Yaşadığımız çağda, yani demokrasiler çağında belirli siyasi akımlar ve onların standartları artık tartışılmıyor. Gel gör ki “uygar dünya ülkeleri”[1] için doğru olan bu önerme üçüncü dünya ülkeleri için geçerli değil. Diktatörlüklerle yönetilen ülkelerdeki kargaşa ve demokrasi ihlalleri bir türlü bitmiyor. Giderek baskı rejimlerinin güçlendiğini de görüyoruz. Dünya siyasi haritasındaki bu belirgin çatlak giderek büyüyor.
Uygar dünyaya geçiş hiç te kolay olmamıştır; 1215’teki Magna Carta Anlaşması ile “Tanrı Kral” hegemonyası İngiltere’de kırılırken Rönesans, Hümanizm, Kapitalizm, Aydınlanma, İngiliz, Amerikan, Fransız Devrimleri, Sanayi Devrimlerine kadar giden yolların da önü açılıyordu. Günümüz dünyasını etkileyen ve ona biçim veren, ilmi, ideolojik, siyasal, sosyal, ekonomik, sanatsal, kültürel bütün düşünce akımları, ideolojiler ve kurumlar batıda bu süreçte tabandan yükselerek oluşmuştur.
İnanç düzleminde siyasallaşan dikta rejimlerinin yükselişi özellikle Orta Doğu ülkeleri başta olmak üzere askeri cunta rejimleri sonrasında tepeden inme usulüyle meydana gelmiştir. Her askeri cunta rejiminin arkasında anti-domokratik güçlerin parmağı olduğu kadar eğitimsiz halkın dini duygularını istismar eden siyasi unsurlar da vardır. Askeri baskı rejimleri hemen hemen her yerde din ile el ele olmuştur. Hiç şüphesiz bu siyasal oluşumların köklü sosyolojik ve ekonomik nedenleri vardır. İmparatorluklar, padişahlar dönemi olarak adlandıracağımız on beşinci yüzyılda, batıda “modernite”ye dönüşüm başlarken doğu toplumlarında örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nda aksine merkezi otoritenin ve Sünni İslam taassubunun güçlendiğini görüyoruz. Halkın çoğunluğunu “reaya ve askeriye” olarak ikiye ayıran Osmanlı merkezi yönetimi bir ölçüde uygar dünyanın izlediği yolun tam da tersine bir tür “kast” sistemine doğru yönelmiştir.
Demokrasinin bir toplumda yerleşmesi için bazı şartların yerine gelmesi gerekiyor. Öncelikle toplumun ekonomik refah düzeyi ve eğitim seviyesinin büyük bir rol oynadığını söylemek gerekir. Ülkedeki vilayetler arasındaki ulaşım ve iletişimin ne kadar etkili olduğunun da demokrasinin yerleşmesinde ana unsurlardan biri olduğunu belirtmeliyiz. Bunun ötesinde genel halk kütlelerinin demokrasinin ne olduğunu bilmesi ve savunması da çok önemlidir.
Birinci savaş sonrası yenilmiş ve ekonomik olarak çökmüş bir imparatorluğun (Osmanlı) demokrasiye geçmesi için gereken şartların uygun olup olmadığı tartışma konusudur. Bir çok kişiye göre uygun değildi. Öte yandan İmparatorluk ahalisinin karma etnik ve dini yapısı beraberinde bazı güçlükler de getirmiştir. Müslüman ve Müslüman olmayanlar ayırımı keskinleşmiş bir yerde “reaya-askeriye” ayırımının önüne geçmiştir. İmparatorluğun Pers bürokrasisinden ödünç aldığı bu ayırım Tanrının gölgesi olarak algılanan padişahın kulları arasında önemli bir sosyal statü farklılığı yaratmıştır.
“Reaya” kelime anlamı olarak davar, sığır sürüsü anlamına gelen Arapça bir kelimedir. “Teba” anlamında yani askeri sınıf dışındaki herkes demektir. Reaya vergi ödemekle yükümlü her meslekten, dinden olan yönetici olmayan halktır. Yönetici sınıfın kararlarını sorgulama hakkına sahip değildir. Yalnızca kırsal kesimde yaşayıp, tarımsal üretim yapan halk reaya değildir.[2]
Padişahın kullarının askeriye de olsa reaya da olsa farklı hukuki ve sosyal statüleri vardır. Askeriye sınıfı yani yöneticiler sınıfı “seyfiye-askerler”, “ilmiye-din adamları”, “kalemiye-bürokratlar” olarak üçe ayrılır. Vergi ödemezler görevine ve mevkiine göre ayrıcalıklar tanınan imtiyazlı sınıftır.[3]
Yaklaşık altı yüzyıl boyunca bu sosyal kast sistemi içinde yaşayanların oluşturduğu son derece karmaşık “reaya kültürü”, “askeriye kültürü” yapılarından da söz etmek gerekir. Genellikle bu sınıflar arasında geçiş nadiren özel koşullarda meydana gelir.
Bu bağlamda Osmanlı toplum yapısı içinde demokrasiden söz etmek mümkün değildir. Özellikle din adamlarının güçlenerek tüm yönetimi etkiledikleri de bir gerçektir. Güçlü merkezi yönetimin baskı altında tuttuğu padişahın kullarının hangi sınıftan olursa olsun hakkını arama, söz hakkı, fikir hürriyeti, vb. gibi demokrasilerde olmazsa olmaz olanakların yokluğu farklı bir kitle psikolojisi yaratmıştı. Kadılarla sağlanmaya çalışan hiyerarşik adalet sistemi ise zaman içerisinde aşınmış iftira, şikayet, rüşvet gibi unsurlarla maddi durumu iyi olanlara imtiyazlar sağlayan bir mekanizma haline gelmişti. Özellikle son dönemlerde “jurnal” olarak nitelendirilen rejim ve padişah aleyhine konuşan, faaliyet gösteren kişilerin “saraya” bildirilmesi, jurnallenmesi mekanizması baskı rejiminin sadece bir yönüydü. Reaya olarak nitelendirilen halkın bu baskı karşısında sindiği ve giderek her türlü siyasi ve sosyal aktivitelerden uzaklaştığı görüldü.
Osmanlı sonrasında kurulan cumhuriyet rejimi her şeyden önce bu sosyal kast sisteminin dışına çıkarak demokratik reformları hayata geçirdi. Belki batı demokrasileri kadar geniş bir tabana dayanmasa da laik toplum düzeni en azından tüm kamusal alanlarda görülmeye başlandı. Bu reaya toplumu için belki de en büyük devrim niteliğindeydi. Kanunlar karşısında her vatandaşın eşit haklara sahip olabilmesi inanılmaz bir paradigma değişimini gerektiriyordu. Reaya kültürünü yüzyıllar boyunca sindirmiş bir toplumun kolay kolay laik ve demokratik anayasal değerlere ulaşması Anadolu’nun binlerce yıllık geçmişindeki en büyük sosyolojik ve siyasal olaydır.
Feodal toplum düzeni “reaya” kültürünün toplumsal yaşama olan yansımasıdır aslında. Tanrı kral ya da Tanrının gölgesi padişah kutsallığını ilan eder. Kendisine tapınılmasını ister. Astığı astık, kestiği kestik tek adam rejimini dayatır. Tek adam rejimlerinde hiç kimsenin can güvenliği yoktur. Her an cezalandırmaya hazır kolluk güçleri toplumun her kesimine her gün korku pompalar. Birileri tutuklanır, birileri itibarsızlaştırılır, birileri ortadan yok olur. İşte bu ortamda din adamları topluma reçete olarak sunulur. Ayinler, dualar, ritüeller birbirini izler. Reaya din adamlarına sarılır. Umudunu, adalet talebini öteki dünyaya saklamayı kabullenir.
Modernitenin ilk adımı olan laik toplum düzeni Türkiye gibi demokrasi altyapısı olmayan askeriya-reaya kültürünün hakim olduğu coğrafyalarda tepki çeker. Feodal tiranlar ve din adamları moderniteye ve laik toplum düzenine şiddetle karşı çıkarlar. Toplumun belirli kesimleri bu noktada ayrışırlar. Laikler ve anti-laikler ya da dindarlar siperlerini kazmaya başlarlar. Bu açık bir savaş ilanıdır. Modernite ve karşıt güçlerinin mücadelesi sürüp gidecektir. Din adamlarının ana hedefi aslında siyasi iktidarı ele geçirmek ve kontrol etmektir.
Osmanlının bakiyesi olan askeriye-reaya kültürü moderniteyi reddeder. İstiklal savaşı sonrasında (1923) modern toplum, laik toplum düzeni, çağdaş toplum, demokrasi, insan hakları, fikir ve söz hürriyeti, eşitlik, çağdaş hukuk devleti projesiyle yola çıkan Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları ilk yıllardan bu yana bu feodal askeriye-reaya kalıntıları tarafından düşman ilan edilmişlerdir. Özellikle din adamları şiddetli direnç göstermişlerdir. Günümüzde de bu böyledir. Her fırsatta Atatürk düşmanlığı yapan din adamları toplumun en eğitimsiz kesimini kışkırtarak iktidarı ele geçirmek, kontrol etmek ya da belirli siyasi amaçlar için kullanmak için fırsat kollamaktadırlar. Ne yazık ki günümüzde laik toplum düzenine dayalı ulus devlet modeli tehlike altındadır.
Yangınlarla, sellerle, işsizlik, pandemi ve ekonomik sıkıntılarla boğuşan halkın beklentileri yerine getirilmemektedir. Devletin kontrolünü eline bulunduran iktidar siyasal fakat liyakatsiz yöneticilerin elindeki kamu kurumlarını zamanında sorunlara çözüm getirmesi, felaketleri önlemesi, tedbir alınması konularında yönlendirememektedir.
Askeriye-reaya kültürünün günümüzde de devam ettiğini anlıyoruz. Neden mi? İhmal ve görevi kötüye kullanma, vb. gibi nedenlerle yok olan iki yüz bin hektar orman alanının hukuki açıdan incelenmesi ve sorumlularının cezalandırılması için harekete geçen hiçbir cumhuriyet savcısı veya diğer sorumlu kamu hukukçusunun bir dava açtığını görmedik. En azından meclis araştırma komisyonu kurulmalıydı. Askeriye de reaya da korku içinde. Kimseden ses çıkmıyor. Sel felaketinin yaşandığı Adapazarı Bozkurt kasabasında dere yatağına imar izni verip can kaybına sebep olan kamu görevlileri hakkında bir suç duyurusunda bulunulduğunu da görmedik. Giderek son yirmi yılda meydana gelen doğa katliamları, ihaleler, kamu kurum zararları, anayasaya aykırı olarak fikir özgürlüğü kısıtlamaları, gazetecilerin tutuklanması vb. gibi ağır insan hakları ihlalleri başta olmak üzere her türlü baskıyı halka uygulamaktan çekinmeyen bir iktidarın yönettiği devlet mekanizmasının bir hukuk devletinde görülmeyen ama diktatörlüklerde görülen işleyişini sorgulayan bir cumhuriyet savcısı da ortalıkta yoktur.
Sonuç olarak askeriye-reaya kültürünün giderek hakim olduğu bir atmosferde cumhuriyet rejiminin kurumlarının da birer birer atıl hale geldiğini görüyoruz. Batı demokrasilerinde egemenliğin meşru kaynağı halktır. Çünkü halkın oylarıyla seçilen iktidar meşru bir hukuki statüye kavuşur.
Türkiye gibi temsili demokrasilerde egemenlik hakkı ve yetkisi halkın seçtiği temsilcilere devredilmiştir. Bu anlayış çerçevesinde uygulamada kendilerini milli iradenin temsilci olarak gören iktidarlar, seçildikten sonra güç ve yetkileri, sorumsuzca istedikleri şekilde kullana bilmektedirler. Bugünkü iktidar da gücünü kaybetmemek için insan hak ve özgürlüklerini daraltan baskıcı uygulamaları sergilemektedir.
İktidarın gücünün sınırlandırılması olgusu anayasal demokrasi ve hukuk devletinin temel öğelerindendir. Hukuk Devleti veya hukuka bağlı yönetim, anlamına gelmektedir. Devletin hukuk çerçevesine alınmasını, hukuka bağlanmasını ve aynı zamanda yönetimde keyfiliğin yerine hukuk kurallarının egemen olmasını gerçekleştiren demokrasilerin sağlıklı işlediği bir gerçektir. Öte yandan hukuk alanının ve kamu kurumlarının iktidarlar tarafından siyasileştirilmesi demokrasi ile bağdaşmamaktadır. Kuralları esneterek, siyasi algı yaptırımlarıyla hukuk alanında oluşturulan baskı iktidarın hiçbir şekilde sınırlanmadığının en belirgin göstergesidir.
Bugün Türk demokrasisinin karşı karşıya bulunduğu temel sorun budur. İktidarın denetim mekanizmalarını ortadan kaldırarak yüz yıl öncesinin askeriye-reaya toplumsal yapısını oluşturmaya çalıştığı söylenebilir.
Bunu da nasıl yaptıklarına şaşırmıyorum desem yeridir. Her şeyden önce yüzyıllardır halkın bilinç altına işleyen askeriye-reaya ikilemi hemen ortaya çıkmaktadır. Askeriye sınıfından biri örneğin bir polis, bir vergi memuru ya da bir başka devlet görevlisi üzerine üniforma veya devlet görevlisi sıfatını aldıktan sonra toplum içinde ayrıcalıklı bir kişi gibi davranmaya başlıyor. Etrafındaki halka emirler yağdırıyor, göz dağı veriyor, tehditler savuruyor. Demokratik bir ülkenin polisi, devlet görevlisi gibi değil üstün bir varlık gibi kendini önemseyerek davranıyor. Bunu pek yadırgayan da olmuyor. Asker olmayan yani devlet memuru olmayan sivil halka bu şekilde üst perdeden emirler yağdıran devlet görevlisi kendinde bu yetkiyi görüyor. İşin tuhafı sistemdeki hiç kimse bunu yadırgamıyor. Türkiye’de sivil halk reaya olduğunun bilincinde korku içinde yaşıyor. Demokratik hukuk devletinde oluşan ve kökü imparatorluk dönemine uzanan genetik “de-facto” hiyerarşi, bir türlü düzeltilmeyen feodal geleneklere ve devletin esas işlevinin bilincinde olmayan bir toplumun yanlış uygulamasıyla dekadansa dönüşmüş durumda. İki farklı dünyada yaşayan insanlar. Geçmişin yüküyle şişmiş egoların yönlendirdiği “asker “ sınıfının işkence etmekten zevk aldığı ezik, köleleşmiş zavallı siviller. Bu defacto asıl olan yaşam. Diğer yaşam ise demokratik hukuk devletinde olması gereken nazik devlet görevlisinin vatandaşla kurduğu diyalog. Bu şizofrenik dünyada yaşayan toplumun seçilmiş fertleri, mantıklı davranmak adına yanlışı sürdüren askerler doğru olanı savunan ve onun için mücadele edenlere kahkahalarla gülmeyi de marifet saymaktadır.
Yüksek siyasi mevkilere gelen cumhuriyet vatandaşları sanki bir tür başkalaşım (Metamorfoz) geçirerek hediyeler kabul etmeye başlarlar. Bedel ödemeden yararlanılan tatil köyleri, saatler, mücevherler, yemekler, şaraplar, vb. hediye olarak ona yönlendirilir. Batı demokrasilerinde bu tür hediyeler genellikle kabul edilmez ama Türkiye’de kabul etmeyene salak gözüyle bakılıyor. Hediyeler almayı kabul eden milletvekilleri, bakanlar, genel müdürler, generaller, müsteşarlar, vb. hiçbir vicdan azabı duymazlar. Çünkü sosyopatlık sürecinde bu tür duygulara yer yoktur. Bu konuyu bir siyasiye sormuştum. Bana verdiği cevap ilginçti:
“Ben senelerce dirsek çürütmüşüm. Bu mevkie gelmişim. Bakan olmuşum. Türkiye’de kaç kişi bakan olabiliyor? Beni en doğal hakkım bu hediyeleri kabul etmek. Ben bunları ve fazlasını çoktan hak ettim.”
Buna “Yeni Türkiye” tanımı getiriliyor. “Eğer şeriat düzeni yoksa çalmak serbest. “ Nitekim güdümlü ihalelerden milyonlarca dolar “pay” alanlar, aracılık yapıp komisyon kabul edenler, uyuşturucu ticaretine gümrüklerde yol verenler, aklınıza hayalinize sığmayacak her türlü hırsızlığı ve ahlaksızlığı yapanlar hep bu yeni Türkiye insanı. Sosyopatlık gelişimini tamamlamış tuhaf varlıklar. Cumhuriyetin 100. yılında ortaya çıkan tablo hiç te iç açıcı değil: Sosyopat askeriye ve köleleşmiş ezik reaya.
[1] Arık, Evren: https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/217368
[2] Prof. Dr. Gül AKYILMAZ, OSMANLI DEVLETİN’DE YÖNETİCİ SINIF-REAYAAYRIMI., Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi
[3] Özlem BEKTAŞ ÖZTAŞKIN, XV-XVII. YÜZYILLARDA OSMANLI HALKI, DOKTORA TEZİ, Erzurum Üniversitesi,