Sabah erken saatlerde Yalova feribotundan çıkıp Sermayecik köyüne doğru yol alıyoruz. Anadolu Dağcılık grubu ile yürüyorum bu hafta sonu. On sekiz kişiyiz. Rehber dahil.
Rehberimiz Köksal Pınar ertesi gün grubun sayfasında yürüyüşü şöyle anlatıyor:
“Sermayecik – Keramet Yürüyüşü
Yürüyüşümüze Sermayecik köy meydanın ilerisinden saat 9.40 gibi başladık. Muhteşem bir havada, 350 metre rakımdan başladığımız yürüyüşümüzde 400 metre orman içindeki yollardan yükselerek, harika bir İznik gölü manzarası eşliğinde yaklaşık 17km yürüdük. Yürüyüşümüz toplamda 5 saat sürdü ve 15.00 ‘de parkur sonundaki Keramet Ilıcasında son buldu. Soğuk havaya rağmen yürüyüş sonunda Kerametteki sıcak termal havuz sefası en büyük ödül idi ve havuz içinde içilen çaylardan sonra, saat 16.00 gibi İstanbul’a geri dönüşe geçtik .Yol üstünde Köfteci Yusuf’ta akşam üstü yemeği yenilip İstanbul’a varıldı. Köksal Pınar.”
İznik gölüne bakan tepelerde hep yürümek istemişimdir. Kalemle çizilmiş gibi ufuk çizgisinde birbirini izleyen sıra tepeler. Yıllar boyunca yazları Darka’ya bu tepeleri aşarak gidip gelmiştim. Her cuma akşamı darka’ya doğru yol alırken otomobilden tepelere bakarak iç çektiğimi hatırlıyorum. İş hayatının o insanı otomobile, ofise ve otellere hapseden gücü karşısında çaresiz kaldığım yıllar artık çok geride kaldı.
Şimdi sırtımda çantam ayaklarımda yürüyüş botlarıyla dilediğim yere gidebiliyorum. Anadolu dağcılık Grubu ile ilk kez yürüyeceğim. On sekiz kişilik bir grupla yürüyoruz. Çoğunluk tecrübeli dağcı trekkingci. Disiplinli bir grup. Yürüyüş temposu da oldukça iyi.
Sermayecik Köyü modern bir kasaba gibi görünüyor aslında. Asfalt yollar, beton evler burası en fazla yirmi otuz bilemedin elli yıllık bir yere benziyor. Bulgaristan göçmenlerinin kurduğu bir köy olduğu söyleniyor. Geniş çapta Osmanlı Çileği tarımı yapılan bir yer. İstanbul’un çileği buradan geliyor olmalı. Tarımın yok olmaya başladığı bir dönemde Sermayecik köylüleri kurdukları bir kooperatif aracılığıyla kolektif tarım yapmaya başlıyorlar. Her şeyi yoktan var ediyorlar. Kısa süre içinde bölge çilek ve diğer tarım ürünlerinde yüksek bir başarıya ulaşıyor. Köyün temizliği, tarlaların düzenliliği alışık olduğumuz “Tipik Türk Köyü” tanımından çok “Avrupa Köyü” tanımına yaklaşmış.
Nitekim daha sonra tepelerden göle doğru inişe geçtiğimizde Keramet köyüyle karşılaştırdığımızda farkı görmemek mümkün değildi. Bir tepenin iki yakasında iki farklı köy. Biri modern diğeri ise modernleşmeye çalışıyor. Oysa Keramet köyü zengin bir zeytin ormanının ortasında bulunuyor. Ekip biçmelerine gerek bile yok. Zeytinleri toplamaları yetiyor. Ayrıca köyün sınırları içinde doğal bir kaplıca bulunuyor. Köyün her yerde gördüğüm “Her koyun Kendi bacağından” mantığıyla kolektif hiç bir şey yok. Bu köyün ahalisinin “Yörük” , “Boşnak” , “Selanik Mübadili” olduğu söyleniyor. Herkes kendi yağıyla kavrulmaya çalışıyor. Oysa burada bir zeytinyağı işleme tesisi olması gerekiyor. Gördüğüm kadarıyla yok. Köyün ahalisi üretici değil, toplayıcı. Artan zeytinlerini de tüccarlara yok pahasına satıyorlar. Sokaklar pislik içinde. İki köy bu kadar farklı olabilir. Farklı kültürler bir köyün potasında erimiş mi? Bana göre pek erimemiş.
Ilıca ya da kaplıcaya giriyoruz. Giriş üç lira. Soyunma kabinleri ve tuvaletler pislik içinde. Açık hava kaplıcası bu. Soğuk havada 36 derece suda yüzmek inanılmaz keyifli. Buranın adı da “Keramet Ilıcası”. Buranın tarihçesiyle ilgili hiç bir bilgi yok. Kaplıca suyunun bol kükürtlü olduğu söyleniyor ama su kükürt kokmuyor. Başka bir bileşen olmalı.
Keramet adının nereden geldiği konusu da şaibeli. Sözüm ona burada bir evliya yaşarmış da o nedenle keramet denilirmiş. Bu evliyanın kim olduğu ne gibi kerametleri olduğu konusunda da değişik hikayeler anlatılıyor. Bu söylenceler ne kadar doğru olabilir ki?
Bölge MÖ. bin yılından bu yana çeşitli medeniyetlerin yaşadığı bir yer esasında. Bithynia krallığı toprakları. Ünlü antik şehir Nicaea (İznik) bir tarih hazinesi. Bir zamanlar Bizans imparatorlarına da başkentlik yapmış bir yer. Hıristiyan dininin en önemli kiliselerinin yer aldığı topraklar buralar.
Büyük bir olasılıkla bu kaplıca antik çağda (varolsaydı) bir arınma mekanı olarak tanınıyor olurdu. Ama elde bu konuyla alakalı bir bilgi yok. Bu kadar gözde bir dini merkezin bu kaplıcaları kullanmamış olmaları düşünülemez.
Öte yandan bu kaplıcanın son depremde bir fay kırılmasından sonra ortaya çıktığı da söyleniyor. Eğer bu teori doğruysa bu fenomen bir keramet olarak değerlendirilmiş olabilir. Birden bire ortaya çıkan bir kaplıca. Bölgeye bir armağan mı?
Bütün veriler aslında bu kaplıcanın antik çağda var olmadığını gösteriyor. Eğer olsaydı mutlaka kaplıcanın bulunduğu yerde arkeolojik kalıntılara rastlanırdı.
Kaplıcaya beş yıl önce gelen arkadaşlarımız beş yıl önce kaplıca havuzunun ormanın ortasında ağaçlarla çevrili ıssız bir yer olduğunu söylüyorlar. Oysa şimdi her yer betonlanmış. Ağaçlar kesilmiş. Bütün doğallık yok edilmiş. Plastik ve beton buraya hakim olmuş. Bir kaç yıl içinde acaba ne hale gelecek? Büyük bir olasılıkla havuzun üzerini kapatacak bir beton bina yapacaklar. Türkiye’de bir çok yerdeki benzerlerinin akıbetine uğrayacağı kesin.
Bardağın boş yanını görmekten vaz geçmem gerekiyor. İznik Gölü Transı adını verdiğim bu yürüyüş benim için sanki bir rüyanın gerçek olması gibi bir şeydi. Gölü çevreleyen tepelerde Uludağ’ın karlarını seyrederek yürüdüm işte. Bir hayalimi daha gerçekleştirdim.
Yürüyüş GPS verilerini aşağıdaki linkten indirebilirsiniz:
http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=15690848