web analytics

Piknik alanı olarak tanımlanan kanyon acaba hangi statüye sahip? Tabiat parkı her halde. Tarım orman bakanlığı web sitesine bakıyorum; Türkiye’de tescil edilmiş (Kapısına tabiat parkı levhası konmuş) 250 tabiat parkı varmış. Sulak alan olarak 14 Ramsar alanı, 59 ulusal önem haiz sulak alan, 13 mahalli öneme haiz sulak alan ve  koruma altında olan 45 milli park. Piknik alanı diye bir kavram yok. Millet bahçeleri diye yeni bir tanım var. AKP iktidarının “çevre duyarlılığı” konusuna getirdiği siyasi çözüm bu. Mevcut yeşil alanlara, doğal alanlara ilave olarak mı yoksa mevcudun içinden bir kullanım alanı oluşturarak mı yapılıyor bu millet bahçeleri? Görüldüğü kadarıyla uygulamalarda koruma altında olan yeşil alanları kanun değişikliğiyle ayırıp bahçe düzenlemesi yapılıyor. Yapılaşmanın önü açılıyor, tesisler kuruluyor. Millet bahçesi kavramını ele alıp örnekleriyle incelemek gerekiyor. Çevreye duyarlı bir yaklaşım mı yoksa değil mi?

Örneğin ilk akla gelen Salda Gölü için tasarlanan millet bahçesinde otoparklı, bungalovlu bir tasarım yapılmış. Bu  koruma altındaki SİT alanına yani göl kıyısına  bir kıraathane binası, bir sağlık birimi, iki yönetici birimi, iki satış birimi, bir oturma birimi, bir mutfak birimi, bir bulaşıkhane, iki kafe, iki mescit, altı büfe, dört giyinme-soyunma birimi, dört tuvalet tasarlayarak bu ÖDA (Önemli Doğa Alanı)’yı lunaparka çevirmenin bir RANT projesi olduğunu kesinlikle söylemek mümkündür. Yetkililerin neden bu projeye yol verdikleri sorulduğunda verilen cevap “özürü kabahatinden menkul” dür.[1]

Gölü halkın tahribatından korumak için böyle bir plan yapılmış. Halk oraya araçlarıyla gelip çöplerini bırakıyormuş. Zaten korunması gereken bir alanı önce korumak için bir plan yap o zaman. Önce üniversiteye sor. Uzmanlık böyle konular için gerekli. Oysa onun yerine hemen ihale açılıyor.

Konu özel sektöre rant amacıyla havale ediliyor.

İhale de şeffaf değil. Mimarlık dergisinden bir alıntı yapalım:

 “Koruma alanlarında, doğal varlıkların olduğu yerlerde millet bahçesi kurulabilmesinin önündeki engelleri kaldırmak için düzenlemeler yapılmaya başlanması bu örneklerin sayısının artacağını gösteriyor. Üzerlerinde yapı yasağı bulunan kıyılar bile bu amaçla hazırlanan “Coğrafi Bilgi Sistemleri ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi”nin yasalaşması durumunda yapılaşmaya açılmış olacak.”[2]

Şahindere kanyonuna bakıyorum da örneğin Gebze’deki “Ballı Kayalar” ya da Antalya’daki “Tazı Kanyonu”ndan hiç de farklı değil. Ortak noktaları koruma yok. Kanyonun sahibi yok. Su kenarında yiyip içip çöpünü bırakıp giden kitlenin insafına terk edilmiş yerler. Bu kitlenin kültürel yapısı gereği “doğayı koruma ve kollama” konusu gündem dışı. Oysa  doğa koruma ile ilgili ilk yasa 8.2.1937 tarih ve 3116 sayılı Orman Kanunudur. Bu yasa ormanlarda avlanma ile her çeşit bitki ve bitkisel ürünlerin toplanmasını izine bağlayarak, ormanların devlet tarafından korunması gereğini hükme bağlamıştır. Bu bilgileri Dr. Deniz Çolakkadıoğlu’nun 18 ekim 2017 tarihinde Plant dergisinde yayınlanan makalesinden önemine atfen alıntı yapıyorum.[3]  

“Milli Park terimi ile defa 31.8.1956 tarih ve 6831 sayılı Orman Kanunu ile Türk mevzuatına girmiştir. Bu kanunun 4. maddesinde ormanlar vasıf ve karakter bakımından “Muhafaza Ormanları, Milli Parklar, İstihsal Ormanları” olarak ayrılmıştır. Doğa koruma ile ilgili ilk doğrudan yasal düzenleme 9.8.1983 tarih ve 2873 sayılı Milli Parklar Kanunudur. Kanun, yurdumuzdaki milli ve milletlerarası düzeyde değerlere sahip milli park, tabiat parkı, tabiat anıtı ve tabiatı koruma alanlarının seçilip belirlenmesine, özellik ve karakterleri bozulmadan korunmasına, geliştirilmesine ve yönetilmesine ilişkin esasları düzenlemeyi amaçlamaktadır. Söz konusu amaçları yerine getirebilmek için ise 12.12.1986 tarihli Milli Parklar Yönetmeliği yürürlüğe girmiştir.”

Makalenin sonuç bölümünde yazar doğal alanların neden korunamadığını da analiz etmiştir. Kendisiyle aynı düşünceyi paylaşıyorum. Görünürde bir çok mevzuatla örülü doğal alanların yine de koruyucu bir kurumu yoktur. Ama istemediğiniz kadar çok mevzuat vardır. Bu karmaşadan (benim yetkim yok masalı) faydalanan rant avcıları  da gemilerini istedikleri şekilde yürütebiliyorlar. Siyaset tüccarlarının da böyle olması işlerine geliyor olmalı. Eğer bir konuda yetkili merci tanımlanmamışsa orası her yöne döndürülebilir. Nitekim öyle de oluyor.

Zeus Altarı, Adatepe ve Yeşilyurt  Köyü

Son günümüzde de köyleri dolaşmayı planlıyoruz. İlk adresimiz Zeus Altarı ve Adatepe köyü. Geçtiğimiz son elli yılda dünyada kentlerden kırsal alanlara bir göç başladı. Bu zenginleşen kentlerin orta sınıfının kendine yeni bir yaşam biçimi arayışının da sonucuydu. Bu akıma “kırsal soylulaştırma” adı veriliyor. Bu konuda çalışma yapan Çanakkale 18 Mart Üniversitesinden Doç. Dr. Arzu B. Uysal ve araştırma görevlisi İpek Sarıkaya bir bildiri yayınlıyorlar.[4]            

Bu bildiride son yıllarda Kazdağlarının en gözde köyleri olan Adatepe,. Yeşilyurt, Zeytinli, Güre, Kızılkeçili ve milli park civarındaki diğer köylere büyük şehirlerden zengin kentsoyluların göçlerinin başladığını ve sosyal bir değişim meydana geldiği kuramı üzerinde bir proje çalışmasından söz edilir.  Zenginleşen orta sınıf (burjuvazi) batı ülkelerinde başlayan “soylulaştırma” hareketi paralelinde Türkiye’de de deniz ve kum yerine daha farklı alanlarda tatil yapma  imkanlarını araştırırlar. Özellikle entelektüel ve sanatçı kentsoylular başta İstanbul  olmak üzere  mitolojinin ve kültürün başlangıcı kabul edilen İda Dağı eteklerinde Rumların terk ettiği köylerde alternatif yaşam alanı arama gayretine girerler.

Ekonomik ve siyasal nedenlerle terk edilen Kazdağları köylerindeki emlak ve arsa fiyatları ilk yıllarda “sudan ucuz” seviyesinde iken birkaç yıl içerisinde hızlı bir yükseliş başlar. Fiyatların ucuz olduğu dönemde arazi ve ev alanların başlattıkları sosyal ve ekonomik hareket tüm bölgeyi dalga dalga sarmaya başlar.

 Yerel halk da aslında mübadele döneminde farklı yerlerden gelen ailelerden oluşmaktadır. Çoğunlukla köy hayatından çok şehir hayatına alışkın olan bu insanların mülklerini yüksek bedelle satıp cazip bir iş bularak  şehirlerdeki modern konutlara yerleşme isteği baskın gelmektedir. İstatistiki verilere göre en fazla nüfus kaybeden köy Yeşilyurt ve Adatepe köyleridir. Bu göçlerde belirleyici olan faktör köylerde yaşayan ahalinin geçim derdidir. Zeytincilik, balıkçılık ve giderek zorlaşan tarım ve hayvancılık faaliyetleri kalabalıklaşan ailelerin geçimine yeterli değildir. Bu aslında Anadolu’nun tüm köylerinde gördüğümüz bir sorundur. Bu sorunun kaynağını da biliyoruz. Marmara bölgesine yani İstanbul’a toplanan sanayi ekonomik olarak tüm köylerin sıkıntıya düşmesindeki ana nedendir. Bilinçli olarak 25 milyon insanın İstanbul ve Marmara bölgesine toplanmasının yarattığı eşitsizlik günümüzde bir dizi problemi de beraberinde getirmektedir.

 İstanbul’un elitleri Adatepe ve Yeşilyurt köylerinde yeni bir tatil anlayışı yaratırlar. Adatepe’ye ilk gelen İstanbullu “elitler” kısa sürede köydeki Rum taş evleri  restore ederek yüksek mevkideki ilişkileri sayesinde köyü SİT alanı statüsüne getirirler. Köyün ahalisi bu değişimden hiç hoşlanmaz. Artık köyde bir çivi çakmak bile özel izin gerektirir. Yarı yıkık evler orijinaline sadık kalınarak restore edilir.   Altyapı sorunları ortaya çıkmaya başlar. Hünnap Han ‘ın ilk turistik tesis olarak  açılmasının ardından uluslararası felsefi toplantıların yapıldığı taşmektep ve  Zeus Altar’ı da turistik bir cazibe noktası haline dönüşür. Yatırımcılar süratle Adatepe’ye üşüşür, ilk gelenlerin  evlerini satın alıp pansiyona çevirirler.  İlk gelenler ise civar köylere yelken açarlar; dağ eteklerinde emeklilik hayalleri kurarken yeni gelenler fiyatları giderek artan evleri yüksek fiyatlardan zengin tüccarlara, sanayicilere satmaya başlarlar. Adatepe ve Yeşilyurt  evleri kısa sürede bir rant merkezine dönüşür. Bir taş ev 5-6 kez el değiştirir. Bir tür emlak borsası ortaya çıkmış olur. Adatepe ve Yeşilyurt  evleri ulaşılmaz fiyatlara çıkınca yatırımcılar bu kez Güre ve diğer köylere yönelirler. Kısa sürede köylerde lüks pansiyonlar devreye girer. Gerek Adatepe, Yeşilyurt  gerekse de diğer köylerdeki otel ve pansiyonlar iki yıldız statüsünde servis vermelerine karşın beş yıldızlı otel fiyatı uygulamaya başlarlar. İstanbul’dan gelen zengin tatilcilerin rağbet ettiği bu “soylulaşmış” mekanlar Türkiye’ye özgü bir diğer anomali olarak karşımıza çıkar. İstanbul’un sanat çevresi Kazdağları’nda  Alevi köylerine yönelirler. Tahtakuşlar, Kavlaklar, Arıtaşı, Mehmetalanı, Kızılçamlı, Yassıçalı, vb. gibi Alevi köylerinde “gurme”, “vegan”, “yoga” pansiyonlar türemeye başlar. Popüler şefler, diyetisyenler, yogacılar, enerji grupları workshoplar düzenlerler. Dizi film yönetmenleri, şarkıcılar, köyleri klip çekmek için mekan olarak kullanmaya başlarlar. Kısaca söylemek gerekirse Kazdağları son otuz yılda kabuk değiştirerek kentsoyluların sığındığı bir coğrafyaya dönüşür.

Adatepe yoluna sapıyoruz. Zeus Altar’ını ziyaret edeceğiz. Köyden önce altarın bulunduğu bölgeye geliyoruz. Aracımızı park edip kızılçamlar arasından yürüyoruz. Yaklaşık iki kilometrelik bir tırmanıştan sonra altarın bulunduğu tepeye varıyoruz. Yerel rehberler burayı “Dede Tepe” olarak anlatıyorlar. Ne kadar doğru bilmiyoruz.  Homeros’un İlyada destanına atfen bu tepenin “Gargaron” tepesi olduğu ve Zeus’un Troya savaşını buradan izlediği söyleniyor. Gargaron tepesi olduğunu söyleyen kim? Turist rehberlerine göre Troya’yı keşfeden Alman mühendis Heinrich Schliemann söylüyormuş. Bu tepe o tepe diyormuş. Aynı şeyi Sarı Kız tepesi için söyleyenler de var. Ama ortada bir belge yok. Madem burası antik bir kalıntı öyleyse neden koruma altında değil? Bana kalırsa bu seyir tepesi Bergama’daki Zeus Altarı düşünülerek yapılmış bir turizm kurgusu. Orada bir de yatır varmış. Kalkerli yapısından ötürü altarın bulunduğu kayada oyuklar oluşmuş. Zeus mağarası diyenler de var. Eğer bütün bu efsanelere inananlar varsa ne iyi.  

Otobüslerle gelenler tam önümüzde iniyorlar. Çok kalabalık bir grup. Günlük bir tur anlaşılan. Biz bir çay bahçesinde oyalanırken otobüsün yolcularının geri dönmesini bekliyoruz. Onlar uzaktan görününce biz harekete geçiyoruz. Yol çok kalabalık. Yolu yürümeyen kilolu ve yaşlılar için at servisi bile  var. Gidiş dönüş elli lira. Altarın orada biraz daha oyalanıp ortalığın sakinleşmesini bekliyoruz. Sonra merdivenlerden yukarı çıkıyoruz. Edremit körfez manzarası ayaklarımızın altında. Altar ya da değil ama 180 derece körfez manzaralı. Orası  Zeus Altarı ise ve bu kadar ziyaret eden varsa daha farklı bir yer olması gerekmez miydi? Bir düzenleme yapılmadığına göre atıp tutmak serbest.  Göründüğü kadarıyla altar demeye bin şahit istiyor. Artık kim sorumluysa onun ayıbı. Bu toprakların hazineleri cahil yöneticilerin elinde heba oluyor. 2. Abdülhamid döneminde padişah fermanıyla  Herr Schliemann’ın götürdüğü geriye kaya parçaları bıraktığı Troya tapınakları gibi, meslektaşı Carl Humann ‘ın Pergamon Zeus Altarını Berlin’e götürdüğü  gibi.   

Zeus altarını gördükten sonra Adatepe köyüne gidiyoruz. Muazzam bir kalabalık var. Otoparkta yer yok. Mecburen köy yollarına park ettik. Meydandaki restoran ve cafeler dolu. İnsanlar kıtlıktan çıkmış gibi yiyip içiyorlar. Evlerin çoğu boş. Bu evlerin sahipleri nerede anlamak mümkün değil. Adatepenin en yüksek noktasında bir kayalık var. Oraya tırmanmaya karar veriyoruz. Uzun bir tırmanıştan sonra tepeye varıyoruz. Bu tepeden Zeus altarının tepesi de görünüyor, körfez de. Fotoğraf çekip oradan ayrılıyoruz.     

Aynı gün Pınarbaşı’nı da görmek için gittik. Şelaleler listemde Pınarbaşı da var. Ama rehber burayı da önermedi fotoğraf için. Çok pınarlı İda’nın su kaynakları gezmekle bitmeyecek kadar çok. Pınarbaşı kaynakları, Subaşı kaynağı, Padişah pınarı, Gölcük pınarları, derin vadi içlerinde şelaleler yer alıyormuş Sütüven şelalesi, Mıhlı şelalesi, Saklı şelale, Vallah şelalesi.  Halk arasında „böğet“ adı verilen dev kazanları yüzmek için ideal ortamlar yaratır. Gökbüvet adı verilen dev kazanına bir de efsane kurgulanmıştır. „Hasan Boğuldu“ efsanesi.

Pınarbaşı şelaleleri diye geçiyor ama şelale yok. Dere içine masalar yerleştirilmiş. Mangal ve rakı mekanı. Şelalelerin fotoğrafını çekmek için geldik diyoruz ama giriş ücreti araç başına 25 lira. Sonuç olarak su sızıntısı ve katil bakışlı rakıcıları görmek için 25 lira vermiş oluyoruz.

Tüm Kazdağları keşif programı da böylelikle tamamlanmış oluyor. İngilizcede bir söz var: “overrated” Kazdağları yaratılan imajın içini doldurmuyor bana kalırsa.     


[1] http://www.mimarlikdergisi.com/index.cfm?sayfa=mimarlik&DergiSayi=426&RecID=4960

[2] Mimarlık Dergisi sayı 412,

[3] https://www.plantdergisi.com/prof-dr-muzaffer-yucel/ulusal-koruma-mevzuati-ve-korunan-alan-statuleri.html

[4] “Türkiye’de Kırsal Soylulaştırma: Çanakkale İli Güneyindeki Kırsal Yerleşmeler Örneği” isimli, 2010/273 nolu Bilimsel Araştırma Projesi sonuçlarından yararlanılarak hazırlanmıştır. Proje aynı yörede bulunan Adatepe, Yeşilyurt, Ahmetçe, Kozlu ve Büyükhusun köylerini kapsamaktadır.  

Zeus Altarı

Post navigation