Helenizasyon[1] döneminde başlanan (MÖ.altıncı asır) yıllar boyunca genişletilip geliştirilip süslenen kamu yapıları çok önemli bir görevi ifa ediyorlardı. Kent yaşamının en önemli farklarından biri olan tiyatrolarda “tragedya”[2] adı verilen oyunlar sahneleniyordu. Bu oyunların ana temaları “mythos” lardan yararlanılarak tragedya yazarları tarafından epos haline getirilip sahneye uyarlanıyordu. Kent insanı tiyatrolarda sahnelenen oyunları izlemek için birbiriyle yarış ediyordu. Mythoslar arasında Troya savaşı, Aşil’in acısı, Odysseus’un serüvenleri gibi destanlar olduğu kadar tanrıların yaşam serüvenleri içerikli olanlar da vardı; tanrıların savaşları, aşkları en popüler konulardı. Kurgu olmayan gerçeklere dayanan oyunlar hiç beğenilmiyordu. Seyirci daha çok mythoslardan uyarlanan oyunları seyretmek istiyordu. Her kent devletinin tragedya yazarları o kenti koruyan tanrılarla ilgili kurmaca seyicinin hoşuna gidecek efsaneler yaratıyor civar kent tanrılarıyla kurmaca serüvenler yaratıyor ve sahneliyordu. İşte antik Yunan kentlerinde uzunca bir dönem mythos’lar yaratıldı, eposlar üretildi. Bu mytoslar öylesine çoğaldı ki kimsenin içinden çıkamayacağı bir hal aldı.
Mythoslar ve tragedyalar tüm Akdeniz bölgesinde yaşayan halkların ortak kültür mirasıdır. İlyada destanında Homeros İyonyalı olmasına rağmen Akhaları, Aşil ve Agamemnon’u ön plana çıkarmak zorunda kalmıştır. Oysa Homeros’un esas kahramanı Troyalı Hektor’ dur. Siyasi nedenlerle galipler safında yer almak zorunda kalan Homeros gibi bir çok tragedya yazarı da Akalar[3] (Mikenler) safında yer almıştır. Akhalar’ın sahip oldukları toprakları daha sonra Dorlar[4] istila etmiştir. Dor’lar tüm Yunanistan ve Ege kıyılarını istila etmiş Miken uygarlığına sonlandırmışlardır. İlkçağ tarihini detaylı olarak incelemek gerekir. Ege denizi ve onu kuşatan topraklar istilalarla doludur. Farklı yönlerden gelen kabileler bazı uygarlıkları sonlandırmış, kendi uygarlıklarını kurmuşlardır. Burada önemli olan geçiş dönemlerinde ne olduğunu anlamaktır. Efsaneler bu kültür geçişlerini tanrılar üzerinden anlatır. Her efsane ağızdan ağıza değişerek anlatılır. Artık neyin gerçek neyin hayal olduğu anlaşılmaz hale gelir. Rasyonel (akılcı) ve irrasyonel (akıldışı) olanın tespit edilmesi basit bir işlem değildir. Mithoslarda işlenen konular ruhun ölümsüzlüğü, aşk, tanrıların insanların kaderlerini etkilemeleri, vb. günlük gerçeklerle bağdaşmayabilir. Zaten antik Yunanca “legein” söylemek kavramından türetilen logos’un hangi süreç içinde bir kavram olarak ortaya çıktığı da kesin olarak bilinmiyor. Bu kavramın ortaya ne zaman çıktığı bir tartışma konusu. Logos kavramı üzerinde en fazla duran düşünür Herakleitos’dur. Ephesos’ da doğup yaşayan (Efes) Herakleitos’un MÖ.540-480 yılları arasında yaşadığı tahmin ediliyor. Asil bir ailenin en büyük oğlu olarak doğmuş ama aile servetini küçük kardeşine bırakarak tüm asilleri şaşırtmıştır. Eserleri bilgi düzeyi düşük kimseler için bulmacalarla doludur. Pasif ve kolaya kaçan okuyucu onun eserlerini okuyamaz. Bunda Herakleitos’un insanlara bakış açısının da büyük bir rolü vardır. Cahil ve farkındalığı düşük olanı hor gören ve eleştiren Herakleitos’un logos kuramı büyük ölçüde doğadaki değişim olgusunun gerçekleriyle alakalıdır. Logos öğretisini aynı zamanda ideal bir insan yaşamı için de teorik temel hâline getirmeye çalışmış, böylece teori ile yaşam pratiğini özdeşleştirmeyi amaçlamıştır.
“Herakleitos, insanları, bilgisel durumları bakımından ikiye ayırır; anlamasını bilenler ve bilmeyenler. Anlamasını bilenler araştırıcı kişilerdir. Diğerleri ise sağır gibidirler. İşitseler bile anlamazlar. Ona göre insanların büyük çoğunluğu evrendeki ilahi yasayı görememektedir. Bunun temel sebeplerinden biri de bedensel hazları fazla önemsemeleridir. Bu tür insanlar üç gruba ayrılır. Birinci gruptakiler her lafa ağzı açık bakan budalalar. İkinci gruptakiler tanımadıklarına havlayan köpekler, yani her yeniliğe itiraz edenler. Üçüncü gruptakiler ise Yunan dünyasının başlıca şairleri ve filozoflarıdır. Herakleitos öğretisine göre insan gelenekten ve duyulardan edindiği bilgileri aktif biçimde sorgulayıp anlamlandırarak bilgeliğe erişebilir. Bilgeliğin temel amacı da evrende hüküm süren “logos yasası”nı anlamak ve ona göre yaşamaktır. Bu yasa duyusal ya da geleneksel bilgi kaynaklarıyla edinilebilecek bir bilgi değildir. Ancak insanın kendi aklını aktif biçimde bilgi sürecine katmasıyla elde edilebilir.”[5]
Herakleitos’dan söz açılmışken antik çağ filozoflarını gözden geçirmekte fayda var. En bilindik isimler; Platon, Thales, Sokrates, Pisagor, vb. ilk akla gelenler. MÖ. 550 yıllarından itibaren ilk eserler ortaya çıkmaya başlar. Mythos ‘dan logos’a geçiş süreci de bu filozofların düşünceleriyle gerçekleşir aslında. Felsefe tarihi alanına girmek gibi bir niyetimiz olmadığı için logos kavramının oluşum sürecinde kilit rol oynayan antik çağ filozoflarının ortaya koyduğu düşüncelere değineceğiz. Burada en önemli ayırım Mithos kavramının nasıl anlaşıldığı ile ilgilidir. Mithos bir hayal ürünü, bir kurgu olabilir; yarı tanrıların, tanrıların veya peygamberlerin yaşamını anlatan masallar da olabilir, onların sözleri de olabilir. Mithosları nakleden kişi bir tiyatroda sahne alabilir ya da bir köy kahvesinde saz çalarak şarkı söyleyebilir. Mit hiçbir zaman var olmamış, olamayacak olan da olabilir. Ozanlar ve şairler yani kamusal alanda bu masalları edebi bir düzende (epos) şiir veya şarkı tarzında sunabilen sanatçılar bu mithosları kurgulayarak naklediyorlardı. Zaman içerisinde mithoslar o kadar çoğaldı ve çeşitlendi ki kimsenin içinden çıkamayacağı bir hal aldı. Bugün mitoloji adını verdiğimiz tanrıların kurmaca masalları kolay kolay çözülemeyen bir hal almış durumda. Binlerce tanrı ve on binlerce masal kimisi yazılı kimisi sözlü.
Her kültür kendi mithoslarını yaratıyor. Dünyanın hemen hemen her yerinde yani insanın olduğu her yerde kültürel gelişmeyle paralel olarak “inanç” da gelişmiş. Bir çok yerde tanrılar “panteonu” oluşmuş. Doğudan batıya, kuzeyden güneye her yerde inanç olan her yerde mithoslar da var. Nedense ilk akla gelen Yunan mitolojisi oluyor. Bu da batı uygarlığının Yunan ve Roma kültürü üzerine inşa edilmesinden ötürü. Tek tanrılı soyut dinlerin ortaya çıkışıyla birlikte ve özellikle Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyanlığı resmi din olarak MS. 379 yılında tanımasından sonra çok tanrılı dinler yasaklanmıştır.[6] Bu da mitolojiler devrinin kapanıp yeni bir dinin tüm batı dünyasını etkisi altına almasıyla sonuçlanmıştır. Mitolojik masalların yerini Hıristiyan kilisesi masalları almıştır. Pagan dünyanın Hıristiyan dünyasına dönüşümü logos marifetiyle değil güçlü krallar vasıtasıyla olmuş koyu bir taassuba yavaş yavaş sürüklenen krallar Hıristiyanlığı zorla kabul ettirme yoluna girmişler ve dini taassubu özellikle engizisyon dönemlerinde siyasi baskı aracı olarak kullanmışlardır. Hıristiyan taassubu da konumuz dışındadır. Hıristiyanlığa bir tepki olarak Arap yarımadasında doğan İslam dini de aynı yöntemleri uygulamıştır.
Batı Anadolu kent devletlerinde Miletos, Ephesos, Priene, Xantos, vb. doğup gelişen mithosların ve bu mithoslara tepki olarak felsefecilerin ortaya koydukları logos kavramı her şeyden önce gözleme dayanan gerçeklere eğilen sayıları oldukça fazla olan bir grup entelektüelin başarısıdır. Zamanın en önemli düşünce merkezlerinden biri İskenderiye idi.
Neden İskenderiye?
Bunun nedenini bulmak için MÖ. 700 yıllarına gitmek gerekiyor. Mısır dört bin yıllık tarihiyle ve bilgi birikimiyle dünyanın bir çok yöresinden gelen filozofların “inisiye” edilerek eğitildiği bir merkezdi. Osiris rahiplerinin yöntemiyle dünyanın dört bir yanından gelen adaylar “inisiye edilerek ”[7] uzun bir sürede matematik, retorik, tıp, felsefe, mantık, filoloji, astronomi gibi alanlarda ders görüyorlardı. Doğu Akdeniz liman kentleri, Batı Anadolu, Atina ve İskenderiye arasında bir bilgi ve eğitim köprüsü oluşturulmuştu.[8] Örneğin Miletos yetiştirdiği felsefecilerle antik dünyada önemli bir yere sahip olmuştu. Kimdi bu felsefeciler? İyonya Felsefe Okulu ne zaman kuruldu?
Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes gibi filozoflar Miletos’lu filozoflar olarak önemli bir prestije sahip olmuşlardı. Miletos varlıklı ailelerin felsefe öğrenmek isteyen çocuklarıyla dolup taşıyordu. İşte okul böyle kuruldu. Thales ‘in MÖ. 585 yılında meydana gelen güneş tutulmasını hesaplayarak herkesi şaşırttığı söylenir. Thales hakkında bir çok rivayet vardır. Bunlardan biri de zeytin ve üzüm rekoltesiyle ilgili yaptığı tahminlerde yanılmadığı ve çok para kazandığıdır. Bir ticaret metropolü olan Miletos çok zengin bir metropoldür ve çağın en önemli düşünürleri ve sanatçılarının toplandığı bir yerdir. Mimari ve heykeltıraşlık alanlarında önemli eserlere imza atan sanatçılar Miletos’da iş bulma olanağına kavuşmuşlardır. Thales Babil’de astronomi, Karnak’ta Osiris Mabedinde ise geometri öğrenimi görmüştür. Neyin var olduğunu sorgulaması ve var olan şeylerin listesini çıkarmasıyla ünlenmiştir. Var olanı sorgulaması o dönemde mithos dışı, gözleme dayalı bir logos çalışması olarak değerlendirilmiştir. Thales’e göre, evrenin asıl maddesi sudur; her şey sudan gelir ve suya döner. Dünya, “okeanos” denilen dev bir su kütlesi içinde yüzen, düz bir tepsidir. Anaksimandros ise, dünyanın sıcak ile soğuğun birleşmesinden doğduğunu savunur.
Miletos bugünkü idari yapı içerisinde Aydın ili sınırlarında bulunmaktadır. Menderes nehri ağzında kurulması nedeniyle yıllar içinde alüvyonlarla kapanan limanı kentin öneminin azalmasına neden olmuştur. Menderes (Meanderos); taşıdığı malzemeyle, sahil şeridinin yılda ortalama 6 metre kadar denize doğru ilerlemesine neden olmuş. Böylece, klasik dönemde Latmos Körfezi’nin ağzında bir sahil kenti olan Miletos, zamanla denizden 10 km içeride kalmış. Bir zamanlar kentin karşısında bulunan Lade Adası, bugün ovanın ortasında bir tepeye; Latmos Körfezi ise, Latmos (Bafa) Gölü’ne dönüşmüştür. Yine Mithoslara dayanarak anlatıldığına göre Miletos MÖ. 800 yıllarında bölgenin en zengin kent devleti olması itibariyle Lidya krallığının gözünü diktiği bir yerdi. On yıl kadar süren Miletos Lidya savaşının sonunda Kral Alyattes liderliğindeki Lidyalılar kazandılar. Kenti yağmalayan paralı askerler( Büyük bir olasılıkla Miken ya da Dor paralı askerleri) Miletosluların göz bebeği ünlü Minerva(Athena) Assesiene tapınağını ve Miletos kütüphanesini ateşe verdiler. Lidya kralı Alyattes savaştan sonra Sardes’e döndüğünde hastalanmış yatağa düşmüştür. Bu hastalığa kahinler Minerva’nın laneti olarak teşhis koymuşlar ve ünlü kahin Pitye eğer yakılan tapınağı onarırsa hastalığının geçeceğini söylemiştir. Söylentiye göre Alyattes tapınağı tamir ettirmiş ve hastalıktan kurtulmuştur. Miletoslu Hippodomos ızgara tipi şehir planlamasını keşfetmiştir. Kent planlamasında günümüzde de kullanılan bu yöntem şehir planlamacılığının ilkçağda ne kadar gelişmiş olduğunu göstermektedir.
Biz dönelim mithos yazarlarına. Homeros iki şaheseriyle liste başıdır ama Yunanlı olması Romalı yazarlar tarafından bir eksiklik gibi gösterilmeye çalışılır. Örneğin Romalı ünlü şair Ovidius. Yunanlı yazarları yalancılıkla ve düzenbazlıkla suçlar. Hesiodos ve Pindaros gibi tragedya yazarlarını yalancılıkla itham eder. Oysa bu Ynanlı tragedya yazarları hiç şüphesiz tragedya türünü yüzlerce eserle taçlandırmışlardır. Ovidius’un bu böbürlenmeleri üst perdeden atıp tutmaları hiç te hoş karşılanmaz. Mitoloji konusunda Ovidius’u referans gösterenler de eleştirilir. Hesiodos adlı tragedya yazarının “teogonia” adlı eseri tanrılar panteonunun nasıl oluştuğunu anlatan örnek bir mithos örneğidir.
Yunan mitolojisinin ana teması yaradılış hikayesidir. Yunan inanışına göre evreni tanrılar yaratmadı. Evren khaos’dan doğdu. Khaos’dan yeryüzü Gaia doğdu. Gaia Uranüs’ü gökyüzünü doğurdu. Sonra titanlar doğdu. On iki titan. Altısı erkek altısı dişi: Okeanos, Koios, Krios, Hyperion, İapetos, Kronos, Theia, Rhea, Mnemosyne, Phebe, Tethys, Themis. Evrenin çocukları titanlar, titanların çocukları da tanrılardı. Yani tanrılar evrenin torunları idi. Titanlar kötüydü. En büyük titan Kronos, yani Zeus’un babası kendi çocuklarını yutuyordu.
Zeus devlerin yardımıyla titanları öldürür ve Olimpos’un baş tanrısı olur. Olympos’a Mevsimler’in koruduğu, bulutlardan meydana gelmiş, büyük bir kapıdan geçilerek girilirdi. İçeride tanrılar oturur, uyur, ambrosia yiyip nektar içer, Apollon’un lirini dinlerlerdi.
Homeros’a göre on iki Olimpos tanrısı şöyledir:
Titanların çocukları olan kardeşler:
1) ZEUS (JÜPİTER), başkan.
2) POSEIDON (NEPTUNUS), Zeus’un erkek kardeşi.
3) HADES, öteki adı PLÜTON, Zeus’un erkek kardeşi.
4) HESTIA (VESTA), Zeus’un kız kardeşi.
5) HERA (IUNO), Zeus’un karısı.
6) ARES (MARS); Zeus ile Hera’nın oğlu.
7) HEPHAISTOS (VULCANUS), Hera’nın oğlu, Zeus’un oğlu olduğu da söylenir.
Zeus’un çocukları:
8) ATHENA (MINERVA).
9) APOLLON.
10) APHRODITE (VENÜS).
11) HERMES (MERCURIUS).
12) ARTEMIS (DİANA).[9]
Mithos’dan epos’a oradan da logos’a geçişin hiç te kolay olmadığını söylemiştik. Yüz yıllar süren bir oluşum beraberinde bir çok şey getiriyor. Tragedyalar bu oluşumun epos ayağını oluşturuyor. Bugünkü film , TV endüstrisi neyse antik çağda tragedyalar da oydu. Hiç kimse antik çağdaki tiyatroların sosyal işlevini inkar edemez. Roma döneminde durum zaman içinde değişecekti. O tragedya sahnelenen bütün tiyatrolarda gladyatör dövüşleri, kölelerin vahşi hayvanlara parçalatılması gibi şiddet gösterileri düzenlenmeye başlandı. Neredeyse bin yıl süren tragedya kültürü elli yıl içinde şiddete dönüyordu. Nedenleri mutlaka kültürel olarak izah edilebilir ama hiç kimse tragedya kültürünün yok olduğunu düşünmesin.
Miletos’da MÖ. Sekizinci asırdan itibaren başlayan “Arkhe”[10] tartışmaları Thales’in ve Heseidos’un çalışmalarıyla hız kazanmış kısa sürede tüm İyonya felsefe okullarına yayılmıştır. Bu çalışmalar bilimsel düşüncesin başlangıcı kabul edilmektedir.
——————————————————————————————————-
[1] MÖ. Yedinci asırdan itibaren Anadolu’nun batı kıyılarında başlayan Hellen etkisinin (kültürel ) yıllar içinde giderek artması ve o coğrafyadaki kent devletlerinin ahalisini etkisi altına alması sürecine verilen ad.
[2] Tragedya kelime anlamı olarak “Keçinin türküsü” anlamına gelmektedir. Keçi kostümü giyen koro elemanlarının söyledikleri şarkılar nedeniyle bu ad verilmiştir.
[3] M.Ö. 2000’li yıllardan itibaren savaş arabalarına binen ve bireysel atılganlık ve yiğitlikleriyle ünlü Akhalar, Tuna boylarından gelerek tüm Yunanistan’ı, Girit adasını ve Ege adalarını işgal etmişlerdir. Bu halk, M.Ö. 1190 yılında diğer “deniz kavimleri” ile birlikte Mısır’a yönelmiş ama geri püskürtülmüştür. M.Ö. 1184 yılında aynı halk, Çanakkale Boğazı yakınlarındaki eski bir Hitit kolonisi olduğu sanılan Troya kentine saldırarak buradaki uygarlığı yıkmıştır.
[4] M.Ö. 1150 yılında Dor kabileleri kuzeyden gelerek tüm Yunanistan’ı ve Akha Uygarlığı’nın başkenti Mykenai’yi yıkarak Yunan Uygarlığı’nın öncüsü konumuna yükselmişlerdir. Sparta kenti bu kabileler tarafından kurulmuştur. Bu kabileler demiri kullanmayı bildiklerinden buraların eski sahibi olan ve tarım yapan uygarlılara boyun eğdirebilmişlerdir. Dor kabilelerini İyon ve Eoller izlemişlerdir. İyon kabileleri Orta Yunanistan’a gelerek Atina şehrini kurdular oradan Attika yarımadası ve Ege adaları yoluyla Anadolu’nun Güney batısı’na yerleşerek buralardaki yarımadalarda ve savunulması kolay yerlerde şehir-devletler (polis) kurmuşlardır.
[5] http://www.felsefe.gen.tr/herakleitos_kimdir.asp
[6] Roma İmparatorluğu, İmparator I. Konstantin ve Licinius döneminde ortak bir karar alarak, 313 yılında Milano Fermanı’nı ilan etti. Bu ferman ile Hristiyanlığa karşı hoşgörüyle bakılmış ve hoşgörü kurumsallaştırılmıştır. Kaynağının göklerden geldiğini iddia eden din, böylelikle daha popüler bir hal aldı. Ardından 379 yılında İmparator I. Theodosius tarafından Hristiyanlık, Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olarak ilan edilmiştir. Eski Roma geleneğinin dini Paganizm, yasaklanmıştır.
[7] İnisiye: Ezoterik yapılarda adayların belirli testlerden geçirildikten ve nefislerini terbiye ettikten sonra eğitilmeye hazır hale gelmeleri. Bilgi inisiyelere (Aydınlanmış olan) belirli fasılalarla ve kademeler halinde verilirdi. Mısır’daki Karnak tapınım merkezi dünyanın en büyük tapınağı olma yanında binlerce öğrenci yetiştiren ezoterik bir okuldu.
[8] Miletos, İonia’nın Ege denizine açılan, Yakın Doğu’nun eski, köklü ve uygar ülkeleri ile yapılan ticaretin merkezi, hareketli bir liman kentidir. Miletos’luların kadim Mısır ve Bâbil öğretilerine nüfûz edebilme imkânları felsefenin bu kentte var olmuş olmasını izâh edebilmektedir. Miletos Okulu olarak da isimlendirilen, Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes, varoluşun sistematiği ile değişim üzerinde düşünerek, çeşitli, ama benzer teoriler geliştirmişlerdir. Prensip itibariyle, Doğa’da mevcut her şeyin bir tek öz maddeden oluştuğu görüşündedirler. Bu inanca dayanarak, önce “doğa”nın (Physis) varlık bulduğunu öne sürmüşlerdir.
[9] Kaynak: Edith Hamilton, Mitologya, Ülkü Tamer çevirisi, Varlık Yayınları,
[10] Başlangıç, her şeyin ana maddesinin yani temel elementin ne olduğu arayışı. Bu bağlamda dört element (ateş, su, toprak, hava) üzerinde araştırmalar yapan felsefecileri de unutmamak gerekir.