1970 yıllarında İstanbullu entelektüel ve sanatçılar tarafından önce Assos keşfedildi. Mavi yolculuk kavramını keşfedip içini mitoloji ile dolduran Halikarnas Balıkçısı, Azra Erhat ve diğer sanatçı ve yazarlardan etkilenen öğrencileri ve yurtdışında eğitim görmüş “Beyaz Türkler” mübadelede terk edilen taş Rum evlerini satın alıp restore ettiler. Azra Erhat’ın da derslerinde anlattığı gibi Antik Yunan dilinde “söz” kavramı “mythos”, “epos”, “logos” gibi üç farklı kelimeyle izah ediliyor. Assos’da “mythos” toplantıları düzenlendi. Mitoloji uzmanları tartıştı. Epos’lar anlatıldı, Logos’lar havada uçtu. Homeros’dan başlayarak mytoslar tregedyalar ortalığa saçıldı. Assos’da kapalı devre mytos toplantıları periyodik olarak yapıldı zamanla bunlar üniversite felsefe hocalarının da katılımıyla felsefe toplantılarına dönüştü. Toplantılar bir çok kez kesintiye uğradı ama katılımcıların sayısı artmadı.[1]Kurucuların yola çıkış manifestosu biraz abartılı ve tek yanlı olmasına rağmen anlamlıdır. Web sitelerinden alıntı yapıyorum:
“Anadolu, felsefe tarihi açısından dünyanın en önemli yerlerinden birisidir. Felsefe M.Ö. 7. Yüzyılda, günümüzde Aydın il sınırları içinde olan, Miletos’ta doğmuştur.
Thales, Anaksimandros, Anaksimenes ve Leukippos Miletos’ludur. Atina’lılara felsefeyi ilk öğreten kişi olduğu söylenen Anaksagoras Klazomenai’lidir (Urla-İzmir). Antik dönemin en önemli filozofları arasında yer alan Herakleitos Efesos’ludur (Selçuk-İzmir), Aristoteles bir dönem Assos’ta yaşamıştır, Kleanthes Assos’ludur, Epikuros Anadolu’nun kııyısındaki adalardan Samos’ta doğmuştur ve bir dönem Lampsakos’ta (Lapseki-Çanakkale) yaşamıştır, Pitagoras Samos’ludur, Krisippos Soli-Pompeipolis’lidir (Mezitli-Mersin), Diyojen Sinope’lidir (Sinop).
Felsefe bu topraklarda yeni bir şey değildir, ancak eskide de kalmamalıdır.”
Ege kıyılarındaki her köşe aslında “Mythos” ile doluydu. İstanbul’un elitleri Ege’yi ve mitolojiyi keşfe başladı. İşte Kazdağları da bu keşiflerden birinin ürünü denebilir. Ama gel gör ki tartışmalarda özden ziyade siyasi taraf öne çıkıyordu. Sert milliyetçi söylemler de eksik olmuyordu. Erhat-Balıkcı ekolünün Yunan değil Ege tezi batılı kültür tarihçileri tarafından külliyen reddediliyordu. Her ne kadar felsefe ve mitoloji bugünkü Ege kıyılarında var olmuşsa da bu Antik Ege Felsefesi denmesine yetmiyordu. Batı kültür tarihçileri Antik Yunan tanımında ısrar ediyorlardı. Miletos bir Antik Yunan kolonisi idi. Beyaz Türk entelektüellerin kendilerini Antik Ege uygarlıklarının devamı olarak görme ve gösterme gayreti de siyasi ve ideolojik bir çıkış değil mi? İşte Kazdağlarının keşfi de 70’li yıllardan sonra bu atmosferde yapılıyordu. Terkedilen Rum köylerinde yerleşen entelektüeller Yunan müziği dinliyor “mytos” lardan söz ediyorlardı. Oysa daha 6-7 Eylül olaylarının üzerinden çok fazla zaman geçmemişti. Yeni kurulan cumhuriyet idaresi Jöntürkler’in ideolojisi paralelinde Müslüman olmayanlara karşı bir kampanya yürütüyordu. Siyasi olarak batıda yer almak isteyen cumhuriyetin tercihini Müslümanlıktan yana kullanması bir çok şeyi değiştiriyordu. Bilindiği gibi mübadele Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında yapılmış siyasi bir takastır. Demokrasiyle, vatandaşlık haklarıyla hiçbir alakası yoktur. Dışarıya eğitimli orta sınıf gönderilmiş, içeriye eğitimsiz alt sınıf alınmıştır. Bugün artık çok geç ama bazı soruları sormak gerekir. Birinci ve esas soru acaba mübadelenin önlenmesi mümkün müydü? Anadolulu Rumların sınır dışı edilmesi en çok kimin işine yaradı? Eğer mübadele olmasaydı bugün Adatepe dahil bir çok Rum köyü ne halde olurdu? İstanbullu romantik entelektüeller Rumların evlerini satın alabilirler miydi? Cumhuriyet Anadolu Rumlarını koruyabilseydi, onlara eşit vatandaşlık hakları verseydi bugün Türkiye’nin ekonomisi, siyaseti, sosyal ve kültürel yaşamı nasıl olurdu?
Bu sorular sorulmuyor artık. Ama Anadolu’nun Rum izleri turizm amaçlı olarak ticari ilişkilerde yer alıyor. Bugün Burgazada dahil olmak üzere tüm Ege kıyı restoranlarında Yunan müziği çalınıyor, masalar mavi ve beyaz örtülerle dekore ediliyor. Neden acaba? Artık var olmayan bir Anadolu Rum kültürünü diriltme çabaları mı bu? Heybeliada dahil olmak üzere Adatepe, Bozcaada, Bodrum, Doğanbey, Fethiye ve Kaş sahil kasabalarında mavi beyaz taş evlerin restorasyonu neden Anadolu Rum mimarisi tarzında yapılıyor?
Homeros hangi kültürün şairi? Hangi dilde yazıyor? İlyada destanı hangi tanrıları anlatıyor?
Destan nasıl başlıyor?
Truva prensi Paris’in , Akha krallarından Menelaos’un karısı, Helene’yi kaçırmasıyla başlıyor. Sarı Kız Tepesinde yapılan güzellik yarışması bu efsaneye dahil mi, değil mi? Kimine göre dahil, kimine göre değil. Savaş Akhalılar ile Truvalılar arasında cereyan ediyor. Bir yanda Zeus, Afrodit ve Apollon’un desteklediği ünlü Troyalı kahraman Hektor öte yanda deniz tanrıçası Thetis’in oğlu Akhilleus ve onu destekleyen tanrılar Poseidon, Hera ve Athena.
Bu destan hangi dilde yazılmış? Antik Yunanca. Yani Türkçe değil, Arapça değil, Farsça değil. Ne zaman yazılmış? MÖ. 8. Asırda. 2800 yıl önce. Şimdi bu gerçeğin neresinden tutacaksınız? Bu gerçeği nasıl Türkleştireceksiniz? Hadi Yunanca yer isimlerini Türkçeleştirip geçmişini sildiniz, destanları, halkın konuştuğu dili nasıl değiştireceksiniz?
Böyle bir tartışmaya girmek bile gereksiz. Bölgesel heterodoksi akımlarını hiçe sayan Sünni İslam eğilimli diyanet başkanlığı yerel efsaneleri de tanımıyor. Bugün Kazdağlarında veya Anadolu’nun herhangi bir yerinde anlatılan efsanelerin üzerinde araştırma yapmadan tarihsel perspektifine oturtmadan değerlendirmemiz mümkün mü?
Değişen Türkiye’de kültürel yapılar ve eğitimin muhtevası da değişime uğruyor. İstanbullu elit, aldığı laik eğitim sırasında Yunan mitolojisini de öğreniyor ve Ege bölgesinde yerli yerine oturtuyor. Öte yandan Şahindere kanyonunda veya Zeus altarında yürüyen, mitoloji eğitimi almamış İslam müfredatını (İmam-Hatip Okulları) öğrenmiş kitlelerin Homeros’u ve Troya savaşını, Yunan panteonunu ( tanrıları) anlamasını beklememiz biraz saflık olur. Türkiye eğitim alanında da diğer alanlarda olduğu gibi siyasal olarak bölünmüş, parçalanmış bir yapıya sahiptir.
Sosyologların işaret ettiği şehirlerden kırsal alanlara göç edenlerin gittikleri yerde meydana getirdikleri değişimlerin üzerinde de durmak gerekir. Bu değişim sadece sosyal alanda değil mimari, ekonomi ve siyasi alanlarda da değişime sebep olmaktadır. Adatepe be Yeşilyurt köylerinde yapılan araştırmalarda ortaya çıkan gerçek bu köylere yerleşen İstanbulluların köy yönetimine müdahale ettikleri doğrultusundadır. İlk değişim satın alınan mülk üzerinde yapılmaktadır. Kırsal alan mimarisinde iki katlı evler duvarlarla çevrili bir avlu içinde yer alır. Hayvanlar için ahır ve müştemilat ise ayrı binalarda avlunun iki yanında bulunur. Evi restore eden yeni sahibi şehir yaşamında alıştığı konforu burada da sağlamak isteyecektir. Tuvalet, banyo, mutfak evin içine alınacak ahır ve diğer yapılar ise misafir odaları olarak düşünülecektir. Bu tarz bir mimari geleneksel kırsal alan mimarisinin ötesinde bir rezidans, çiftlik evi ya da town-house konseptine daha yakın durmaktadır. Bugün Türkiye’de kırsal alanda bu değişim yaşanmaktdır. Kazdağları köylerinde yaşanan değişim bir örnek teşkil etmektedir. Kırsal alanın “soylulaştırılması” kavramıyla izah edilen de budur. Ben bu İngilizcede kullanılan “gentrification” kelimesinin Türkçe karşılığı olan “soylulaştırma” kelimesini sevmedim. Şimdilik onun yerine modernleşme kelimesini kullanacağım.
[1] http://www.philosophyinassos.org/TR/index.htm