web analytics


Haliç Fener Vapur iskelesinden bakıldığında kırmızı tuğlalardan yapılmış bir şato/kale görünür. Bu görkemli yapı 1881 yılında ünlü Rum mimar Konstantin Dimatis tarafından  inşa edilen  Fener Rum Lisesidir.  Fetihten önce de Bizans bünyesinde faaliyet gösteren Patriklik Akademisinin bir devamı olarak bilinir. Zamanının sayılı eğitim kuruşlarından biridir.

İngilizce “Phanar Greek Orthodox College”[1] ya da  “Phanar Roman Orthodox Lyceum” olarak bilinen Fener Balat’taki   ateş tuğlalarıyla inşa edilmiş  yapının hikayesi de kendisi kadar görkemlidir. Okul web sitesinden bir alıntı yapalım:

“Günümüzdeki binanın arsası, okul mezunu Moldovya Prensi Dimitri Kantemir aittir. Binanın Mimarı Kostantin Dimadistir. Marsilyadan getirmiş kırmızı tuğlalar ve granit kullanmıştır. Yapımı dönemin parasıyla 17,210 lira tutmuştur. Okul giriş ve 3 kattan oluşur, toplam 3020m2 kullanılabilir alana sahiptir. Kubbesinin yerden yüksekliği 40m’dir. Kuşbakışı görünümü bir kartalı andırır. Eskiden binanın girişinde “patrikaneye bağlı büyük okul” (patriarhiki megali tou genous sholi) yazarmış. şimdi onun yerine “Özel Fener Rum Lisesi ve İlköğretim Okulu” yazıyor.”[2]

Kuruluş tarihi olarak 1454 yılı veriliyor ama fetihten önce Bizans döneminde de bir akademi olarak hizmet veren okulun tam olarak ne zaman kurulduğuna ilişkin bir belge bulamadım.[3] Platon’un geleneksel akademisi (MÖ. 387) yıllar içinde hem içerik hem de biçim olarak çok değişti.[4]

 Fetihten sonra Fatih Sultan Mehmet  Bizansın tam tabiriyle üst tabakasını, entelektüellerini   kuracağı “Yeni Roma” imparatorluğunun vatandaşı  yapmayı mı amaçladı, yoksa başka bir planı mı vardı söylemek için elimde benim bir belge yok. Sadece tahminde bulunabilirim.  15. Yüzyılda tek ırk tek din gibi bir yaklaşım zaten mümkün olamazdı. Osmanlı imparatorluk nüfusunun sadece tek bir ırk veya tek bir dinden oluştuğunu söylemek gerçeklerle bağdaşmaz. Savaş sırasında Cenevizlilere sığınan Bizans halkına ve kentten kaçarak batıya göç edenlere yazılı (ferman)  güvence verdi. Bizans’ın ileri gelen tüccar, entelektüel ve  bürokratlarını  geri çağıran özel bir ferman çıkararak eğitim, ibadet ve ticaret alanlarında özgür olacaklarını, devletin tüm Ortodokslar başta olmak üzere farklı dinlerden olanları da (gayrimislim)   koruyup kollayacağına dair teminat verdi. Rum ortaokulu ve lisesi işte bu dönemde Fatih’in teşviki ile devlet desteğiyle açılmış ve imparatorluğun kadrolarına  bürokrat yetiştirmek üzere eğitime başlamıştır.[5] Dile kolay aradan geçen yüzlerce yıl süresince sayısız devlet adamı, bürokrat ve din adamı yetiştiren bu okul bugün yeterince tanınmıyor.

Herkesin merak ettiği konuların başında Bizans’ın neden ve nasıl yağmalandığı konusu vardır.  İstanbul’un üç gün boyunca yağmalandığı söylenir. Bu yağma konusunda yeterli bilgilere ulaşamadım. Yine de yağma konusunun yeterince bilinmediğini, abartılı şekilde detaylandırıldığını düşünüyorum. Örneğin referans olarak verilen Hoca Sadettin’in “Tacü’t-Tevarih” adlı eserinin hangi belgelere dayanarak fetih yağmasını anlattığı tartışmalıdır. O devirde yağma savaş hukukunda kabul edilebilir bir olay olarak algılanıyor. Normalde her fetihte bir gün süren yağma sultan fermanıyla  İstanbul’da üç gün olarak belirleniyor. Sebebi konusunda da çeşitli rivayetler var.

Osmanlı döneminde ilk yıllarda dini amacı olan  “gaza”[6] savaşları sonunda yağma kaçınılmazdı. Osmanlı kuruluş ve yükseliş döneminde yapılmış olan seferlere bakıldığında savaşa iştirak eden askerlerin ganimet unsuru ile motive edildiğini görmek mümkündür. Elde edilen ganimet savaşan askerler arasında belirli bir oranda dağıtılırdı. Uzun yıllar süren fetih savaşları ya da gazalar Osmanlıda  “yağma” kültürünün geliştiği  yıllardır.  Din adına yapıldığı söylenen seferler aslında ekonomik çıkara dayanıyordu.

Feodal göçebe  yaşam  tarzının ana ekonomik unsuru  hayvan  sürüleri beslemek ve hayvansal ürünler üretmekten ibarettir. Bazı yıllar  ağır  mevsimsel  şartlar veya hastalıklar yüzünden    hayvan  sürüleri  kolaylıkla  telef olabilmektedir. Kabilenin yaşaması için en yakındaki komşu  kabileden  hayvan çalmalarına  ya  da  bir  araya  gelerek  yerleşik  yaşayan  toplumların  ürettiklerine  el koymaktan başka çareleri yoktu. Zaman içerisinde bu  yaşam  tarzı yani yağmaya gitme  olarak  yerleşmiştir. Başka  bir  topluluğun  ürettiği  mallara  haksız  olarak  el  koymaya  dayanan  bu  yaşam  şekli zamanla  göçebe topluluklarda  bir  hak olarak telakki  edilmeye  başlanmıştır.    

 Savaşan askeri ganimetle motive eden bir imparatorluğun yalanı olan “gaza” tanımı bir çok bakımdan bir yağma olayına dini kılıf geçirmekten başka bir şey değildi. Yokluk içindeki insanların   savaşmaktan başka çaresi yoktur. Tarihi gerçekler eğer bir fetih söz konusu ise yağmalamanın da ardından geleceğini bize gösteriyor. Fetih savaşına  katılan özellikle paralı askerlerin  değerli her tür eşyayı zorla sahibinden aldıkları, bazı yapıları tahrip ettikleri, kadınlara tecavüz ettiklerini varsayabiliriz.[7] Yağma kültürü sadece Müslümanlara özgü değildir. Güçlü olanın güçsüz olanın mallarına şiddet uygulayarak zorla sahip olması tüm ilkçağ ve ortaçağda olağan görülüyordu.

Katolik Latin ordularının Kudüs’e giderken Bizans muhalif prenslerinin vaatleriyle yön değiştirip 1204 yılında Konstantinopolis’işgal etmeleri şehir tarihinin en elim olaylarından biridir.[8] 57 yıl süren Latin işgalinde kent halkının çektiği azabı, yağmalanan değerli malları  aradan yüzlerce yıl geçmesine rağmen  hiçbir Ortodoks Rum unutmaz. Aslında hiçbir İstanbullunun da unutmaması gerekir.  Bu kentin değerli hazinelerini, kültürel birikimini çalan, kadınlarına tecavüz eden Vandal  Latin Katolik haydutların Venedik korsanlarıyla birlikte gerçekleştirdikleri katliam unutulmamalıdır. Buradan yola çıkarak Fatih Sultan Mehmet’in izin verdiği üç günlük yağmada zarar görenlerin de bunu unutması mümkün değildir. Nihayetinde Fatih Sultan Mehmet ve Osmanlı orduları Bizans’ın zenginliklerini elde etmek için bu yola çıkmışlardır. Sultanın birlikte savaştıkları askerler de elde edecekleri ganimetleri düşünerek motive olmuşlardır.      

Anadolu’nun kadim halklarından  olan  Rumlara ilişkin kapsamlı araştırmalar yapılmamıştır. 19. Yüzyılda yaklaşık üç milyona varan nüfusuyla Anadolu Rumlarının etnik kökenleri, ekonomik faaliyetleri yok sayılarak bu topraklarda yaşayan göçebe bir topluluk gibi gösterilmeye çalışılmıştır. Bunu böyle göstermek isteyenler de şoven Türklerdir. Oysa tarihi gerçekler ortaya konduğunda bir etnik mozaik olan Anadolu nüfusunun üçte birini Rumlar diğer üçte birini de Ermeniler  oluşturmaktadır. Osmanlı nüfus sayımlarında bu açıkça görülmektedir.  1454 yılından itibaren devletin yüksek mevkilerinde görev almış bulunan pek çok Fenerli Rum, diplomat, baş tercüman, Eflak ve Boğdan beyleri, patrik ve yüksek din görevlileri, Fener Rum Lisesinde  yetişti. Osmanlı bürokrasisinde Rumların seçkin bir yere sahip olmasında bu okulun önemli bir payı vardır.  Osmanlı döneminde okulun müdürleri din görevlileri arasından seçilirdi. Okutulan dersler teolojik ağırlıklı olmasının yanı sıra, felsefe, klasik filoloji, edebiyat, matematik  ve astronomi  idi. Okulun hocaları arasında da çok ünlü yazarlar ve devlet adamları bulunuyordu.  Zigomolar (1556-1580), Teofilos Koridaleus (1621-1639), Aleksandros Mavrokordatos (1663-1671), Avgenios Vulgaris (1760-1761) ve Konstantin Kumas, dünyaca ünlü isimlerdi.[9]

İstanbul’un tarihi yeterince bilinmiyor. Daha doğrusu bazı çevrelerce kasıtlı olarak tarihi gerçekler çarpıtılıyor. 8 bin yıllık tarihi olan bu şehrin ismi de değişiklik göstermiştir.

Byzantion:

Megaralılar tarafından M.Ö. 667’de bir ticaret  koloni devleti olarak  kurulmuştur. Uzun süre şehir devlet yapısı gösteren Bizantion, stratejik konumu gereği ekonomik gelişme sayesinde tüm antik Yunan bölgesine hakim bir güç olmuştur.

 Byzantium:

Latin etkisiyle MÖ.196- MS. 395 arasında kent Roma imparatorluğu bünyesinde önemli bir kent olmuştur.

Nova Roma:

M.S. 330 yılında Roma İmparatoru I. Konstantin İstanbul’u Roma İmparatorluğu’nun başkenti ilan edilince, kente Latince “Yeni Roma” anlamına gelen Nova Roma adını koydu.

Konstantinopolis:

M.S. 337’de İmparator I. Konstantin’in ölümüyle kentin adı, onun şerefine “Konstantin’in kenti” anlamına gelen Konstantinopolis’e çevrildi. Fatih Sultan Mehmed’in 1453’te şehri fethinden sonra kent Osmanlı İmparatorluğu’nun dördüncü başkenti ilan edildi ve uzun süre Konstantinopolis kullanılmaya devam etti. 29 Ekim 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra ilk 7 yıl boyunca Konstantinopolis adı Batılılarca kullanıldı.Roma imparatorluğu başkenti dönemi  MS.395-1453

Konstantiniyye :

Kostantiniyye Konstantinopolis’in Arapça şeklidir. İslam dünyasında en bilinen ve en çok kullanılan adıdır. Yunanca’da “Konstantin’in kenti” anlamına gelen Konstantinopolis, Kostantiniyye Arapça’da “Konstantin’in yeri” anlamına gelmektedir. Osmanlı döneminde kent dördüncü başkent statüsünde değerlendirilmiş ve  esas adı değiştirilmemiştir. MS. 1453-1923

İstanbul :

1930 yılında çıkarılan bir kanunla kentin adı İstanbul olarak değişmiştir.

Bizans’ın tüm kurumlarıyla Konstantiniye’ye dönüşümü uzun yıllar almıştır. O zamanlarda kent nüfusunun bir milyona yakın olduğunu ileri süren tarihçiler vardır. Bir Roma başkenti için bu olağan bir sayıdır. Ama nüfus sayımı yapılmadığı için sadece tahminler üzerinde yorum yapabiliyoruz. İlkçağda ve ortaçağda kent nüfusları hep abartılmıştır. Örneğin Konstantinopolis hipodromunun 30 bin kişi kapasiteli olduğu söyleniyor. Nika isyanında orada katledilen sivillerin sayısı olarak veriliyor. Hipodrom bugünkü Sultanahmet meydanıdır. Bizans’ın antik çağdaki kamusal binaları korunamamıştır.[10]

Bizans imparatorluk döneminde inşa edilen bir çok yapı kurum Osmanlı ve cumhuriyet dönemlerinde yok olmuştur.  Bazı tarihçiler bu yok olan eserlerin Katolik haçlı ordusu tarafından yok edildiğini ileri sürerek Osmanlı ve cumhuriyet yönetimlerini sorumlu tutmazlar. Oysa bu doğru değildir. İleri sürülen iddialara kargalar bile gülmez. Çok önemli kamu ve özel binalar  Osmanlı döneminde ve devamı olan cumhuriyet dönemlerinde yok olmuştur.  Birkaç örnek vermek gerekirse:[11]  

  1. Forum of Arcadius: 403 yılında yapılmış bir şehir meydanıyken Osmanlıda “avrat pazarı” olarak kullanılıp 1715 yılında yıkılmış. 
  2. Augustaion :  Ayasofya meydanı.
  3. Great palace of Constantinople: Büyük saray bugünkü Sultanahmet camisinin bulunduğu yerdeymiş.
  4.  Palace of Boukoleon, Saray yıkılarak  yerine Sirkeci garı yapılıyor. (1873)
  5. Chalke, şehrin bronz kapısı yıktırılıyor (1804)
  6. The palace of the porphyrogenitus, tekfur sarayı
  7. Kontoskalion limanı  
  8. Neorion limanı, (eminönü meydanı)
  9. Prosphorion limanı (Topkapı sarayı)
  10.  Cistern of mocius, Büyük sarnıç
  11. Hippodrome of Constantinople, (Sultanahmet Meydanı )
  12. Column of arcadius, (Arkadius sütunu)
  13. Column of Constantine, (Konstantin Sütunu)
  14. Column of Justinian, (Jüstinyen Sütunu)
  15. Milion, (Milyon Taşı)
  16. Serpent column, (Yılanlı sütun, tahrip edilmiş)
  17. Walled obelisk, (dikilitaş)
  18. Valens aqueduct, (Bozdoğan Kemeri)

Bugün “ecdadımızın bıraktığı eserler” nutku atanların “ecdat” tanımı da çok tartışmalıdır. İstanbullunun ya da Anadolulu insanın ecdadı kimlerdir? Türk tanımı da tartışmalıdır. Türkiye cumhuriyeti tanımını da sorunlu bulanlar vardır. Bir çok kamu kurumunun adından TC ibaresinin kaldırılmasını isteyenler de vardır.

On sekizinci ve 19. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindeki  toprakları kaybetmeye başladı. Özellikle Balkanlar, Kafkasya  ve Afrika’daki toprak kayıpları çöken bir imparatorluk tablosu ortaya koyuyordu. Çöküşü durdurmak adına yüksek mevkilerde bulunan bazı bürokratlar Müslüman olmayan yani “millet” sistemi içinde bulunan gayrimüslimlerin batı devletleriyle ittifak yaptıkları gerekçesiyle sınır dışı etme amacıyla bazı planlar yaptılar. Toplumda dine dayalı bir sınıflamaya gidilmesinin getirdiği sorunlar her şeyden önce vatandaşlık kavramıyla bağdaşmamaktadır. Osmanlı kurumları içinde çok derin eşitsizlikler meydana gelmiştir. Örneğin “askeriye”, “reaya” sınıflarının kanuni hakları  arasındaki farklar, Rum ve Ermeni milleti ile Müslüman Milleti arasındaki vatandaşlık hakları farkları ciddi sosyal problemlere sebep olmuştur. Toplumdaki adalet anlayışı hasar görmüştür. İslam dini kurumlarının giderek yozlaşmasıyla  rüşvet ve adam kayırma gibi eşitsizlikler ortaya çıkmıştır.

Osmanlı Rumları, Ermenileri, Yahudileri  ve Kürtleri devletle olan münasebetlerinde hep haksızlığa uğramışlardır. Devlet zamanında modern sosyal devlet sistemine geçemediği için nüfusun büyük bir bölümü ihmal edilmiş, köleleştirilmiştir.

Bu anlamda Fatih Sultan Mehmet’in hayalindeki “Neo Roma” devleti bir türlü kurulamamıştır. İşte ne zaman Fener’de Rum Lisesi’ne baksam kaybolan bu hayali canlandırmaya çalışır üzülürüm.


[1] Phanar- Fener

[2] https://fenerrumlisesi.k12.tr/

[3] Akademi denince aklıma hep Platon’un kurduğu felsefe okulu gelir. https://iep.utm.edu/academy/

[4] Akademia (ya da Akademos, Yunancası Ἀκαδημία) Akademia tarihte bilinen ilk üniversite ve burada verilen dersler; felsefe, diyalektik, müzik ve matematik üzerineydi. MÖ:387

[5] Teofania ya da diğer adıyla Ta Fota (Işıklar) Yortusu,

[6] Müslümanlığı yaymak ya da korumak ereğiyle İslam olmayanlara karşı yapılan savaş, din uğruna savaş.

[7] https://www.birgun.net/haber/bir-tarihsel-miras-olarak-yagma-kulturu-18103

[8] https://www.tarihiistanbul.com/1204-latin-istilasi-ve-istanbul-katolik-imparatorlugu/

[9] https://fotibenlisoy.tumblr.com/post/40515501688/tahamm%C3%BCl%C3%BCm%C3%BCz%C3%BC-ta%C5%9F%C4%B1ran-laubalilik-suya-ha%C3%A7-atma

[10] https://heryasta.org/2020/02/27/yuruyus-rotasi-bizans-eserlerinin-izinde/

[11] https://seyler.eksisozluk.com/osmanli-doneminde-aramizdan-ayrilan-roma-ve-bizans-imparatorlugu-tarihi-eserleri

Fener Rum Ortaokulu ve Lisesi

Post navigation