Dün (22-02-2022) iki sayısının Amerikancası “Happy twosday” ya da “palindrom” büyüsüne kapılıp Riva’ya fotoğraf çekmek için gittim. Kayalıkların fotoğrafını çekerken zamanı ve ileri sürüldüğü gibi açılacak enerji kapılarını düşündüm. Enerji kapıları ya da gökyüzünün kapılarının açılması metaforu her inanç sisteminde vardır. Günümüzde kapılar yani “portal” kavramı da modernleşti. Enerji kapılarına dönüştü. Kapıya gidiyorsun ve enerji depoluyorsun. Kapıların nerelerde bulunduğu konusunda da farklı görüşler var. Vorteks adı da verilen manyetik alanlar da enerji kapıları sınıfına giriyormuş. Benim bildiğim ve gördüğüm eğer doğaya yani yayla, dağ, nehir, göl ya da deniz kıyılarına çıkılırsa enerji kapılarını bulmak o kadar kolaylaşır.
Riva kayalıklarından denize bakıyorum. Yerleşim yerlerinden uzağa bakir koylara doğru yürüyorum. İnsan görmek istemiyorum. Sadece doğa olsun istiyorum. Baktığım bu deniz Kara Deniz. Bu denizin kaç adı var? Bu kayalıklar ne zamandan bu yana orada? Cevap vermek zor. Denizi bir kavramın içine hapsetmek ne kadar zorsa bu kayalıkların yaşını tahmin etmek de o kadar zor. Bu yöre iki üç bin yıl önce Bytinia olarak anılıyordu. Pontos ise denize verilen ad idi. Daha öncesi de var. Neden her gördüğümüzü etiketlemek adlandırmak zorundayız?
Zaman insanoğlunun icat ettiği en önemli soyut kavramlardan biridir. Kimine göre doğrusal kimine göre de döngüsel olan karmakarışık bir kavram. Günün ölçülmesi güneşle, mevsimlerin ölçülmesi ilkbaharla belirginleşen bir döngü aslında zaman. Yılların ölçülmesi ise en zor olanı.
Yunan filozofları zamanı iki farklı kavram olarak düşünmüşlerdir. Kronos ve kairos. Bilinmeyenden başlayıp bilinmeyene doğru akıp giden geri dönüşü olmayan “Doğrusal”zaman ve bilinenden gelip bilinene evrilen değişken ve esnek “Döngüsel” zaman olarak izah edilebilir. Titan Tanrı Kronos, Hellen mitolojisinde Uranos ile Gaia ’nın Titan Kardeşler diye anılan 12 çocuğundan biri, en küçük erkek çocuktur. Efsaneye göre evrensel egemenlik zincirinde babasını üretme gücünden yoksun bırakıp devirerek mitolojik Altın Çağ’da hüküm sürmüş ve oğullarından Zeus tarafından tahtından indirilerek Tartaros’a hapsedilmiştir.
Yunan mitosları aslında kendisinden önce bilinen farklı kültürlerde anlatılan geçmiş mitosların bir sentezidir. Fenike, Asur, Sümer, Mısır, Hint, Kuzey, Çin ve Japon mitoslarının ortak noktası yaratılış ve zaman mitosudur.
Binlerce yıldır dünyayı ve hatta evreni yarattığına inanılan tanrılar da soyuttur. Heykelleri yapılmış olsa da her inancın tanrısı farklı olduğu gibi zamana bakışı da farklıdır. Bilim adamları Homo Sapiens olarak adlandırılan insanın 300-350 bin yıl önce ortaya çıktığını kanıtladılar. Doğal olarak bu dindarların yani inananların kabul etmesi çok zor bir veri. Yaradılış miti her inancın ana iskeletini oluşturur. Bu bağlamda dinler tarihine gönderme yapmak gerekiyor. Ben bu yazının kapsamında bunu yapmayacağım ama konuyu enine boyuna inceleyen bir referans vereceğim:[1]
İnanan kişi kutsal mekanları ziyaret etmeyi bir tür ibadet sayar. Nedeni arınma isteğidir. İnanç sahibi ne kadar uzakta olursa olsun o kutsal yere gidip günahlarının affını bekler. Bir mucize beklemek ortak paydasında birleşen beklentilerin her adımda büyüdüğü uzun bir zaman dilimidir bu. Hac yolculuğuna çıkan kişi, bazı güçlükleri hatta ölümü de göze alır. İnanç hiçbir dinde tek yönlü değildir. İnanan kişi hac ziyaretinin tüm güçlüklerine canı pahasına katlanır ama nihayetinde vicdanındaki yükün boşalmasını yani affedilmeyi bekler. Genel olarak hac ziyaretinin bir arınma ritüeli olduğu kabul görmüştür. Yolculuk ne kadar güçse o kadar değerli olur.
Tek tanrılı dinlerin hac yolculukları son iki bin yıldır değişiklikler göstererek devam etmektedir. Compostela, Roma, Kudüs, Mekke,, vb. bilinen hac merkezleridir öte yandan binlerce yıldır süregiden pagan dinlerin hac yolculukları nedense batı ülkelerinde pek tanınmaz. En zor yolculuklardan bir hiç şüphesiz “Kailash” hac yolculuğudur. Adını Tibet sınırları içindeki Himalaya sıradağları arasında 6638 metre yükseklikte bulunan bir dağdan alan hac yolculuğu pek bilinmez. Tibet’in güneybatısında Transhimalaya’nın bir kısmını oluşturan Kailash, Manasarovar ve Rakshastal göllerinin kuzeyinde buluna çok önemli nehirleri besleyen bir konumdadır. İndus, Sutlej, Brahmaputra ve Karnali olmak üzere Asya’daki en uzun nehirlerinin kaynağı olması nedeniyle çok önemlidir. Hac yolculuğu aylarca sürer. Budistlerin bu hac yolculuğu 5800 metrelerde Kailash dağının eteklerinde devam eder. Konuyu merak edenler için bir link bırakıyorum:[2]
Bir diğer hac yolculuğu Meksika’daki Haichol halkının yürüyüşüdür. İspanyollar’ın işgali sonrasında Katolik dinine geçmeyi reddeden Haichol halkının binlerce yıldır sürdürdüğü kendi gelenekleri ve inançları vardır. Hac yolculuğu “Büyük Peyote Yürüyüşü” olarak adlandırılıyor. Potosi çölünün de geçişini kapsayan 400 kilometrelik hac yolculuğu tehlikelerle doludur. Peyote bir tür kaktüs bitkisine verilen addır. Uyuşturucu etkisi de olan bu kaktüsün tohumlarının toplanması hac yolculuğunun ana amacını oluşturur. Bu konuda çok ciddi araştırmalar yapan sosyal antropologların kitapları meraklı okuyucu için aşağıda dip notlarda veriyorum.[3] Hac yolculukları yürüme geleneğinde çok önemli bir yer tutar. Başlı başına bir araştırma konusudur.
Anadolu hac ve kehanet merkezleri açısından çok zengin bir coğrafya olmuştur. Bundan sekiz bin yıl önce ilk kehanet merkezi yıllar önce kral İmparator Xnianos tarafından dönemin iki ünlü mimarı Miletos’lu Sorthna ile Tralles’li Vuthmar’a büyük bedeller ödenerek yaptırılmıştır. Söylenenler doğru ise 25 yıl gibi kısa bir sürede on binlerce kölenin çalışmasıyla tamamlanmış ve çok büyük bir törenle açılmıştır. Tören nedeniyle kesilen kurbanların kanları denizi kızıla boyamış kan rengi uzun bir süre denizde kalmıştır.
Kehanet şehrine dağ yolundan gelirseniz , büyük limana açılan devasa demir kapılardan geçtikten sonra kırmızı damarlı mermer basamakları görürsünüz. Yüzlerce basamak kırmızı bir halı gibi önünüzde uzayıp gider. Her biri yekpare Iasos mermerinden yapılmış olan bu kırmızı damarlı basamaklar zamanın izlerini taşır. Binlerce yıldır kehanet arayanların gelip dua ederek üzerine basıp geçtiği bu mermer basamakların her biri bir adam boyundadır. Basamakların başında durup limana doğru bakarsanız önünüzde bir masal şehrinin gizemli manzarası açılır. Bu manzara sabah saatlerinde limana dökülen nehrin derinliklerinden gelen sisle kaplanır. Bu manzaranın en önemli aktörü aslında Büyük kehanet tapınağıdır. Sisler arasında tüm heybetiyle bulutlara meydan okur. O şehirde hiçbir yapı onun kadar görkemli değildir. Bu büyüklükte bir mabet o çağda hiçbir yerde yapılmamıştır. Kralların ve zengin tüccarların birbiri ardından kehanet alma sırasına girdiği kutsal şehir işte burasıdır. Doğudan batıya, kuzeyden güneye uzanan toprakların güçlü beyleri, kralları, zenginleri kente ancak kehanet rahibesi Pythia’nın özel davetiyle girebilirlerdi. Kutsal kentin bozulmayan kuralı olan kurbanlık en az yüz boğa, tahıl, meyve, şarap gibi yiyeceklerle mabet personeli ve kent kamu çalışanları da hoşnut edilirdi. Kehanet kenti bu hediyelerle giderek zenginleşmiş diğer kentlerin yanında farklı bir statüye kavuşmuştur.
Kral Xnianos, dönemin ünlü kahinlerinin arasından nasıl bir seçim yapacağını uzun bir süre düşünmüştür. Krallığının güçlenmesi için mabedin ne kadar önemli olduğunu biliyordu. Dört bir yana haberciler salıp komşu krallıklardaki kahinleri sarayına çağırdı. Ulu kahinler bu çağrıya kendileri katılamayacakları için en güvendikleri genç kahinleri yolladılar. Mısırdan gelen kahinlerin arasında seçim yaparak Delfoi mabedinde doğmuş bir kral kızı olan Sylina’yı Pythia olarak seçti. Soyu Troya Apollon baş rahibesi ünlü Tamara’ya kadar uzanan Sylina çok genç yaşta ağır bir sorumluluk almak zorunda kalmıştır. Mabedin kalabalık bir rahip ve rahibe kadrosu vardır.
İlk kez kehanet merkezi olan kutsal şehre gelenler için bu merdivenlerden iniş unutulmaz bir andır. Deniz, nehir ve liman kamu binalarının etrafına serpiştirildiği muhteşem kale ile kralların sarayı, mabetler ve çarşı silueti karşınızdadır. Kralın sarayı diye anılan bu yarımada kamu binaları, kim bilir kaç dinin kutsal mekânları, iş hanları ve çarşılarıyla geleneksel kent mozaiğinden çok farklıdır.
Şehir yüzyıllar içinde değişmiş inanç yapılarına yenileri eklenmiştir. Hipodrom, tiyatro, çarşı ve hamam artan nüfusu ve çoğalan ziyaretçileri de barındıracak şekilde mevcut yapılara ekler yapılarak genişlemiştir. Şehrin nüfusu arttıkça ek yapılar, işlikler de çoğalmış nüfus hızla büyümüş, uzak krallıklardan gelen göçmenlerle çok dilli, çok dinli kozmopolit bir şehre dönüşmüştür. Bu değişimin en belirgin göstergesi kehanet mabedinin etrafındaki görkemli yapılaşma idi. Mabede sonradan ilave edilen farklı tarzdaki ve payandaların taşıdığı ek servis binaları ana naos bölümünün bulunduğu yapıdan bir daire şeklinde birbirinden farklı olduğunu da fark edersiniz. Bu değişim civardaki diğer yapılarda da dikkat çekici bir biçimde karşınıza çıkar. Depremlerle ve yüz yıllar süren saldırılarda yıkılan görkemli surlarının yıkılışından bu yana kesintisiz süren değişimin sadece yapılarda olduğunu söylemek de insafsızlık olur. İmparatorluğun okumuş tabakası hemen taraf değiştirip yeni dine geçerek devlet bürokrasisinde kendilerine önemli mevkiler sağladılar. Her istiladan sonra süratle yeni din mabetlerine dönüştürülen mabetler şehrin en görkemli ve büyük mabetleridir. Küçük semt mabetleri ise halkın eski dinine uygun ibadeti için idaresi ve bakımı ulu rahiplere bırakılarak muhafaza edilmiştir.
[1] Yaratılış mitosuyla insan gerçek öznesinin kul yapılışı: Nasıl bu kadar acımasız ve ahlaksız… | Bilim ve Gelecek
[2] kailash pilgrims — Yandex: 262 bin sonuç bulundu
- [3] Furst, Peter T. “Huichol Conceptions of the Soul.” Folklore Americas 27 (June 1967): 39–106.
- Furst, Peter T. Hallucinogens and Culture. San Francisco, 1976.
- Furst, Peter T. “Kieri and the Solanaceae: Nature and Culture in Huichol Mythology.” Acta Americana 3(2) (1997): 43–57. Furst, Peter T. Visions of a Huichol Shaman. Philadelphia, 2003.
- Furst, Peter T., and Marina Anguiano. “‘To Fly as Birds”: Myth and Ritual as Agents of Enculturation among the Huichol Indians of Mexico.” In Enculturation in Latin America, edited by Johannes Wilbert, pp. 95–181. Los Angeles, 1976.