web analytics

“Pogrom” Günleri

“Tarih yazıcılığı özgürleştirmiyorsa, zulme hizmet ediyordur.” Cemal Kafadar[1]

İşte yine yeniden 6-7 eylül. Karanlık ve acı dolu bir dönemi hatırlıyorum. Bu yıl da pogrom günlerini kınayan idareciler ortada yok. Olmayacak gibi görünüyor. Gündemin en önemli konusu gelecek seçimlerde kimin seçileceği. Herkes koltuk peşinde. Topluma liderlik yapacak siyasilerin söylemleri mevcut iktidarı eleştirmekten öteye gidemiyor. Üstüne üstlük çıkışı (MHP) milliyetçi muhafazakar olarak tanımlıyorlar kendilerini ama aslında pogrom odaklı yaklaşımları var. Şiddet eğilimi ve ırkçılık yaklaşımlarıyla diğer partilerden ayrılıyorlar. Türkçülük görüşleri doğrultusunda Rumları, Ermenileri ve Kürtleri eşit haklara sahip cumhuriyet vatandaşı olarak görmüyorlar. Altılı masa görüşmelerinde “HDP varsa biz yokuz” tavrında ısrar ediyorlar. Oysa resmi olarak seçmenin %13-15 bandında hareket eden HDP yi iktidar partisi gibi dışlamak nasıl izah edilecek?

Altmış yedi yıl önce bazı karanlık güçler (derin devlet ve istihbarat unsurları) tarafından kurgulanan “özel harp” uygulaması sahneye konuyordu: mahkeme zabıtlarına göre, 4 bin 214 ev, 1004 işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar gibi yerlerin bulunduğu 5 bin 317 mekân saldırıya uğramıştır.  Mahkeme zabıtları tecavüze uğrayan kadınları (400 kadar kadının o günlerde tecavüze uğradığı tespit edilmiş)  ve ölüm olaylarını (15 vaka rapor edilmesine rağmen gerçek sayının yüzün üzerinde olduğu tespit edilmiş) hafifleterek yansıtmayı tercih etmiştir.[2] Bu olayların arkasında devlet, medya, iş camiası, dini çevreler, istihbarat örgütleri ve dış güçler olarak bir çok hedef gösterilmiştir.

Sonuç olarak, 6-7 Eylül 1955 olayları pogromdur. Bilinçli olarak bazı kişilerin planlayıp uyguladığı bir gruba yönelik ölümcül ve hasar bırakan şiddet hareketleridir. Osmanlı’nın kadim vatandaşları Rum, Ermeni ve Yahudilerin büyük göç dalgalarıyla ülkeden ayrılmasına neden olmuştur. İstanbul’daki Rum ve Ermeni nüfusun “mübadele sonrası bakiyesi” büyük ölçüde  bu olaylardan sonra göç etmek zorunda kalmıştır. Rum nüfusun yok edilesi projesi birkaç adımda gerçekleşmiştir. 1890 yılından itibaren sürekli olarak devletin (Osmanlı Bürokrasisi)  desteklediği haydutların ve çetelerin saldırılarına maruz kalan Rum köyleri göçe zorlanmıştır. Küçük çapta başlayan bu çete saldırıları özellikle de Rum nüfusun yoğun olduğu Ege bölgesinde gerçekleşmiştir. İttihat ve Terakki cemiyetinin aktif olarak katıldığı bu saldırıların amacı Rum halkı göç etmeye zorlamak olarak özetlenebilir.

Aslında hedef Ayvalık’taki 120 bin, Çanakkale’deki 90 bin, İzmir’deki 190 bin, Urla ve Çeşme’deki 130 bin Rumun kaçırtılması ve bölgenin tamamen Türkleştirilmesi, Müslümanlaştırılmasıydı. Toplam 550 bin Osmanlı Rum mübadele öncesinde taciz edilip  göç etmeye zorlanıyor. Bu çetelerden birine de Galip Hoca takma adıyla sonradan parti başkanı ve cumhurbaşkanı da yapılan Celal Bayar’ın komuta ettiği de belgelerle sabittir.

Celal Bayar  bir söyleşisinde bunu kendi sözleriyle de ifade etmiştir.[3] İttihat ve Terakki’nin yeraltı kolu Teşkilat-ı Mahsusa’nın liderlerinden Kuşçubaşı Eşref’e göre: “Ege havalisindeki temizleme işini, ordu olarak Pertev Paşa’nın (Demirhan) kumandasında olan Dördüncü Kolordu’nun Erkânı Harbiye Reisi Cafer Tayyar Bey (Eğilmez), mülki amir olarak İzmir Valisi Rahmi Bey, İttihat ve Terakki Fırkası namına da mes’ul murahhas Mahmut Celâl Bey (Bayar) ifa edeceklerdi.”

Galip Hoca namlı Celal Bayar, 1967’de yayımlanan hatıratında Birinci Dünya Savaşı öncesi sadece İzmir ve civarından 130.000 dolayında Rumun zorla Yunanistan’a göç ettirilmiş olduğunu yazmıştı. Ama gerçek rakamın 550 bin olduğunu söyleyen tarihçiler de var.

  Rusça bir kavram olan “Pogrom” belirli bir nedenle bir gruba yapılan şiddet bir hareketleri olarak nitelendirilir. Dinsel, etnik, siyasi veya ekonomik nedenlerle belirli bir gruba veya gruplara karşı yapılan şiddet hareketleridir.

6-7 eylül pogromunun geçmiş yıllarda yapılan pogromlardan farkı ne?

Bence hiçbir farkı yok. Yine aynı ikiyüzlülükle siyasi çevreler susuyor. Tarihle yüzleşmek Türk siyasetçisine zor geliyor. Türk milliyetçisi söylemi galebe çalıyor. Halkı kandırmak oldum olası zeki politikacılar için çok kolay olmuştur. Halk da aslında inanmayı tercih ediyor. Biraz Yunan, biraz İslam biraz Malazgirt ilave edilen siyasi hamaset çorbasını yıllardır şiddetle karışık kaynatan günümüz siyasetçisi (hangi parti olduğu da önemli değil)  milletvekili seçilip ömür boyu aylık yüksek gelire ve imtiyazlara  kavuşuyor.

Türkiye seçimlerinde kişilere değil partilere oy veriliyor. Bu da seçmenin kişileri değil de iktidara gelecek olan partiyi seçmesi demek oluyor. Genellikle de parti içi demokratik gelenekler zayıf olduğu için her şeye parti lideri karar veriyor. Parti liderine alkış tutanlar ödüllendiriliyor.

Bu yıl (2022) birden bire Yunanistan ile ilişkiler gerginleşti. Bir çok neden ortaya sürülüyor. Artık suçlayacak Rum azınlık da kalmadı. Onun yerine doğal gaz rezervleri, Adalar argümanı, kıta sahanlığı, Trakya Türkleri, Kıbrıs ve diğer çıban başları ısrarla kaşınmaya başladı.

Kaşıyan kim? Yunanistan’la gerginlik kimin işine yarar? Bu soruların cevaplarını verenler siyasi analizler de yapabilecek müktesebata sahiptir mutlaka. Uluslararası dengeler, ekonomik gidişat, savaş ve kaos meraklılarının çıkarları ve daha bir çok karmaşık formülün çözülmesi gerekir.

Seçimlere kadar olan süreçte iktidar partisinin oylarını yükseltmek amacıyla kurgulanan   (Bir gece ansızın gelebiliriz, vb.) gibi hamaset hamlelerini sık sık göreceğiz anlaşılan.[4] Her on, yirmi yılda bir bazı konular ısıtılıp gündeme getirilip kamuoyu yönlendiriliyor. Etnik, dinsel ve milliyetçi hamaset fırsatlarını değerlendiren günümüz Türk siyasetçisi hiç de eli boş dönmüyor bu kampanyalardan. Hanesine devşirdiği oy miktarının “savaş kartı” olduğu su götürmez bir gerçek olarak karşımızda duracaktır;  demokrasiyle de bir alakası yok aslında.

Altmış üç yıl önce Adnan Menderes iktidarının istihbarat unsurlarıyla birlikte hareket ederek mi bu pogromu  planlayıp uyguladığı tartışılıyor. Olayda istihbarat parmağı olduğu kesin ama bu eylemi iktidardan habersiz olarak mı yaptıkları bilinmiyor.  Demokrat parti gençlik kollarının desteğiyle civar şehirlerden “yağma ve tecavüz” vaat edilerek getirilen binlerce kişiye remi kamyonlardan kürek ve kazma sapı dağıtıldığı hatta para verildiği de söyleniyor; iktidar partisinin  olaylarda kilit rol oynadığı varsayımını ortaya atanlar o dönemde   siyasi  iktidarın birçok  yönde çıkar sağladığını ileri sürmekteler.

Medya pogrom olaylarında kendini aşarak hedef şaşırtıcı ve kışkırtıcı bir rol oynamayı tercih etmiştir. Selanik de  Atatürk’ün evine bomba atıldığı haberini basıp dağıtan gazetenin de provokatörlük yaptığı su götürmez Gerek pogrom sürecinde gerekse de sonrasında gazeteci ve yazarların konuya yaklaşımları devlet yanlısı çizgide birleşmiştir. Türk aydınının bir türlü “özgür ve tarafsız” haber yapamamasının nedenleri tarihsel perspektifte incelenmelidir.

Örneğin Şerif Mardin’in sözünü ettiği Türk aydınının devletle organik bağlar kurmuş olması konusu da tam bu tür olaylarla ilgilidir. Türk aydını halkın yanında görüntüsünün altında esas itibariyle  devletin yanında yer almayı tercih etmiştir.  Medya günümüzde olduğu gibi her zaman devletin güdümünde hareket etmeyi tercih etmiştir. Türkiye’de özgür ve bağımsız medya kavramı bir hayaldir aslında.

İlk gazetenin dağıtıma çıktığı 1831 yılından bu yana devlet ile medya ilişkileri hep tartışmalı olmuştur.[5] Özgür medya gerçeği yazamadığı için de   birçok konuların hala “tabu” kalmasına neden  olmuştur. Başka bir ifadeyle, yine Mardin’in yaklaşımıyla aydınların bilimsellik iddiaları devlet memurluğu ve devleti incitmeme, gerekirse onunla aynı dili ve çerçeveyi kullanma eğilimleri bağımlı ya da yandaş bir “aydın tipi”  yaratmıştır.

Batılı anlamda bağımsız ve özgür “entelektüel” aydın kişiliği bu coğrafyada yetişmeyen bir çiçektir. Nedenlerini sıralamaya gerek yok. Sonuçları arasında Osmanlı ve cumhuriyet dönemlerinde devletin belirli birimlerinin şu veya bu nedenle organize ettiği pogromların bilinmemesi ya da farklı kılıflar giydirilerek hedef şaşırtılması kurgulanmış istihbarat oyunları olarak algılanmalıdır. Zamanın içişleri bakanının telgrafla talimat vererek Ermenilerin öldürülmesi, köylerin boşaltılmasını  istediği belgelere dayanılarak açıklanmıştır. Buna rağmen hala olayı reddeden devlet yetkililerinin amacının ne olduğu da bellidir.  Bu hareketlerin mimarları devletin içinde bürokrasi içinde saklanan derin devlet adı da verilen aşırı İslamcı milliyetçi fikirleri savunan modernite  karşıtı güçlerdir. Bu güçler eski bir stratejiyi hayata  geçirmek için canla başla çalışan bürokratlardır. Tanzimat döneminde gayrimüslimlere verilen hakları şiddetle eleştiren aydınların adını anmadan da geçmeyelim: Ziya Gökalp, Namık Kemal, Ali Suavi, İbrahim Şinasi, vb.   

İmparatorluğun çöküş sürecinde gayrimüslimlere tanınan  haklar Müslüman bürokrasi içinde huzursuzluk yaratır.  Osmanlıcılık ideolojisini savunan Yeni Osmanlıcılık hareketi ortaya çıkar.

İktidarı ele geçiren güçler halkı kontrol etmek için  anlı şanlı bir tarih yazmak ya da yazılmasını sağlamak yolunu seçerler: bu  milliyetçilerin ortak özelliğidir; çünkü bir geçmişi olmak, bir geleceğe sahip olma hakkını da doğrular.  Bu tarihi yazanlar ise, geçmişe ve geleceğe “seçmenleri olan millet adına” sahip olabilme  onu ipotekleri altına almaya çabası içinde olmuşlardır.

 Milliyetçi faşist ya da ulus dikta devlet  iktidarlar  tarihin ve tarihle birlikte o tarihi yazanların; onların istedikleri biçimde övülmesi, yüceltilmesi zorunluluğunu devlete bağımlı aydınlara türlü yöntemlerle dikte ederek, bunu “ulusal tarih” anlayışının temel ilkesi olarak görüp; geriye kalan her şeyin, “ecdadımızı, devleti kötülüyor” suçlamasıyla ayrıştırarak  kontrol ettikleri hukuk sistemi marifetiyle yargılayıp cezalandırdıkları bir düzen kurarlar. Bu ceza ve ödül mekanizması içinde özellikle muhaliflerin bulunmasına özen gösterilir. Arzu edilen tarihi yansıtanlar çeşitli biçimlerde ödüllendirilirken aksini yapanlar cezalandırılır.

Hasan Bülent Kahraman’a göre Cumhuriyet ideolojisinin hedefi, laiklik yardımıyla “aydınlanmış birey”i yaratmaktır.  Kahraman’ın ortaya koyduğu temel sorun, Cumhuriyet’in bir halk hareketi olmamasında yatar. Gerçekten öyle midir? Bunu ölçmek için halkın cumhuriyet ilkelerine uyum derecesi ölçülmelidir. Bana göre ise ana hedef halkı eğitmek olmuştur. Cumhuriyet vatandaşının ne demek olduğunun anlaşılmasının laiklikle bir alakası yoktur. Kahraman laiklik ilkesini bir engel olarak gördüğünü mü ima etmek istiyor anlamak güç. Din adamlarının ve monarşi yanlılarının cumhuriyet değerlerine her fırsatta karşı çıkmaları  nasıl açıklanacaktır? Kahraman da bir ölçüde onu mu hatırlatmak istiyor?

Günümüzde “Müslüman Türklerin”   Gayri Müslim Anadolu ahalisine ne kadar adaletli davrandığı TV dizi filmlerinde de abartılarak işlenir.[6] Nedense sürekli din değiştirip Müslüman olanlar uzun uzun anlatılır. Hamasetle karışık bir çok post-truth balonu uçurulur. İnanmaya muhtaç  halk buna da kanar. Oysa Osmanlı tarihi boyunca katledilen gayri Müslim (Hıristiyan,Yahudi)  ve Alevilerin sayısını bilen yoktur.[7]  Yine dizi filmlerde “gaza” ya giden ve “kefere” öldürmeyi iş edinen  alpler aslında yağmaya giderler: Müslümanlığı kabul edenleri yaşatır dinini değiştirmeyenler ise kılıçtan geçirirler. Bazı dizilerde İŞİD usulü kafa kesme sahneleri art arda gösterilir.

 Hıristiyanların Osmanlı imparatorluk  nüfusunun üçte birini oluşturduğunu da unutmamak gerekir. Tüm Türk tarih yazıcılarının azınlıklara yapılan kötü muameleyi yokmuş gibi gösterme çabası, öldürülen milyonları saklama gayretiyle birleştiğinde ortaya trajikomik bir devlet politikası çıkmaktadır.

Bugün Ermenilere, Rumlara, Süryani ve Nasturiler’e  yönelik katliamları haklı gösterme çabası içinde olan bir çoğunluk var. Türkiye’nin Orta Doğu’daki dış politikasının, “Jön Türk” açılımından saparak “Yeni Osmanlıcı” olarak tanımlanması yükselen Osmanlıcı siyasetin en açık göstergesidir. Sık sık duyulan “ecdadımız” sözlerinin ardında bir medya stratejisi yatmaktadır:

Reyhan Ünal Çınar (2020), Ecdadın İcadı adlı çalışmasında son yıllarda devlet eliyle düzenlenen canlandırmalar, törenler ve kutlamalarla bellekteki hayali Osmanlı cemaatinin (ecdadımız söylemi) nasıl yaratıldığını incelemektedir.

Bu akımın cumhuriyet dönemi tarih yazıcılarının Osmanlı’yı yok sayma, Türklüğü öne çıkarma, Altaylardan gelen ecdadımız kurgusu ve eğiliminin anti tezi olduğu da söylenebilir. Osmanlı tarihinin sürekli eleştirilmesinden hoşlanmayan monarşistlerin ve çıkar gruplarının halkın belleğindeki güçlü imparatorluk nostaljisini körükleyerek siyasi çıkar elde ettikleri doğrudur. Cumhuriyet’in kuruluş döneminde ortaya çıkan muhalif yaklaşımlar bugün de artarak varlığını sürdürmektedir.

Osmanlı Devleti’nin çöküş dönemi  ve ardından halifeliğin kaldırılması tarihçilerin en fazla tartıştığı konuların başında gelmektedir. Cumhuriyet’in ilanıyla Osmanlı monarşisinden vazgeçilirken, yeni biçimlendirilen ulusu bütünleştirebilecek başka bir tarih yazma çabasıyla, tek ırk, tek dil,  tek din tek bayrak sloganlarıyla Osmanlı nüfus yapısı değiştirilmeye çalışılmıştır. Aslında bu nüfus mühendisliği Tanzimat döneminde başlayan Müslümanlaştırma çabalarından başka bir şey değildir. Hıristiyan nüfus çoğunluğunu eritmek ve yok etmek üzere planlar yapan Osmanlı devlet bürokratları bu görevlerine Cumhuriyet döneminde de devam etmişlerdir. Yakından incelendiğinde devrin sorumlu bakanlarının özel harp taktiklerinin aynı olduğu görülecektir.

Türkiye Cumhuriyeti tarihi  sanki geçmişi yokmuş gibi 1919’yılında Samsun dan başlatılır. Osmanlı’nın ve monarşinin reddi bürokratlar tarafından gayri müslim nüfusun da reddi gibi algılanır. Ekonomik bakımdan orta sınıfı oluşturan Yahudi, Rum ve Ermeni nüfusun elindeki kaynaklar Müslüman halka transfer edilerek yeni bir orta sınıf yaratılmaya çalışılır. Bu hareketler  halk arasında ciddi fikri ve hukuki çatlaklara sebep olur.

Cumhuriyet döneminde “Tek Parti Dönemi”[8] olarak bilinen süreçte, Kemalist tarih yazıcılarının ısrarla üzerinde durdukları dinde ve dilde birlik vurgusu öne çıkar. Bu öne çıkış gayrimüslimleri ve anadili Türkçe olmayan Kürt ve Zazaları bir anlamda homojen toplumun dışında bırakır: “Türk” etnik kimliğini Müslümanlık vurgusuyla birlikte işler. Buradaki Müslümanlık anlayışı da resmi din olan Sünni İslam’dır. İdeal olan homojen yapı Türk-Sünni Müslüman olarak kurgulanır ve topluma eğitim kurumları ve devlet daireleri  başta olmak üzere her fırsatta dayatılır. Bu tanımı kabullenmeyenler ise bir üst kimlik olarak devletin resmi kimliğini seçmek ya da devletle çatışmak durumunda kalmıştır.[9]

Osmanlıcılık ya da Osmanlı nostaljisi Kemalist ideolojiye anti tez olarak alttan alta gelişmiş sağ siyasette kendine yer bulmuştur.  12 Eylül 1980 cuntası sonrasında T. Özal iktidarı süresince güçlenmiş siyasi ve ekonomik alanlarda söz sahibi olmuştur. Müslümanlık vurgusu açısından bakıldığında Osmanlıcılık bakış açısı olarak gayri Müslimlere eşit vatandaş gözüyle bakmaz. İslam dünyası ile bütünleşerek büyük İslam hareketini oluşturmayı amaçlar. Bu da 2. Abdülhamid’in “Pan İslamizm” görüşüyle örtüşür. Batı karşısında Türkiye önderliğinde güçlü bir İslam bloğu kurma fikri, son yirmi yılda Türk dış politika stratejisine dönüşmüştür. Uygulanan strateji başarısız olmuş her cephede ciddi kayıplar verilmiştir. Bugün uluslararası platformda tamiri çok güç olan hasarlı ilişkileri düzeltme konusunda yeni bir stratejinin var olmadığını anlıyoruz.

Pogrom eylemleri gerek Osmanlı gerekse de cumhuriyet dönemlerinde istihbarat birimleri tarafından organize edilmiş ve ajan provokatörler vasıtasıyla  yaygınlaştırılmıştır: Devletin çıkardığı özel koruma yasalarıyla suçluların himaye edildiği iddia edilmektedir.

  • 1860 Hamidiye pogromu : Ermeni, Süryani ve Nasturilere yönelik şiddet eylemlerinde yaklaşık 300 bin masum insanın öldürüldüğü iddia ediliyor.
  • 1909 Adana Pogromu: Adana’da Müslüman ahalinin Hıritiyan ahalinin evlerine ve işyerlerine saldırıp talan ve öldürme eylemleri  30 bin Ermeni’nin öldürüldüğü iddia ediliyor.
  • 1914 Yeni Foça Pogromu : Doktora Tezi , Krystalli Glyniadakis, Bournemouth University, 2021
  • 1915  Ermeni Pogromu: Bu topraklarda meydana gelmiş en büyük soykırım. Milyonlarca Osmanlı vatandaşı  1915 yılında bir anda ortadan kayboluverdiler. Devlet, insanına “Onları göçe zorladık, ondan!” dedi. Toplum buna inandı, inandırıldı. Cumhuriyet’in İttihatçı alt kurucu kadrolarının bir bölümünün bilgisi, hatta katılımı ile gerçekleşti. Cumhuriyet bu soykırımı lanetlemedi, bilakis örtbas ederek geçiştirmeye çalıştı. Böylece bir yap-reddet kültürü Cumhuriyet devlet mekanizmasının genetiğine işlendi.
  • 1934 Trakya Pogromu, 21 Haziran ile 4 Temmuz 1934 tarihleri arasında Türkiye‘nin Trakya Bölgesi‘nde Yahudilere karşı gerçekleştirilen şiddet eylemleri. Olaylar sonrasında çok sayıda ( kesin sayı bilinmemekle birlikte tahminen 15-20 bin kişi)Yahudi başka ülkelere göç etti.
  • 1938 Dersim pogromu:  

Zazaların yaşadıkları yerleri havadan bombaladılar, zehirli gazlarla zehirleyip topluca katlettiler. Kadın ve çocuklarını Batı illerine zorla sürüp, tarlalarda karın tokluğuna – yani köle olarak! – çalıştırdılar. Memleketlerinin Dersim olan adını Türkçeleştirip Tunceli yaptılar. Dillerini ve geleneklerini, ibadethanelerini ve mezheplerini gayrı kanuni hale getirdiler. Dersim Katliamı devletçe reddedildi. İsyan denildi.

  • 5-6-7 Eylül 1955 İstanbul Pogromu:

Balıklı Rum Hastanesi verilerine göre 60 Rum kadına tecavüz edildi. Tecavüze uğrayan yüzlerce Rum kadın, utandıkları için doktora gidemediler, dolayısıyla sayıları hiçbir resmi veride mevcut değil. O yağmalarda binlerce Rum ve diğer azınlıklara ait işyeri yağmalandı, tahrip edildi, yakıldı. Yine binlerce eve zorla girildi, insanların malları ve mülkleri yağmalandı, eşyaları ve taşınır-taşınmaz malları tahrip edildi, evleri yakıldı. 

  • 1978 Aralık Maraş Pogromu,
  • 1980 Çorum pogromu
  • 1993 Sivas Pogromu

Yazılı Kaynaklar:

  • Güven, Dilek, Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Bağlamında 6-7 Eylül Olayları, İletişim, Ankara
  • Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar, İletişim Yayınları, İstanbul 1997
  • Aktar, Ayhan, İkinci Dünya Savaşı yıllarında, 11 Kasım 1942 günü TBMM’de görüşülerek Kabul edilen 4305 sayılı Varlık Vergisi Kanunu,2010
  • Orhan Kargalı, 6-7 Eylül Olaylarında Basının Rolü ve Azınlıklara Karşı Tutumunun Değerlendirilmesi (Master Thesis)
  • 6-7 Eylül Olaylarında Basının Rolü, Elif Akgül
  •  İlker Sever, “İki ‘Gâvur’ Şehrin Tarihi”, Toplumsal Tarih, Nisan 2006, S. 148, s. 50-55;
  • Bir Zamanlar İzmir (Yayına Haz. Osman Köker), Bir Zamanlar Yayıncılık, 2009;
  • Avrupalı mı Levanten mi?, Yayına Hazırlayanlar: Arus Yumul, Fahri Dikkaya, Bağlam Yayıncılık, 2006;
  • Yeni Asır’ın İzmir Yılları, I-II, Yayına Hazırlayan: Türkmen Parlak, Yeni Asır Yayını, 1989;
  • Celal Bayar, Ben de Yazdım, C. 5, Baha Matbaası, 1967;
  • Kuşçubaşı Eşref, I. Dünya Harbinde Teşkilat-ı Mahsusa ve Hayber’de Türk Cengi, Ercan Yayınları, 1962;
  • Cüneyt Okay, “Müslüman Boykotajı ve İstiklal-i İktisad-i Milli Cemiyeti”, Toplumsal Tarih, S.31, Temmuz 1996, s.47-51.

Video Kaynaklar:


[1] Prof. Dr. Cemal Kafadar, Harward Üniversitesi Tarih bölümü

[2] Bu olayları inceleyerek bir doktora tezine ve kitaba  dönüştüren Dr. Dilek Güven’den söz etmek gerekir. Ayrıca Resul Baboğlu’nun 2012 yılında kabul edilen 6-7 Eylül olaylarının Rumlar üzerindeki etkisi adlı yüksek lisans tezi, Olgun Gökçal’ın 2012 yılında kabul edilen 6-7 Eylül olayları ve Türk basını adlı yüksek lisans tezi de konu üzerinde farklı bakış açılarını yansıtmaları açısından önemli kaynaklar olarak değerlendirilmelidir.

[3] Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi……………………………………… (dergipark.org.tr)

Ulusal Tez Merkezi | Anasayfa (yok.gov.tr)

[4] Bir gece ansızın gelebiliriz! – Yılmaz Özdil – Köşe Yazıları – Sözcü (sozcu.com.tr)

[5] Takvim-i Vekayi (Osmanlıcaتقویم وقایع), Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde 11 Kasım 1831’de yayımlanmaya başlanan ilk Osmanlı Türk resmî gazetesidir. Haftalık olarak Osmanlı Türkçesi dışında; ArapçaErmeniceFarsçaFransızcaRumca baskıları da yayımlanan bir gazeteydi. Resmî ilânlar ve gayriresmî duyurular dışında, iç ve dış gelişmelere ilişkin haberler de basılmaktaydı. Takvîm-i Vekâyi, resmî bir gazete olması dolayısıyla makaleler esas olarak devletin görüşlerini yansıtıyordu. 1860’tan itibaren yalnızca resmî duyurular ve kabul edilen yasa metinleri yayınlandı. Kaynak: Vikipedi

[6] Son yıllarda devlet desteğiyle yapılan dizilerin bilimsel incelemesini yapan Dr. Leyla Oter’in Ankara Üniversitesi doktora tezi konuya ilişkin önemli analizler içermektedir.

[7] En bilinen katliam Yavuz Sultan Selim’in İran kampanyasında Alevi köylerinin tüm ahalisini(kadın, çocuk dahil) kılıçtan geçirttiği ve yaklaşık otuz bin kişinin öldürüldüğü söylenir.

[8] Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisi olan CHP, Tek Parti döneminin (1923-1946) temsilcisi olmuştur. Bir siyasi partinin, tek başına meclisi, hükümeti ve devleti temsil ettiği Tek Parti dönemi, 1924 TCF’nin (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası) ve 1930 SCF’nin (Serbest Cumhuriyet Fırkası) kısa ve etkin olmayan çok partili hayata geçiş denemelerinin dışında, Türkiye’de hâkim olmuştur.

[9] Dr. Leyla Oter,

Pogrom

Post navigation