Belki de “logos” u ilk insanlar da kullanıyordu. Logos her şeyden önce insanın çıkardığı anlamlı seslerin bir sisteme yani bir sentaks ve semantiğe dönüştüğü zamanlardan bu yana vardı. Dil ailelerinin oluşma sürecinde bilinenler arasında en kadim olanı “Sanskrit”’in kuzey Hindistan yörelerinde oluşmaya başladığı söylenir. Sanskrit dili MÖ. Bin beş yüz yıllarına tarihleniyor. Bu bölgede bilinen en eski dil aslında Antik Çince olarak biliniyor. Oysa ondan önce Sümerce var, Fenikece var, Antik Yunanca var, İbranice var. Daha da olduğuna eminim. Bugün dünyada konuşulan on bine yakın dilin nasıl oluştuğu, kökenlerinin ne olduğu “dil tarihçileri” nin işi. Logos kelime kökeni olarak Antik Yunanca. Antik Yunanca’da söz’e karşılık gelen üç ayrı kelime var: Mythos, Epos ve Logos[1]. Mythos o dönemde Antik tiyatrolarda bir şairin/şarkıcının anlattığı gerçek olmayan hayal mahsulü masallara verilen ad idi. Epos ise daha çok edebi sözler idi. Ama logos bunlardan çok farklı olarak hakikatle bağlantısının çok güçlü olduğu sözlerdir. Bir alıntı yaparak açıklamaya çalışalım.
“Ama bir de logos vardı. Onun sözcüğünü başta Herakleitos olmak üzere İonya düşünürleri eski deyimiyle “physiologoi”, yani doğa bilginleri yapmıştır. Onlara göre logos gerçeğin insan sözüyle dile gelmesidir. Logos bir yasal düzeni yansıtır, insanın bedeninde ve ruhunda bir logos bulunduğu gibi, evrenin ve doğanın da logos’u vardır. Logos insanda düşünce, doğada kanundur, her yerde ve her şeyde vardır, ortaklaşa ve tanrısaldır. Logos’u bulmak, sırlarını göz önüne sermek, insan sözüyle dile getirmek düşünürün asıl ödevidir. Logos kavramıyla açılan bu çığır dosdoğru bilime varmış, öyle ki logos-logia bugün herhangi bir araştırma dalında bilgini ve bilimi dile getirmek için kullanılan birer ek olmuştur.” Azra Erhat, Mitoloji sözlüğü
Logos’u böyle anlatmak da mümkün, başka türlü de. Türkçe karşılığını aramak kavramı aydınlatmaya götürebilir bizi. “Söz” diyoruz, “laf” diyoruz, eski dilde “kelam” diyoruz. Kısaca felsefenin alanına giriyoruz. Zaten mythos’dan logos’a geçiş süreci de antik Yunan (Grek) felsefesinin doğumunu ifade eder. Burada tanınması gereken iki düşünür öne çıkar. Birincisi Homeros ikincisi de Platon.
Homeros’un iki ünlü eseri bilinir. İlyada ve Odisseia. Bu iki büyük eser batı düşünce dünyasının erken dönem temel taşlarından sayılır. Yaklaşık MÖ. sekizinci asıra tarihlenir. İlyada, MÖ. On ikinci yüzyılda Akhalarla Troyalıların on yıl süren savaşının son dört gününü anlatır. On beş bin diziden oluşan yirmi dört bölümlü destanın adı Troya’nın eski adının İlios olmasından ötürü İlyada olarak bilinmektedir. Bu destan hakkında bir çok görüş vardır. İlki bu destanın yüzyıllar boyunca kulaktan kulağa anlatılan ve her anlatanın bir şeyler kattığı sözlü bir eserin Hemeros adlı bir şair tarafından yazıya geçirilmesidir. Bir çok kişi antik kentleri gezerken görkemli tiyatro binalarını meraklı gözlerle biraz da anlamadan süzer. Sormaya da çekinir. Acaba bu tiyatro yapıları neden inşa edilmiştir? Nasıl bir ihtiyaçtan doğmuştur.
Batı Anadolu antik kentlerindeki bir çok tiyatro yapımına Helenizasyon döneminde başlanan (MÖ.üçüncü asır) yıllar boyunca genişletilip geliştirilip süslenen kamu yapıları çok önemli bir görevi ifa ediyorlardı. Kent yaşamının en önemli farklarından biri olan tiyatrolarda “tragedya” adı verilen oyunlar sahneleniyordu. Bu oyunların ana temaları “mythos” lardan yararlanılarak tragedya yazarları tarafından sahneye uyarlanıyordu. Kent insanı tiyatrolarda sahnelenen oyunları izlemek için birbiriyle yarış ediyordu. Mythoslar arasında Troya savaşı, Aşil’in acısı, Odysseus’un serüvenleri gibi destanlar olduğu kadar dini içerikli olanlar da vardı; tanrıların savaşları, aşkları en popüler konulardı. Kurgu olmayan gerçeklere dayanan oyunlar hiç beğenilmiyordu. Seyirci daha çok mythoslardan uyarlanan oyunları seyretmek istiyordu. Her kent devletinin tragedya yazarları o kenti koruyan tanrılarla ilgili efsaneler yaratıyor civar kent tanrılarıyla kurmaca serüvenler yaratıyor ve sahneliyordu. İşte antik Yunan kentlerinde uzunca bir dönem mythos’lar yaratıldı. Bu mytoslar öylesine çoğaldı ki kimsenin içinden çıkamayacağı bir hal aldı. Mythoslar ve tragedyalar tüm Akdeniz bölgesinde yaşayan halkların ortak kültür mirasıdır. İlyada destanında Homeros İyonyalı olmasına rağmen Akhaları, Aşil ve Agamemnon’u ön plana çıkarmak zorunda kalmıştır. Oysa Homeros’un esas kahramanı Troyalı Hektor’ dur. Siyasi nedenlerle galipler safında yer almak zorunda kalan Homeros gibi bir çok tragedya yazarı da Akalar safında yer almıştır.
. Akhalar’ın sahip oldukları toprakları daha sonra Dorlar[1] istila etmiştir. Dor’lar tüm Yunanistan ve Ege kıyılarını istila etmiş Miken uygarlığına sonlandırmışlardır. İlkçağ tarihini detaylı olarak incelemek gerekir. Ege denizi ve onu kuşatan topraklar istilalarla doludur. Farklı yönlerden gelen kabileler bazı uygarlıkları sonlandırmış, kendi uygarlıklarını kurmuşlardır. Burada önemli olan geçiş dönemlerinde ne olduğunu anlamaktır. Efsaneler bu kültür geçişlerini tanrılar üzerinden anlatır. Her efsane ağızdan ağıza değişerek anlatılır. Artık neyin gerçek neyin hayal olduğu anlaşılmaz hale gelir. Rasyonel (akılcı) ve irrasyonel (akıldışı) olanın tespit edilmesi basit bir işlem değildir. Mithoslarda işlenen konular ruhun ölümsüzlüğü, aşk, tanrıların insanların kaderlerini etkilemeleri, vb. günlük gerçeklerle bağdaşmayabilir. Zaten antik Yunanca “legein” söylemek kavramından türetilen logos’un hangi süreç içinde bir kavram olarak ortaya çıktığı da kesin olarak bilinmiyor. Bu kavramın ortaya ne zaman çıktığı bir tartışma konusu. Logos kavramı üzerinde en fazla duran düşünür Herakleitos’dur. Ephesos’ da doğup yaşayan (Efes) Herakleitos’un MÖ.540-480 yılları arasında yaşadığı tahmin ediliyor. Asil bir ailenin en büyük oğlu olarak doğmuş ama aile servetini küçük kardeşine bırakarak tüm asilleri şaşırtmıştır. Eserleri bilgi düzeyi düşük kimseler için bulmacalarla doludur. Pasif ve kolaya kaçan okuyucu onun eserlerini okuyamaz. Bunda Herakleitos’un insanlara bakış açısının da büyük bir rolü vardır. Cahil ve farkındalığı düşük olanı hor gören ve eleştiren Herakleitos’un logos kuramı büyük ölçüde doğadaki değişim olgusunun gerçekleriyle alakalıdır. Logos öğretisini aynı zamanda ideal bir insan yaşamı için de teorik temel hâline getirmeye çalışmış, böylece teori ile yaşam pratiğini özdeşleştirmeyi amaçlamıştır.
“Herakleitos, insanları, bilgisel durumları bakımından ikiye ayırır; anlamasını bilenler ve bilmeyenler. Anlamasını bilenler araştırıcı kişilerdir. Diğerleri ise sağır gibidirler. İşitseler bile anlamazlar. Ona göre insanların büyük çoğunluğu evrendeki ilahi yasayı görememektedir. Bunun temel sebeplerinden biri de bedensel hazları fazla önemsemeleridir. Bu tür insanlar üç gruba ayrılır. Birinci gruptakiler her lafa ağzı açık bakan budalalar. İkinci gruptakiler tanımadıklarına havlayan köpekler, yani her yeniliğe itiraz edenler. Üçüncü gruptakiler ise Yunan dünyasının başlıca şairleri ve filozoflarıdır. Herakleitos öğretisine göre insan gelenekten ve duyulardan edindiği bilgileri aktif biçimde sorgulayıp anlamlandırarak bilgeliğe erişebilir. Bilgeliğin temel amacı da evrende hüküm süren “logos yasası”nı anlamak ve ona göre yaşamaktır. Bu yasa duyusal ya da geleneksel bilgi kaynaklarıyla edinilebilecek bir bilgi değildir. Ancak insanın kendi aklını aktif biçimde bilgi sürecine katmasıyla elde edilebilir.”[2]
———————————————————————————————
[1] M.Ö. 1150 yılında Dor kabileleri kuzeyden gelerek tüm Yunanistan’ı ve Akha Uygarlığı’nın başkenti Mykenai’yi yıkarak Yunan Uygarlığı’nın öncüsü konumuna yükselmişlerdir. Sparta kenti bu kabileler tarafından kurulmuştur. Bu kabileler demiri kullanmayı bildiklerinden buraların eski sahibi olan ve tarım yapan uygarlılara boyun eğdirebilmişlerdir. Dor kabilelerini İyon ve Eoller izlemişlerdir. İyon kabileleri Orta Yunanistan’a gelerek Atina şehrini kurdular oradan Attika yarımadası ve Ege adaları yoluyla Anadolu’nun Güney batısı’na yerleşerek buralardaki yarımadalarda ve savunulması kolay yerlerde şehir-devletler (polis) kurmuşlardır.
[2] http://www.felsefe.gen.tr/herakleitos_kimdir.asp
[1] Azra Erhat