Grek/Yunan dilinde “endemos”[1] olarak adlandırılan; aslında daha çok botanik dalında kullanılan ama farklı akademik disiplinlerde de çok önemli bir kavrama atıf yaparak “endemizm”[2] bakış açısıyla Türkiye’ye, Anadolu’ya özgü, bu coğrafyaya ait olan flora, fauna, kültürel ve etnik değerlerin izini sürmeyi amaçladım.
Nedeni ise yıllar önce “naletleme köprüsü” (İstanbul 1. köprü)[3] trafiğinde sıkıntıdan patlama noktasına gelmişken yol kenarlarına bazı bitkiler dikmeye çalışan belediye görevlilerini seyrederken aklıma gelen ilginç bir dergi makalesinden kaynaklandığını söyleyebilirim.
İlk açılışından bu yana elli yıldan fazla zaman geçti birinci köprünün.[4] Her geçen gün artan trafiğiyle insanı canından bezdiren bir saçmalık haline gelmesi bir yana, bunu kabullenen “reaya” alışkanlığını ısrarla cumhuriyet rejimine rağmen sürdüren eski Osmanlı yeni cumhuriyet vatandaşları da en az seçtikleri idareciler kadar suçlu olmasına rağmen; sorunu çözümsüz hale getiren para babalarına direnmeyi bile düşünmezler. İstanbul’da sabah uyandığınızda medyanın ilk haberi köprü trafiğidir. Aynı kelimeler, aynı uyarılar ve aynı ses tonuyla “şimdi de köprü trafiği” diye başlayan ve yaklaşık yirmi yıldır süren bir kabus desek daha doğru. Üçüncü köprü ve tünel de yapılmasına rağmen köprü trafiği azalmıyor. Bu konuda da, diğer kamusal alanlarda da ağır sorunlara çözüm getiremeyen ama büyük bir beceriyle kaos yaratan liyakatsiz idarecilerin çırpınışlarını izlerken hüzünlenirsiniz. İşin kötüsü seçmenlerin çoğunluğu gidip aynı idarecileri seçmeye devam eder.
Direnmeyi topla tüfekle değil sivil itaatsizlikle yapabileceklerini de maalesef öğrenmeyi reddederler. Bu örgütsüz, tepkisiz, korkak ve bencil insan kitlesi de bu coğrafyaya özgü “endemik” sosyolojik yapılardan biri olan “reaya” olmayı tercih ediyor. Korkudan mı, cehaletten mi, yoksa başka bir nedenle mi bilinmez bu paradoks sürüp gidiyor.
Botanik kavramın sosyolojik kalıplarla açıklanmasına karşı çıkanlar mutlaka olacaktır. Oysa bazı sosyolojik olaylar ve insan tiplerinin bu topraklara özgü bir karakter taşıması da bazı kavramlarla açıklanmalıdır.
Her gün Köprü trafiğine aracıyla girip saatlerce gıdım gıdım ilerlemeyi ve ülkenin dört bir yanında kamudaki buna benzer her türlü sistem bozukluğunu kabul eden ve hiçbir tepki vermeyen insan kitlesinin çaresizliğini nasıl açıklayacağız?
Sosyo-kültürel anlamda daha bir çok örnek verilebilir. Doğaya çöp atan, ormanları yakan, kadınları bıçaklayan, hayvanlara zulüm eden, görevini kötüye kullanıp kendine ve yakın çevresine menfaat sağlayan, yalan söyleyen, ihanet eden, özetle her türlü kötülüğü yapanlar bu toprakların insanları değil midir?
Anadolu’nun çok zengin bitki ve hayvan (flora, fauna) türlerine ev sahipliği yaptığı konusu işlenen makalede çarpıcı istatistikler de veriliyordu. Türkiye’de 3 binden fazla endemik, yaklaşık 12 bin bitki türü (takson) bulunduğunu ve bu sayının Avrupa kıtası değerleriyle eşit olduğu ileri sürülüyordu.
Akdeniz Bölgesi’nde 826, Doğu Anadolu Bölgesinde 471, İç Anadolu Bölgesi’nde 335, Karadeniz Bölgesi’nde 277, Ege Bölgesi’nde 171, Marmara Bölgesi’nde 102, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde 64 endemik bitki bulunduğu makalede yer alıyordu. Farklı kaynaklarda farklı sayılarla karşılaşmadım da değil. Ama ortak noktaları Anadolu’nun bir endemizm merkezi olduğunu varsayıyordu. Sadece bu topraklarda yetişen değerler.
Doğada meskûn olmayan orman ve dağ patikalarında yürürken eğer meraklı biriyseniz kısa sürede devasa bir kütüphane içinde yürüdüğünüzü anlarsınız. Maalesef kültür seviyesi giderek düşen ve meraksızların çoğunlukta olduğu bir ülkede yaşıyoruz.
Yüzyıllarca siyasal ve dini baskılardan, geçim derdinden veya can korkusundan fırsat bulup eğitim alamamış insanların yaşadığı bir ülke burası. Kestirme ve yandaş medyadan ödünç alınmış kavramlarla yaşamaya çalışan kitle, kırlangıçlara bakarken “kuş”, anemonlara “çiçek”, tavşana “hayvan”, sedire “ağaç” demekle yetiniyor. Çalışmayı sevmiyor, öğrenmeye hevesli değil, etrafındakiler nasıl yapıyorsa o da öyle yapıyor. Kuralları hiçe sayıp köşeyi dönmeye bakıyor. Eline fırsat geçince de çalmaktan ve şiddet uygulamaktan çekinmiyor.
Bu tür insanlar daha ileriye doğru yürümez, azla yetinilir. Kelime haznesi kısıtlı insanların düşünce yapısının da fakir olduğu bilimsel bir gerçektir. Genel isimlerle yetinen ve sürekli bir şeyler arayan ama ne aradığını bilmeyen insanlar çoğunlukta oluyor. Bu kitle mutlaka kendilerine ne yapmaları gerektiğinin söylenmesini istiyor; ancak otoriter dini bir lider varsa rahat ediyorlar.
Toplumsal bilincin ana teması ortak değil, kişisel çıkarlar oluyor. Otoriter lider kitlenin bu zaafını çok iyi bildiği için kimilerine baskı, kimilerine çıkar olanakları sağlayarak kendi yolunda yürüyor, dini mesajları çarpıtarak kullanmaktan da çekinmiyor. En geçerli ve etkili tavrı gösterenler ise nereden alındığı bilinmeyen Arapça bir cümle okuyup ardından “talimat” ne gerektiriyorsa onu söyleyen din tüccarları.
Anadolu’da herhangi bir köyün içinden geçerken değişmeyen bir tabloyla karşılaşırsınız: Kahvehanede oturmuş dedikodu yapan sizi düşmanca gözlerle süzen bir karış sakallı beyaz takkeli orta yaşlı erkekler, tarlada bahçede çalışan sizi görünce yüzlerini örtmeye çalışan genç kadınlar. Başıboş ortalıkta dolaşan sıska köpekler ve her köşede çöp yığınları. Belediyesi olsun olmasın köylerin değişmeyen tablosu bu. Köy sanki zamanı durdurmuş, bir bekleyiş içinde. Üniformalı birileri gelip onlara ne yapmaları gerektiğini söyleyene kadar bekleyecekler. Bu insanların eleştiriye de tahammülleri de yok. Çöpleri gösterdiğinizde hemen sinirlenip şiddete baş vuruyorlar.
“Sen bizim köye ne cüretle çöplük dersin?”
Farkındalığı olmayan reaya. Başka tarife gerek yok. Yüzlerce yıldır söyleneni yapanlar topluluğu olmanın getirdiği alışkanlıklar da diyebiliriz. Çöpü görme. Onlar nasıl görmüyorsa sen de görme. Siyasette de böyle. Liyakatsiz idarecinin yanlışını görme. Doğru yapıyormuş gibi alkışla. Yeter ki çıkarları olanların beklentisi karşılansın. Bu yeni kavramlarla “post-truth” olarak adlandırılıyor ama binlerce yıldır değişmeyen bir kavram. Kısaca söylemek gerekirse: “kuyruklu yalan”. Yalanı söyleyen, söyleten, duyan, duymayan, alkışlayan, inanmayan ve inanan insan grupları da ilave edersek ortaya karışık bir parlamento matematiği çıkacaktır. Bu matematik problemi çözmek benim boyumu aşıyor. En iyisi insan unsuru olmayan manzara fotoğrafı çekmek.
Endemik arayışlar yapmak üzere, iki sayısının Amerikancası “Happy twosday” ya da “palindrom” gününün büyüsüne kapılıp fotoğraf çekmek için onca yolu göze aldım. Kefken kayalıklarında oturup hırçın denizin melodisini dinleyeceğim. Fotoğraf çekerken zamanı ve ileri sürüldüğü gibi açılacak enerji kapılarını düşündüm. Enerji kapıları ya da “gökyüzünün kapılarının açılması” metaforu her inanç sisteminde vardır. Günümüzde kapılar yani “portal” kavramı da modernleşti. Rahiplerin yılın belirli günlerinde açıldığını söylediği kapılardan ne anlamamız gerektiği de çok hassas bir konu. Genellikle inanç konularında tartışma yaratmak istemiyorum. İnsanın kutsalı ne ise odur. Gerisini tartışmak benim boyumu aşar.
Yaşam koçları seanslar düzenliyorlar. Ormanlarda, deniz, göl ve ırmak kıyılarında gruplar toplanıp kişisel enerjilerini artırmayı hedefliyorlar. Bütün bu seanslarda “Enerji kapıları” kavramı ve uzak doğu felsefesinin sanskritçe kavramları kullanılıyor. Kapıya gidiyorsun ve enerji almak için meditasyon yapıyorsun.
Kapıların nerelerde bulunduğu konusunda da farklı görüşler var. “Vorteks” adı da verilen manyetik alanlar da enerji kapıları sınıfına giriyormuş. Yıllar önce Arizona’da bir hafta sonu keşif gezisinde Sedona’ya yolum düşmüştü. Sedona belediyesi Hopi kültürünü yaşatmaya çalışıyor. Bölgede yaşayan çok sayıda sanatçı ve yazar varmış. Ünlü Japon müzisyen Kitaro’nun Sedona’da bir çiftliği olduğu da söyleniyordu.
Sedona’da gecelemek için kanyon girişinde mistik bir otelde yer bulmuştum. Otel ilginç aktiviteler sunuyordu. Gece şömine başında daha sonra da terasta yıldızları ve eski masalları anlatan bir Hopi kabile kutsal adamını dinlemiştim. Bölgeyi anlatırken kızıl kayaların büyülü atmosferinde çok sayıda kutsal alanların bulunduğunu söylemişti. En önemli “vorteks” in Boynton Canyon girişindeki “Kachina Woman” adlı bir kayanın üzerinde olduğunu, yalnız çıkmanın değil de 150 metrelik kayadan aşağıya inmenin çok zor olduğunu, rehber olmadan kayaya tırmanmamak gerektiğini önemle vurgulamıştı.
Ertesi gün kendisine ücret ödemek kaydıyla rehberlik etmesini rica ettim. Kabul etti. Bütün gün sürecek olan bir yürüyüş için yanımıza gerekli gereçleri ve kumanya aldık. Vorteksleri göstereceği gibi şifalı otları tanıtacağını da söyledi. Önce kayaya tırmandık. Zorlu bir tırmanış oldu. Üzerine çıktığınızda tüm saçlarınız sanki yukarıdan bir vakum makinası tarafından çekiliyormuş gibi havaya kalkıyor. Kayanın üzerine bağdaş kurup oturuyoruz. Rehber heybesinden küçük turkuaz renkli taşlar çıkarıyor. Kutsal taşlar. Taşları avuçlarımız içine alıp meditasyon yapıyoruz. Kayaların enerjisini almaya çalışıyoruz. Hopi usulüne göre hiçbir şey düşünmeden zihni göklere açmak gerekirmiş. Geçtiğimiz yıl Amerikalı bir yazara rehberlik ettiğini anlattı. Bölgeyle ilgili kitap yazan bir çok yazar varmış. Onlara rehberlik edermiş. Richard Dannelley’in “Beyond the vortex” adlı kitabını otelde görmüştüm. Sedona’nın turizm açısından önemini artıran faktörlerden biri de bu tür yazarların düzenledikleri “workshop”lar. Evrensel (vortex) enerji kapıları kuramına göre irili ufaklı bir çok vortex var. Kapının yani vortexin büyüklüğüne göre etkisi de artıyormuş. Bilimsel olarak açıklanabilen bazı olaylar var. Örneğim kayaların jeolojik yapısı ve ihtiva ettiği metallere göre farklı elektromanyetik etki alanlarının oluşabileceği üzerinde çalışmalar varmış. Oysa Sedona’ya gelenlerin çoğu jeoloji ile ilgilenmiyor. Mistik olaylar ya da kuramlar peşinden buralara kadar gelenler de var. Üstelik bunların çoğu da ABD dışından farklı ülkelerdenmiş. Hopi rehberim çok bilgili. Ruhsal aydınlanma ya da ruhun özgürlüğüne kavuşması için belirli ritüellerin izlenmesi gerektiğini söylüyor. En önemli tören güneşi karşılama töreniymiş. Ama o törene hazırlık yapmak aylar alırmış. Oruç günleri ardından gece yürüyüşleri ve ay ışığı dansları sonrasında ancak güneş törenine hazır olunurmuş.
Oak tree Canyon (Meşe Kanyonu) en büyük vortexlerden biriymiş. Kanyonun altındaki kayalarda kristaller varmış. Bazıları kıymetli kristallermiş ama bölgede kazı yapmak yasaklanmış. Kaçak kazı yapanlara çok ağır cezalar veriliyormuş. Kendi deneyimlerini anlattı. Kanyonun içinde yürüyoruz. Giderek daralan kanyon yanakları insanı ürkütüyor. Hopiler bu kanyonların içindeki mağaralarda yaşarlarmış.
Belinde asılı kesesinden bir avuç kurumuş bitki çıkarıyor. Kurutulmuş kaktüs çiçek yapraklarıymış. Çiğneniyor ama yutulmuyormuş.
Anlaşılan bu da Castenada kitaplarından fırlamış “peyote” benzeri bir kaktüs olabilir. İçinde beyni stimüle eden bir madde varmış. Mescaline de olabilir başka bir uyuşturucu da. Carlos Castenada’nın yazdığı doktora tezi üniversite tarafından önce kabul edilip sonra reddedilmiş. Çağımızın akademik sahtekarlığı olarak anılıyor bazı çevrelerde.
Ben kitapların varlığını Nevzat Erkmen[5] ile tanıştığımda keşfettim. Çevirdiği kitapları büyük bir aşk ile anlatmıştı. Su gibi okunan kitaplar esasında. Don Juan’ın öğretileri belki akademik dünya için bir “fraud case”[6] ama edebiyat dünyası için bir kazanç kanımca. İlk kitabı 1968 yılında yayınlanan Castaneda doktora tezinin geri alınmasından sonra 1973 yılında üç kadın hayranıyla birlikte Los Angeles’de özel çiftliğinde inzivaya çekiliyor. 1998 yılında da vefat ediyor. Castaneda’nın gerçekten Yaqui kutsal adamı Don Juan’ı tanıyıp tanımadığını ona mistik yetenekler öğretip öğretmediğini bilmiyoruz. Kitapta anlatıldığı gibi kızılderililer arasında çok yaygın olan mistik inançlara göre bir insanın uçurumlardan ölmeden nasıl atladığını, karga veya kurt şekline nasıl girdiğini de hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Mistik kızılderili hikayelerinin çok popüler olduğu 68’li yıllarda hipi kuşağı olarak bilinen ABD üniversite gençliğinin ilgi gösterdiği Castaneda ve Don Juan’ın öğretileri kitaplarının satışı on milyona yaklaşarak rekorlar kırmıştı. Bugün kitapları okuyanların Castaneda’nın doktora teziyle ilgilendiklerini hiç sanmıyorum.
Yıllar önce Mısır seyahatimde yediğim bir yemekten zehirlenmiştim. Ne çektiğimi ben bilirim. Aylarca kendime gelememiştim. Prensip olarak yediğime içtiğime çok dikkat ediyorum. Hopi şamana yaprakları çiğnemek istemediğimi söylüyorum. Alerjilerim olduğu yalanını söylüyorum. Yalan söylediğimi anlıyor Gülerek tehlikeli bir şey olmadığını ama istemezsem ısrar etmeyeceğini söylüyor. Bir yaprağı ağzına atıp çiğnemeye başlıyor. Rüya alemine gidilip geliniyormuş. Gözlerinin bulanıklaşmasından ve konuşmasının peltekleşmesinden yaprakların uyuşturucu madde ihtiva ettiğini anlıyorum. Belli ki Amerikan yerlileri keyif verici bitkileri biliyor ve kullanıyorlar. Zaten kırsal alanda bitkileri tanıyıp bilen insanları hangilerinin ne özelliğe sahip olduğunu da bilirler.
Sedona enerji kapılarının bol miktarda bulunduğu bir yer. Bazı yerlerde daha güçlü bir titreşim hissediliyor. Bilimsel açıklamalar yapılıyor ama Sedona’ya gelip yerleşen çoğunluk mistik tarafıyla ilgileniyor bu coğrafyanın. Kanyon içlerinde kayaların arasında çiftlikler göze çarpıyor. Çoğu özel mülk ve turizm amaçlı değil. Bin beş yüz yıl önce Hopilerin yaşadığı bu topraklarda şimdi kent kaçaklarının “enerji aşramları” var. Söylendiğine göre geniş çapta bitkisel uyuşturucu yetiştiren çiftlikler de varmış.
Kayalıklardan denize bakarken Sedona’yı yeniden düşünüyorum. Kırmızı topraklar, çamurdan evler ve rüzgarla uçuşan kırmızı toz. Arizona eyaletinin en ilginç yöreleri. Sedona ve Büyük Kanyon. İnsanlar çok farklı amaçlarla gidiyorlar oralara. Nehir kenarlarında mangal yapanlar yok, etrafa çöp bırakan yok. Herkesin sırtında çantası ellerinde yürüyüş batonları; işaretli hiking trekking patikalarında yürüyorlar. Özel kamp alanlarında geceliyorlar.
Şimdi Karadeniz kıyısında yürürken yerleşim yerlerinden uzağa bakir koylara doğru yürüyorum. Her yer ambalaj atıklarıyla dolu. Bu toprakların endemik eğitimsiz kitlesinin doğayı nasıl hoyratça çöpleriyle kirlettiklerini görmek istemiyorum. Sadece doğa olsun istiyorum. Baktığım bu deniz Kara Deniz.
“Pontos”
Bu denizin kaç adı var? Bu kayalıklar da kırmızı renkli. Demek ki enerji seviyesi yüksek. Kayalıklar ne zamandan bu yana orada? Cevap vermek zor. Denizi bir kavramın içine hapsetmek ne kadar zorsa bu kayalıkların yaşını tahmin etmek de o kadar zor. Bu yöre iki üç bin yıl önce “Bytinia” olarak anılıyordu. “Pontos” ise denize verilen ad idi. Daha öncesi de var. Neden her gördüğümüzü etiketlemek adlandırmak zorundayız?
Zaman insanoğlunun icat ettiği en önemli soyut kavramlardan biridir. Kimine göre doğrusal kimine göre de döngüsel olan karmakarışık bir kavram. Günün ölçülmesi güneşle, mevsimlerin ölçülmesi ilkbaharla belirginleşen bir döngü aslında zaman. Yılların ölçülmesi ise en zor olanı.
Yunan/Grek filozofları zamanı iki farklı kavram olarak düşünmüşlerdir. Kronos ve kairos. Bilinmeyenden başlayıp bilinmeyene doğru akıp giden geri dönüşü olmayan “Doğrusal”zaman ve bilinenden gelip bilinene evrilen değişken ve esnek “Döngüsel” zaman olarak izah edilebilir. Titan Tanrı Kronos, Hellen mitolojisinde Uranos ile Gaia ’nın Titan Kardeşler diye anılan 12 çocuğundan biri, en küçük erkek çocuktur. Efsaneye göre evrensel egemenlik zincirinde babasını üretme gücünden yoksun bırakıp (babasının üreme organlarını bir orakla biçmiştir) devirerek mitolojik Altın Çağ’da hüküm sürmüş ve oğullarından Zeus tarafından tahtından indirilerek Tartaros’a hapsedilmiştir.
Yunan mitosları aslında kendisinden önce bilinen farklı kültürlerde anlatılan geçmiş mitosların bir sentezidir. Finike, Asur, Sümer, Mısır, Hint, Kuzey, Çin ve Japon mitoslarının ortak noktası yaratılış ve zaman mitosudur.
Binlerce yıldır dünyayı ve hatta evreni yarattığına inanılan tanrılar da soyuttur. Heykelleri yapılmış olsa da her inancın tanrısı farklı olduğu gibi zamana bakışı da farklıdır. Bilim adamları Homo Sapiens olarak adlandırılan insanın 300-350 bin yıl önce ortaya çıktığını kanıtladılar. Doğal olarak bu dindarların yani yaratılışa inananların kabul etmesi çok zor bir veri. Yaradılış miti her inancın ana iskeletini oluşturur. Bu bağlamda dinler tarihine gönderme yapmak gerekiyor. Ben bu yazının kapsamında bunu yapmayacağım ama konuyu enine boyuna inceleyen bir referans vereceğim:[1]
İnanan kişi kutsal mekanları ziyaret etmeyi bir tür ibadet sayar. Nedeni arınma isteğidir. İnanç sahibi ne kadar uzakta olursa olsun o kutsal yere gidip günahlarının affını bekler. Bir mucize beklemek ortak paydasında birleşen beklentilerin her adımda büyüdüğü uzun bir zaman dilimidir bu. Hac yolculuğuna çıkan kişi, bazı güçlükleri hatta ölümü de göze alır. Hac yolunda ölenlerin sayıcı azımsanmayacak kadar çoktur.
İnanç hiçbir dinde tek yönlü değildir. İnanan kişi hac ziyaretinin tüm güçlüklerine canı pahasına katlanır ama nihayetinde vicdanındaki yükün boşalmasını yani affedilmeyi bekler. Genel olarak hac ziyaretinin bir arınma ritüeli olduğu kabul görmüştür. Yolculuk ne kadar güçse o kadar değerli olur.
Tek tanrılı dinlerin hac yolculukları son iki bin yıldır değişiklikler göstererek devam etmektedir. Compostela, Roma, Kudüs, Mekke,, vb. bilinen hac merkezleridir öte yandan binlerce yıldır süregiden pagan dinlerin hac yolculukları nedense batı ülkelerinde pek tanınmaz. En zor yolculuklardan bir hiç şüphesiz “Kailash” hac yolculuğudur. Adını Tibet sınırları içindeki Himalaya sıradağları arasında 6638 metre yükseklikte bulunan bir dağdan alan hac yolculuğu pek bilinmez. Tibet’in güneybatısında Transhimalaya’nın bir kısmını oluşturan Kailash, Manasarovar ve Rakshastal göllerinin kuzeyinde bulunan çok önemli nehirleri besleyen bir konumdadır. İndus, Sutlej, Brahmaputra ve Karnali olmak üzere Asya’daki en uzun nehirlerinin kaynağı olması nedeniyle çok önemlidir. Hac yolculuğu aylarca sürer. Budistlerin bu hac yolculuğu 5800 metrelerde Kailash dağının eteklerinde devam eder. Konuyu merak edenler için bir link bırakıyorum:[2]
Bir diğer hac yolculuğu Meksika’daki Haichol halkının yürüyüşüdür. İspanyollar’ın işgali sonrasında Katolik dinine geçmeyi reddeden Haichol halkının binlerce yıldır sürdürdüğü kendi gelenekleri ve inançları vardır. Hac yolculuğu “Büyük Peyote Yürüyüşü” olarak adlandırılıyor. Potosi çölünün de geçişini kapsayan 400 kilometrelik hac yolculuğu tehlikelerle doludur. Peyote bir tür kaktüs bitkisine verilen addır. Uyuşturucu etkisi de olan bu kaktüsün tohumlarının toplanması hac yolculuğunun ana amacını oluşturur. Bu konuda çok ciddi araştırmalar yapan sosyal antropologların kitapları meraklı okuyucu için aşağıda dip notlarda veriyorum.[3]
Hac yolculukları yürüme geleneğinde çok önemli bir yer tutar. Başlı başına bir araştırma konusudur. Ortaçağ[7] adı verilen dönemde Hıristiyan Avrupa’nın hac yolunu korumak üzere görevlendirdiği şövalyeler, Anadolu üzerinden Kudüs’e kadar uzanan yolları yürüyen hacıları korumak amacıyla yüz yıllar süren askeri ve siyasi olaylara karışmışlardır.
Haçlı Seferleri adını verdiğimiz dönemde krallar da seferlere katılmışlardır. 1096 ile 1270 yılları arasında yapılan sekiz Haçlı seferinden sadece birinci ve dördüncü seferlere krallar katılmamıştır. Üçüncü haçlı seferi üç kralın katılımıyla en önemli seferlerden biri olmuştur. Fransa Kralı Filip Ogüst, Alman İmparatoru Frederik Barbarosa ve İngiltere Kralı Arslan Yürekli Rişar katıldılar. Bu seferde Alman imparatoru Barbarossa bugünkü Karaman topraklarında Calicadnus (Göksu) ırmağını geçerken atından düşerek ağır zırhları nedeniyle boğularak ölmüştür.
Anadolu hac ve kehanet merkezleri açısından çok zengin bir coğrafya olmuştur. Bundan üç bin yıl önce ilk kehanet merkezi kral İmparator Xnianos tarafından dönemin iki ünlü mimarı Miletos’lu Sorthna ile Tralles’li Vuthmar’a büyük bedeller ödenerek yaptırılmıştır. Söylenenler doğru ise 25 yıl gibi kısa bir sürede on binlerce kölenin hiç durmaksızın çalışmasıyla tamamlanmış ve çok büyük bir törenle açılmıştır. Tören nedeniyle kesilen kurbanların kanları denizi kızıla boyamış kan rengi uzun bir süre denizde kalmıştır. Kehanet merkezleri ve kahinler Anadolu’nun kültür tarihinin önemli bir parçasıdır.
Kehanet şehrine dağ yolundan gelirseniz, büyük limana açılan devasa demir kapılardan geçtikten sonra kırmızı damarlı mermer basamakları görürsünüz. Yüzlerce basamak kırmızı bir halı gibi önünüzde uzayıp gider. Her biri yekpare “Iasos” mermerinden yapılmış olan bu kırmızı damarlı basamaklar (belki de tapınakta dökülen kanların izidir) zamanın izlerini taşır. Binlerce yıldır kehanet arayanların gelip dua ederek üzerine basıp geçtiği bu mermer basamakların her biri bir adam boyundadır. Basamakların başında durup limana doğru bakarsanız önünüzde bir masal şehrinin gizemli manzarası açılır. Bu manzara sabah saatlerinde limana dökülen kutsal nehrin derinliklerinden gelen sisle kaplanır. Bu manzaranın en önemli aktörü aslında sisler arasından hayal meyal görünen büyük kehanet tapınağıdır. Sisler arasında tüm heybetiyle bulutlara meydan okur. O şehirde hiçbir yapı onun kadar görkemli değildir. Bu büyüklükte bir mabet o çağda hiçbir yerde yapılmamıştır. Kaç yılda tamamlandığını da bilen yoktur. Kralların ve zengin tüccarların birbiri ardından kehanet alma sırasına girdiği en kutsal şehir işte burasıdır. Doğudan batıya, kuzeyden güneye uzanan toprakların güçlü beyleri, kralları, zenginleri kente ancak kehanet rahibesi Pythia’nın özel davetiyle girebilirlerdi. Kutsal kentin bozulmayan kuralı olan kurbanlık en az yüz boğa, tahıl, meyve, şarap gibi yiyeceklerle mabet personeli ve kent kamu çalışanları da hoşnut edilirdi. Kehanet kenti bu hediyelerle giderek zenginleşmiş diğer kentlerin yanında farklı bir statüye kavuşmuştur. Tapınağın girişinde bir yazı göze çarpar: (lex sacra)
“Ey yabancı temiz bir kalbin varsa ve ruhunda adalet duygusu taşıyorsan bu kutsal yere girebilirsin. Ama adil biri değilsen ve kötü niyetliysen , ölümsüzlerden ve bu kutsal bölgeden uzak dur. Bu kutsal mekan kötüleri sevmez ve onları cezalandırır. Tanrı değerli insanlara değerli armağanlar verir.”
Kral Xnianos, dönemin ünlü kahinlerinin arasından nasıl bir seçim yapacağını uzun bir süre düşünmüştür. Krallığının güçlenmesi için mabedin ne kadar önemli olduğunu biliyordu. Dört bir yana haberciler salıp komşu krallıklardaki kahinleri sarayına çağırdı. Ulu kahinler bu çağrıya kendileri katılamayacakları için en güvendikleri genç kahinleri yolladılar. Mısırdan gelen kahinlerin arasında seçim yaparak Delfoi mabedinde doğmuş ve eğitilmiş bir kral kızı olan Sylina’yı “Pythia” olarak seçti. Soyu Troya Apollon baş rahibesi ünlü Tamara’ya kadar uzanan Sylina çok genç yaşta ağır bir sorumluluk almak zorunda kalmıştır. Mabedin kalabalık bir rahip ve rahibe kadrosu vardır. Kimine göre binlerce kimine göre yüzlerce. Sylina başrahibe olduktan sonra mabede yeni bir düzen getirdi. Kirlenme (miasma) ve arınma (katharsis) törenlerinin yasalarını değiştirdi. Öncelikle baş tanrının heykelini temizletip onardı. Mısırdan getirdiği özel boyalarla heykele makyaj yaptı. Bütün bu yenilikler krala ün ve servet kazandırdı. Zenginleşen krallık çevre kralların da dikkatini çekiyordu. Sylina komşu krallıklara da kehanet merkezleri kurulmasına ön ayak oldu. Özel olarak yetiştirilmiş rahibeler hediye olarak komşu krallıklara gönderildi. Bu sayede uzun bir süre bölgede barış sürdü. Her şeyde olduğu gibi bir başlangıç varsa son da vardır derler filozoflar. Kuzeyden gelen demir kılıçlı barbarların saldırılarına bir süre direnen krallıklar zaman içerisinde bu saldırganlarla baş edemeyip teslim oldular. Barbarların ilk işi kehanet merkezlerini yıkmak oldu. Kısa süre sonra daha güçlü ordular geldi. Yeni tapınaklar kuruldu, kentlerin surları tamir edildi. Ticaret ve kehanet yeniden başladı.
Anadolu’da son üç bin yılda kaç krallık kuruldu, kaç krallık yıkıldı bilen var mı bilmiyorum. Ama bu topraklarda hiçbir vakit huzur, barış olmadı. Hep savaşlar, açlık, kuraklık, salgın hastalık, göçler, ölüm, kan ve göz yaşı oldu insanların yaşamlarında. Kehanet korku içinde yaşayan insanların önemli bir çıkış yolu olarak görüldü. Geleceğin neler getireceği, geçmişteki olayların nedenlerini açıklayan kahinlere her devirde çok ihtiyaç duyuluyordu. Hatta günümüzde bile devam eden “fal” geleneğinin kökü kehanet merkezlerine dayanmaktadır.
Anadolu’nun en eski kehanet merkezlerinden biri olarak kabul edilen “Didim/Didyma” konusunda farklı görüşler ileri süren bilim adamları var. Hitit döneminde kayıtlara geçen “Dudumar”[8] ın önemi öne çıkmaktadır.[9] Kehanet merkezi olarak Didim’in öne çıkması M.Ö.1650– M.Ö. 1190 yıllarında kuzey Anadolu bölgesinde kurulan Hitit krallığının kehanet merkezlerinin batıya doğru yayıldığını da düşündürüyor. Yunan Delfoi kehanet merkezinin kuruluş tarihi ise M.Ö. 800-700 yılları olarak biliniyor. Bu anlamda kehanet kültürü ya da geleneğinin Yunan medeniyetiyle özdeşleştirilmesinin yanlış olduğu söylenebilir.
Kehanet merkezlerinin gizemi ilgi odağı olmayı sürdürüyor. Özellikle de pandemi sürecinde insanların geleceğe ilişkin umutlarının gölgelendiği bugünlerde bir başka ilgi alanının da yürüyüş olduğunu söyleyebiliriz. Fransız yazar Baudelaire, eserlerinde yoğun işinden ötürü kendine serbest zaman yaratamayan kentsoylu (burjuva) ya karşı tüm günü boş olan avarelerden (flanör) söz eder. Aylaklığın tarihçesini araştıran birisinin çok zorlanacağını düşünüyorum. Aylaklık (flanörlük) bir insan tipinin tarifi ötesinde bir yaşam biçimidir de.
Batılı burjuvaların on yedinci yüzyılda başladığı kırsal alandaki yürüyüşler günümüzde artarak devam ediyor.
[1] Yaratılış mitosuyla insan gerçek öznesinin kul yapılışı: Nasıl bu kadar acımasız ve ahlaksız… | Bilim ve Gelecek
[2] kailash pilgrims — Yandex: 262 bin sonuç bulundu
- [3] Furst, Peter T. “Huichol Conceptions of the Soul.” Folklore Americas 27 (June 1967): 39–106.
- Furst, Peter T. Hallucinogens and Culture. San Francisco, 1976.
- Furst, Peter T. “Kieri and the Solanaceae: Nature and Culture in Huichol Mythology.” Acta Americana 3(2) (1997): 43–57. Furst, Peter T. Visions of a Huichol Shaman. Philadelphia, 2003.
- Furst, Peter T., and Marina Anguiano. “‘To Fly as Birds”: Myth and Ritual as Agents of Enculturation among the Huichol Indians of Mexico.” In Enculturation in Latin America, edited by Johannes Wilbert, pp. 95–181. Los Angeles, 1976.
Top of Form
[1] Endemik sözcüğü Yunanca “Indigenous, Endemos” sözcüklerinden gelmektedir. Botanikte sınırlı yayılışa sahip bitkiler için kullanılmaktadır. Buradaki sınır çok belli olmayıp, bir dağ, bir bölge, bir ülke ve hatta bir kıta endemiklerinden söz edilebilir.
[2] Endemizm, bulunduğu bölgenin ekolojik şartları yüzünden yalnızca belirli bölgede yaşayan/yetişen, dünyanın başka yerinde yaşama/yetişme ihtimali olmayan, yöreye özgü hayvan ya da bitki türüdür.
[3] Naletleme köprüsü tamlamasını ben ürettim. Kaçkar dağlarında trekkingcilerin çok iyi bildiği “naletleme geçidi”ni referans alarak köprü trafiğinin keşmekeşini birleştirdim. Her şeyi çözmenin mümkün olduğu dünyamızda eğer bir sorun (köprü trafiği) çözülemiyorsa bunun nedeni o ülkenin iyi idare edilmediğinin en somut göstergesidir. Buradaki nalet edenlerin suçu da o sorunu düzeltecek kişiyi seçmemelerinden kaynaklanmaktadır. Nalet ederek hergün aynı işkenceyi çeken insanlara de “naletciler” demek kalıyor geriye.
[4] 20 Şubat 1970 tarihinde yapımına başlanan Boğaziçi Köprüsü, 30 Ekim 1973 tarihinde 50. Cumhuriyet Bayramında, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk tarafından açılmıştır.
[5] Nevzat Erkmen – Vikipedi (wikipedia.org)
[6] İng: Sahtekarlık örneği.
[7] Tarihçiler tarafından MS. 500’den 1500 yılına kadar uzanan dönem olarak belirlenmiştir.
[8] “”On the other hand, scholars in more recent times have noted the similarity of Carian toponyms such as Idyma, Kibyma, Loryma, Sidyma, and conclude that the Didyma is also of Carian origin. The name stems from the Anatolian abstract noun duddumar, which is generally translated in English as ‘mercy’ or ‘favor’, or in German, ‘Gnade’.”
[9] Robert Walker Université Paris-Sorbonne – Paris IV, THE ORACLE AT DIDYMA, HITTITE DUDDUMAR AND THE MERCY OF THE GODS, Broadening Horizons 4 A Conference of young researchers, 2011