web analytics

Uzun bir süredir görmek daha doğrusu keşfetmek  istediğim Küçük Frigya bölgesinin en önemli kentlerinden biri olan Aizonai’yi nihayet görmeye gidiyoruz. Bitinia ve Pergamon krallıkları ile sınırı olan Frigya Krallığı’nın yüz yıllar süren saltanatı (Yaklaşık 6 yüz yıl)  Harpagos komutasındaki Pers ordularının Anadolu’yu işgali ile son buluyordu.   

Frigya olarak bilinen coğrafya, kabaca bugünkü   Orta Anadolu’nun batısı olarak tarif edilebilir. Eskişehir (Doylaion), Kütahya (Cotiaeum ), Afyon (Akroenos), Uşak (Temenothytia)  illerini kapsayan bu bölge   MÖ 12. – MÖ 6. yüzyıllar arasında  egemen olan Frig halklarının yurdu olarak biliniyor. Hitit krallığının yıkılışından sonra  Balkanlardan gelen Frig kabileleri  Sakarya (Sangarious)  Irmağı çevresine yerleştiler. Yıllar içinde batıda Gediz (Hermus)  ve Büyük Menderes’in (Maiandros)  yukarı vadileri ile doğuda Kızılırmak (Halys)  ve Tuz Gölü (Tatta)  hatta Burdur (Istefani)  ve Kayseri’ye ( Caesarea)  kadar  yayıldılar.  

Frigya krallıkları ile ilgili bilgileri şimdilik iki Yunanca kaynaktan elde ediyoruz. Birincisi Heredotos diğer ise Strabon. Bunların dışında hangi kaynaklardan okumak gerektiği konusunda bir fikrim yok.

Antik çağ tarihçisi Strabon’un  eserinde  Frigya’nın bir kısmı Büyük Frigya, yani (Phrygia Magna) olarak geçer; burası erken dönemde efsanevi Frigya kralı Midas’ın hüküm sürdüğü ve daha sonra bir kısmı savaşçı Galatlar tarafından işgal edilen topraklardır. Hellespontos (Çanakkale Boğazı) üzerindeki ve Olympos’un (Uludağ)  etrafındaki kısım ise Küçük Frigya, yani (Phrygia Epiktetos) olarak yer alır. Latince’de Büyük Frigya anlamına gelen Phrygia Magna veya Hellespontos Phrygia’sı denen bölgeyi (Troas ve Mysia bölgelerinde yer alan) asıl Frigya’dan ayırmak için bu ayırıma gidildiği tarihçiler tarafında  tahmin ediliyor. Burada biraz da Pergamon tarihini okumak gerek. Pergamon krallarının Galatlar ile verdikleri mücadele bilindiği gibi bugün Berlin’de bulunan Zeus Sunağı etrafında bulunan 118 friz üzerindeki savaş sahnelerinde anlatılmıştır.

Strabon’da okumaya devam ediyoruz: “Aizonai’in de yer aldığı  Phrygia Epiktetos (Küçük Frigya),  Pergamon krallarınca fethedilen kuzeybatı bölümüne verilen addır. Kazanılmış topraklar anlamında anlaşıldığı da söylenmektedir.  Phrygia Epiktetos içinde yer alan ve Phrygia Paroreia olarak adlandırılan kısımda, Phrygia’nın Pisidia boyunca uzanan parçası ile Amorium dolayındaki kısımları, Eumeneia, Synnada ve Phrygia kentlerinin en büyükleri olan Laodikeia ile Apameia bulunur. Bunlara komşu olarak kasabalar yer alır ve diğer kentler arasında Aphrodisias, Kolossae, Themisonium, Synaos, Metropolis ve Apollonias; bunlardan daha uzakta ise Peltae, Tabai, Eukarpeia ve Lysias kentleri bulunuyordu.  Strabon eserlerinde: “Phrygia Paroreia doğudan batıya uzanan bir çeşit dağ silsilesine sahiptir, onun eteklerinde her iki tarafta geniş bir ova uzanır ve yakınında kentler vardır; kuzeye doğru, Philomelion ve Pisidia yakınındaki Antiokheia bulunur”.

Şimdi bütün bu adı geçen  Frigya kentlerini arayıp bulmak, tarihçelerini araştırmak  hiç de kolay değildir. 17-18. Yüzyıl ve sonrasında Anadolu’ya çeşitli amaçlarla gelen ve arkeolojik keşifler yapan  “Frenk” seyyahların izinden giderek bireysel mütevazi keşifler yapmak da mümkündür. En azından Strabon’un sözünü ettiği yukarıda adlarını verdiğimiz 17 farklı “şehir” devletinin kurulmuş olduğu yerlerin günümüzde nerede olduğuna bakmak çok keyifli bir keşif gezisi olabilir.

Özellikle trekking düşkünü olanların yürüyerek ve kamp yaparak  Frig Vadisi’ni keşfetmesi günümüzde bir çok kişinin denediği bir etkinlik olarak karşımıza çıkar. Yaklaşık 506 km. uzunluğunda üç farklı yerden başlayıp Yazılıkaya vadisinde sona eren yürüyüş yolu  Prof. Dr. Songül Sonal’ın da aralarında olduğu gönüllü bir doğa grubu tarafından iki yıllık yoğun bir işaretleme, rota çizme, haritalama ve tabelama çalışmasıyla 2012 yılında  tamamlandı.[1]   

Aizonai, Anadolu’nun kültür varlığı ya da dünya kültür mirası kategorisinde ilk sıralarda yer alan çok önemli  bir antik kent. Her ne kadar gerek yerel halk gerekse de devlet yetkilileri bu kavramların önünde ve arkasında yatan tarihi, ne anlama geldiğini tam olarak kavramasa da yine de ortalama bir vatandaşın  kültür seviyesinde olan bir bireyin hassasiyet göstereceği eserlerle dolu bir tarihi arkeolojik hazine de denebilir.

 Anadolu’nun günümüzde  antik kentler civarında hatta içinde yaşayan ahalisinin arkeoloji ve kültür farkındalığı  ciddi anlamda düşüktür.Onlar bu taş yığınlarıyla, harabelerle kendileri arasında bir bağ olduğunu kabul etmek istemezler.  Bireysel çıkarını ön planda tutan halk, antik kentlere zarar verdiklerinin farkında olmalarına rağmen zarar vermeğe devam etmektedirler. Bir ölçüde yerel idareler “oy kapma” amacıyla SIT alanlarını yapılaşmaya açma çabası içindedir. Antik kentler kültürel amaçla değil ama ticari amaçlarla incik boncuk, yerel ürünler satanlarla doludur. Ünlü antik kentler  düğün-nişan mekanları olarak kullanılmakta, meydana gelen hasarlara ise yetkililer tarafından göz yumulmaktadır.      

Kültür varlığının tam olarak ne anlama geldiğini de söylemek gerekirse :

Avrupa Kültürel Mirasının Envanteri (1990) çalışmasına göre,

 “Doğal ya da kişi tarafından oluşturulan, bütünlüğü ve artistik, estetik, tarihsel, etnografik, bilimsel, edebi veya efsanevi özellikleri ile korunması ve değerlendirilmesi gereken bütünlerdir.”

Tarifi çok net ama burada açıklanması gereken hususlar var. Kilit kavramlar olan “korunması”, “değerlendirilmesi” ne anlama geliyor, detayları nedir? Bu konuda yetkilendirme yanlış yapılıyor. Küçük bir örnek vermek gerekirse örneğin Aizonai Zeus Tapınağı bana göre yeterince korunmuyor. Ziyaretçilerin arasındaki kötü niyetlilerin karşısında savunmasız. Hele tapınak altındaki bölüm ve orada sergilenen eserler tümüyle savunmasız.

UNESCO tarafından 1972 yılında Paris’de düzenlenen Dünya Kültürel ve Doğal Mirasın Korunması Toplantısı sonucunda Türkiye’nin de imzaladığı[2]  kararlarda kültürel ve doğal mirasa ait olan eserlerin  tüm insanlığın malı olduğu ve bunların dünya kültür mirası olarak koruması gerektiği vurgulanmıştır.[3] Aynı toplantıda kültürel mirasın ne anlama geldiği de tarif edilmiş; anıtlar, bina grupları ve sit alanları olarak üç ana gruba ayrılması önerilmiştir.

Bu gruplardan SIT[4] alanı kavramı çok yaygın olmasına rağmen yeterince bilinmiyor sanıyorum. Camillo Boito’nun 1883 yılında açıkladığı ve çağdaş restorasyon / koruma kuramının temeli kabul edilen görüşlerinden biri ‘anıtların çevre dokularıyla birlikte korunmaları’ gerekliliğidir. Boito’nun bu görüşü ile birlikte tarihi çevrede ilk defa alan / sınır kavramı tartışılmaya başlanmıştır.  Venedik Tüzüğü’nde (1964) “Kültür varlığının bulundukları yerler, bütünlüğün korunması, sağlıklı kılınıp, yaşanır şekilde ortaya konması için özel bir dikkat gerektirir” görüşü benimsenmiştir. Bu görüşle net bir alan tanımı yapılmasa da kültür varlığının çevresi koruma alanı olarak kabul edilmiş bulunmaktadır.

  Türkiye de kabul edilen “sit alanı” tanımı; tarih öncesinden bugüne kadar gelen çeşitli uygarlıkların ürünü olup, yaşadıkları devirlerin sosyal, ekonomik, mimari ve benzeri özelliklerini yansıtan şehir ve şehir kalıntıları, önemli tarihi hadiselerin cereyan ettiği yerler ve tespiti yapılmış tabiat özellikleri ile korunması gerekli alanlar olarak 2863 sayılı KTVKK’nunda yer almaktadır.[5]

SIT alanının türleri var. Arkeolojik, Doğal, Kentsel ve Tarihsel olarak farklı  gruplardan  söz etmek mümkündür.

Arkeolojik sit alanları 3’e ayrılıyor;

  • 1.derece arkeolojik sit alanları koruma altındadır ve hiçbir şekilde yapılaşmaya izin verilmez. 
  • 2.derece arkeolojik sit alanları, korunması gereken ancak bazı kurallar dahilinde kullanılabilir alanlardır. 
  • 3.derece arkeolojik sit alanları ise koruma altında fakat yeni düzenlemeler ile birlikte kullanıma açık alanlara denir.

Doğal sit alanları da 3’e ayrılır;

  • 1.derece doğal sit alanları, evrensel değeri olan ve kamu yararı bakımından korunması gerekir. Bu alanlarda bilimsel çalışmalar gerçekleştirilir. 
  • 2.derece doğal sit alanlarında kamu yararı gözetilerek kullanıma açılır ve korunması gerekir. 
  • 3.derece doğal sit alanlarında ise konut kullanımına açılabilecek alanlardır. Bu alanlarda da bazı kurallar dahilinde konutlaşmaya gidilir. 

Kentsel sit alanları; o yöreye ait tarihte mimari ve sanat tarihi açısından önemlidir. Bölgede yaşamış insanlar hakkında kültürel yapılanmaya ve yaşam biçimine bu alanlarda ulaşılabilir. 

Tarihi sit alanları; milli ve askeri tarih açısından önemli yerleşim alanlarıdır. Korunması gereken dokuları içinde barındıran alanlara tarihi sit alanı denir.

Doğal sitler “jeolojik devirlerle, tarih öncesi / tarihi devirlere ait, ender olma niteliğini barındıran, yer üstünde, yer ve su altında bulunan korunması gerekli alanlar” olarak tanımlanmaktadır (http://teftis.kulturturizm.gov.tr 08.02.2011).

Türkiye’nin en büyük milli parklarından biri olarak tescillenmiş olan “Munzur Vadisi” içinde bulunan Munzur Dağları’nın üzerinde 2000-3000 metrede yer alan krater gölleri ve Ovacık Dülüğü’nde kaynayan gözeler vadi boyunca devam eden şelaleleri ile doğal sit alanıdır.

Aizonai antik kenti aldığımız bilgilere göre 1. Derece Arkeolojik SIT alanı olarak , Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu Başkanlığı’nın 20.12.1975 tarih, 8845 sayılı kararı ve Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’nun 06.12.1988 tarih, 60 sayılı kararı ile Arkeolojik Sit olarak tescil edilmiştir. Bursa Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun 27.11.1988 tarih, 257 sayılı ve 22.4.1989 tarih, 488 sayılı kararları ile I. Ve III. derece arkeolojik sit sınırları ve dereceleri belirlenmiş. Zeus Tapınağı, borsa binası, sütunlu yol, stadyum, tiyatro, mozaikli hamam ve Roma hamamı yapılarının büyük bir bölümü ile bugün bile geçişe hizmet eden antik köprüler görülebilmektedir. Öte yandan Zeus tapınağının çok yakınında yerel halkın yaşam alanları göze çarpmaktadır.

 Aizanoi antik kentine ait kalıntılar 1824 yılında Vicomte Saint Asaph tarafından keşfedilmiş, yazıtlara dayanarak da kentin adı Aizanoi olarak saptanmıştır. Fransız arkeolog ve gezgin Charles Texier (1802-1871), 1839’da bu kentle ilgili geniş bilgi vermiş, 1926 – 1928’deki M. Schede ve D. Krencker tarafından arkeolojik kazı çalışmaları yapılmıştır.

 İlk onarım çalışmaları 1936 yılında Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğünce yürütülmüş; 1970 depreminden büyük hasar gören yapıların onarımları aynı kurumla İstanbul’da bulunan Alman Arkeoloji Enstitüsü işbirliği ile Rudolph Naumann tarafından 1971’de başlatılmıştır, Alman Arkeoloji Enstitüsü tarafından 1926 yılında başlatılan kazı çalışmaları halen devam etmektedir. Söylendiğine göre henüz antik kentin % 10’u kazılabilmiştir.

Bölgenin en önemli aktörü olan Penkalas (Kocaçay) akarsuyu günümüzde akar su olarak varla yok arasında kalıyor denebilir. Aizonai kentinin tam ortasından geçen Penkalas üzerinde bir zamanlar ticaret gemilerinin bulunduğu, Zeus tapınağına bir iskeleden nehir yoluyla da ulaşılabildiği ve beş adet köprü bulunmasının da farklı bir anlamı olsa gerek. Bugün Penkalas Köprülerinin   ikisi gözle görünür durumda iken diğerlerinin yerlerini araştırarak bulmak gerekiyor.

Peki ünlü Penkalas nehir sularına  ne oldu?

Tarımda kullanılan su ya akarsulardan ya da göllerden elde ediliyor. Aizonai antik kentinin günümüzde Çavdarhisar bölgesinin akarsuyu olan Penkalas yani Kocaçay üzerinde “Kayaboğazı” barajı 1976-1987  yılları arasında inşa ediliyor. Yaklaşık 35 yılda bölgede ekolojik anlamda ciddi değişimlerin meydana geldiği ise bir gerçek. Kütahya bölgesinde benim edindiğim bilgiye göre 7 baraj var. Bu barajlar üzerinde HES sistemleri de var.  

  • Beşkarış (Kokar Çayı),
  • Enne (Dereboğazı Çayı),
  • Kureyşler (Kureyşler Çayı),
  • Hasanlar (Küçük Melen Çayı),
  • Çavdarhisar (Bekirler Çayı),
  • Kayaboğazı (Kocaçay),
  • Söğüt (Ilgın Çayı),

Son yıllarda medyada yer alan haberlere göre akarsuların ciddi anlamda sularını kaybettiği, sanayi atıklarıyla kirlendiği, balık ölümlerinin görüldüğü hatta kurban bayramlarında baraj göllerine, akarsulara hayvan kelleleri, bağırsak ve diğer parçalarının atıldığına ilişkin haberler yer aldı. Bu da sadece yetkililerin değil yerel halkın da çevre farkındalığının son derece düşük olduğunu gösteriyor. Şuursuzca sürdürülen bu tahribat, bu kirlenme doğal yaşamı yok edecek güçte artık.  Sulamada aşırı su kullanımı, dere yataklarında yapılaşma, aşırı ağaç kesimi ve taş ve maden ocakları bölgede erozyonun ve çölleşmenin hızlanmasına sebep oluyor. Bunu önlemek amacıyla herhangi bir eylem planı da ortada yok. Seçilmiş ve atanmış idareciler kendi çıkarlarını öne alarak bu tehditlere gözlerini kapatıyorlar. Devlet dediğimiz vergi toplayan, savunma yapan, idare eden, yargılayan mekanizmanın bu tahribatlar konusunda neler yapması gerektiği biliniyor ama ortada bir eylem yok. Devlet yanan ormanlara müdahale edecek ekipmana ve organizasyona sahip değil. Yanan orman varlığı çok ciddi boyutlarda. Karadeniz şehirlerini ve köylerini sel baskınları tarumar ederken devlet yine seyrediyor. Dere yataklarına yapılaşma izni veren devletin ta kendisi ama sorumluluğu üstlenmeyip halkı suçluyor. Devleti idare eden iktidar, liyakatsiz kişileri atadığı kurumların çalışmadığını, iflas ettiğini görmezden geliyor. Siyasi bir krizin giderek ağırlaştığı günümüzde doğa tahribatlarını, SIT alanlarının yapılaşmaya açılmasını, kanun dışı uygulamaları soruşturacak cumhuriyet savcılarının yokluğu da ülkenin sürüklendiği durumu  yansıtıyor.

Antik kente girdiğimizde artık Aizonai ile özdeşleşmiş olan MS. 90’lı yıllara tarihlenen Zeus Tapınağı ve tanrıça Kybele akroteri karşımıza çıkıyor.  Tapınağın batı tarafında yer alan “akroter”  yani süsleme tanrıça Kybele’nin büstüdür.  Zeus Tapınağı, 130.5x112m. boyutlarında sütunlu galeri ile çevrili bir alanın ortasında 53 x 35 m. boyutlarında bir podyum üstünde 8×15 sütunlu “pseudodipteros planı” uygulanarak inşa edilmiş olduğu tanıtım broşürlerde  yer alıyor.

Acaba “pseudo-dipteros planı” ne demek?

Tapınak planında kullanılan cella (ana mekan) etrafında iki sıra sütun ile oluşturulan “dipteros plan” şemasının daha aydınlık bir mekan elde etmek amacıyla içte kalan sütun sırası kaldırılarak oluşturulan plan  olarak tanımlanmaktadır. Altı basamaklı podyum üzerinde yer alan sütunlu holün kısa tarafında sekiz (8), uzun taraflarında on beş (15) adet yivli sütun yer almaktadır. “Cella (ana mekan)” ve “opisthodomos (arka oda)” önündeki sütunlar kompozit diğer sütunlar ise İon düzenindedir. “Pronaos, (giriş mekânı)” önünde dört, “Opisthodomos (arka oda)” içinde iki sütun ve bir merdiven yuvası bulunmaktadır. Bu merdiven hem cellanın altında yer alan ve Phryg tanrıçası Meter Steunene’ye adanmış olan yer altı odasına hem de çatıya ulaşmaktadır. Beşik tonozlu bu yer altı odasının kuzey ve güney duvarları üzerinde üçer adet, doğu ve batı duvarında ise birer adet açıklık bulunuyor. Ziyaretçilerin dik bir demir merdivenle indiği mahzen büyük bir olasılıkla kurban yeri olarak kullanılıyordu. Tapınak batı yönünde bulunan Kybele akroteri Roma döneminde bile tanrıça Kybele tapınımının devam ettiğinin bir göstergesidir. Roma imparatorluk döneminde çok dilli, çok dinli bir geniş topraklara yayılmış güçlü ve zengin bir imparatorluk idi. Anadolu’nun Magna Mater yani ana tanrıça geleneğinin bilincinde olan idareciler yerel halkın inançlarına saygı göstererek, yerel tanrıçayı onore ederek halkın desteğini kazanmasını bilmiştir. Aizonai Zeus tapınağı büyük bir olasılıkla bir Kybele tapınağı üzerine inşa edilmiştir.

Aizonai antik kentini nasıl gezmek gerektiği konusu oldukça karmaşık. Öncelikle bu büyük kenti gezmek için uzun yürüyüşler yapmak gerekiyor. Zeus Kybele Tapınağı çok belirgin ve ziyaretçilerin kolaylıkla gezebileceği bir noktada. Zaten bilet gişesi, tuvaletler  ve büfe tapınağa çok yakın bir konumda. Belli ki ziyaretçiler tapınağı görmekle yetiniyorlar. Tiyatro ve stadiuma yürümek oldukça uzun bir zaman alıyor. Hamam kompleksinden sonra köyün tarlaları ve sebze bahçelerini geçmek gerekiyor. Sanırım antik kentin bulunduğu alanda köyün özel arazileri var. Zaten uzun süren bir kamulaştırma sürecinden sonra kazılara başlanabilmiş. Uzun bir yürüyüşten sonra stadium’un kalıntılarına ulaşılıyor. Stadium’un Kazı ekibinin yoğun bir biçimde çalışma yaptığı alanlar buralar. Tiyatro daha tam olarak ortaya çıkarılmış değil. MS. 160 yıllarında inşasına başlanan tiyatronun 90 yıl süren inşaası MS. 250  yıllarında tamamlanıyor. Bu biraz abartılı bir süreç ama genellikle kamusal yapıların tamamlanması uzun bir süre gerektiriyormuş. Doğal olarak o dönemde savaşlar, maddi  ve idari sorunlardan kaynaklanan gecikmelerin de büyük bir rol oynadığını söylemek gerekir. Alman araştırmacılar caveanın (oturma sıraları) toprak olduğunu ancak 2. yüzyılın ikinci çeyreğinde bu sıraların taş ile kaplandığını tahmin ediyorlar. Bugün caveanın taş kaplamaları belki de depremler nedeniyle bir akordeon körüğü görünümünde. Bu nedenle tiyatronun içine girip daha yakından incelemek belirli bir risk taşıdığından uzak durmayı tercih ettik.

Hiç şüphesiz tiyatro, stadion ve hamam komplekslerinde bulunan arkeolojik verilere göre bazı sonuçlara varılabilir. Kazıların devam ettiği ve sadece kentin yüzde 10’u kazıldığına göre araştırma ve kazı raporlarını bekleyip ona göre bazı sonuçlar çıkarmak daha sağlıklı olacaktır.

Aizonai’in bugün halen kullanılmakta olan iki köprüsü de var. Toplam beş Roma köprüsünden geriye iki tane kalmış durumda. Penkalas üzerindeki ayakta kalan   köprülerin son derece bakımsız olduğunu da söylemeliyim. Önümüzdeki yıl Aizonai’yi yeniden ziyaret edip daha fazla zaman harcamak isterim. Çavdarhisar yakınında otel bulmak çok zor. Bu da orayı ziyaret etmek isteyenleri zorluyor. Bilmiyorum ama belki de Penkalas kıyısında çadır kurup birkaç gün antik kentin havasını koklamak iyi bir fikir olabilir.  

Ağustos ayının son günlerindeyiz. Sıcaklık dayanılır gibi değil. Güneş sanki  giderek daha da güçleniyor. İki şişe su bitirdim ama susuzluğum hala geçmedi. Ağzım kupkuru. Etrafta bir tek ağaç bile yok gölgesine sığınacak. Çavdarhisar köylülerinin tek bir ağaç bile dikmediklerine inanmak istemiyorum; dikili bir ağacı bile yok dedirtmezler her halde.  Her yer sapsarı, toprak çatlamış, dere yatakları kupkuru. Yakında kuyulardaki su da çekilirse hiç şaşırmamak gerek. Konuştuğumuz köylüler şehirlere çok göç olduğundan söz ediyorlar. Köyde yaşlılar ve sakatlar kalmış. Bu kurak topraklarda 80 bin nüfuslu bir antik kentin var olduğuna inanmak çok zor. Köylü geçim yok diyor ama iki bin yıl önce insanlar nasıl geçiniyordu acaba? Literatürden edindiğimiz bilgilere göre şarap, tahıl, zeytin, kereste ve seramik üreten işliklerle dolu, ticaret yolları üzerinde yer alan Aizonai halkı Roma döneminde en parlak günlerini yaşamış.  

  Bu antik şehirdeki kalıntıların çoğu Roma/Bizans  döneminden. Köy evlerinin çoğunda antik kentin taşlarının kullanıldığı görülüyor. Bazılarının üzerinde yazılar var. Bu köye gelenlerin çoğu antik kenti merak ettikleri için gelen turistler. Anadolu’daki her antik kentin kaderini Aizonai de yaşıyor. MS. 7 . asırdan sonra önemini kaybediyor. Zeus Bronton yani Gürleyen Zeus tapınağı tüm heybetiyle yıllara meydan okuyor. Aizonai Ana tanrıça kültlerinin patriarkal Zeus kültüyle senkretize olduğu bir yer. Bunun en belirgin ispatı ta tapınak girişinde (batı) bulunan Kybele akroteri.       

 


[1] Frig Yürüyüş Yolu Projesi – PDF Free Download (docplayer.biz.tr)

[2] Türkiye’nin bu listede 17’si kültürel, 2’si karma olmak üzere 19 miras alanı bulunmaktadır:

[3] UNESCO Türkiye Millî Komisyonu

[4] Sit alanı; devlet tarafından kamu yararı gözetilerek koruma altına alınan ve bu alanlarda yapılaşmaya, değişime izin verilmeyen, korunması gereken alanlara denir. … Tarihin, doğanın ve kültür varlıklarının mirasının korunması açısından sit alanlarının önemi büyüktür.

[5] (http://teftis.kulturturizm.gov.tr 08.02.2011). 

Frigya’ya Yolculuklar

Post navigation