Fener vapur iskelesinden sağ tarafa doğru bakınca Haliç’in kıyısında görkemli bir dini yapı, bir kilise göze çarpar. Fotoğrafta görülen kilise yerel halk tarafından “Demir Kilise” olarak adlandırılan yapıdır. Resmi kayıtlarda Bulgar Eksarhlığına (önderliği) bağlı Sveti Stefan Kilisesi olarak geçer.
Fener vapur iskelesi Ortodoks Rum Patrikhanesi merkezine yakın olması itibariyle her yıl 6 Ocakta kutlanan Epifani bayramının bir parçası olan “suya haç atma” töreninin de yapıldığı mekanlardan biridir.
Geçtiğimiz yıllarda yapılan sözüm ona restorasyonlarla iskele, karakol binası ve çelik konstrüksiyonlarıyla bambaşka bir hale geldi. İyi mi oldu kötü mü oldu söylemek zor ama, ilk kez töreni izlemek üzere yıllar önce karlı bir 6 Ocak günü oraya gittiğimde iskelede toplanan kalabalıktan ötürü töreni izlemekte zorlanmıştım. Otobüslerle gelen gruplar vardı. Bu karakol binasının da yer almasıyla eski olan yine anlamsız bir biçimde yok edilmeye çalışılıyor gibime geldi.
Demir Kilise’nin Haliç’in sularında süzülen gölgesini seyrederken bu her yerinden tarih taşan bölgenin kültürel olarak yeterince değerlendirilmediğini düşündüm. İskelenin hemen yanındaki parkta kanepelerde oturanlar da birbirinden çok farklı. Kara çarşaflı kadınlar, sakallı beyaz takkeli erkekler, balık tutan Suriyeliler, şarap içen berduşlar, fotoğraf çeken turistler ve Vodina Caddesindeki kafelerden gelenler ve daha fazlası orada bir tiyatro dekoru gibi gözlerinizin önünde akıp gidiyor.
Bu insanlar Demir Kilise’nin hikayesini biliyorlar mı acaba? Ben ne kadar biliyorum? Bu kilisenin hikayesi aslında Osmanlı Bulgarlarının da hikayesi sayılabilir. Hıristiyan Ortodoks dinini Bulgar kralı Boris’in emriyle MS. 893 yılında kabul eden Bulgar halkı MS. 1396 yılına kadar siyasi olarak bağımsız bir krallık idi. Osmanlı idaresinde geçen yıllar 93 harbiyle Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesine kadar sürdü.
Osmanlı idaresinde bir padişah fermanıyla Fener Rum Patrikhanesine bağlanan Bulgar azınlık nüfusun 50 bine ulaştığı görülüyor. Bu oldukça büyük bir azınlık esasında.
Osmanlı Devleti, hukuki olarak halkı iki farklı sınıfa ayırıyordu. Yaptığı iş gereği “askeriye” ve “reaya” ayırımı ötesinde; dini inanç esasına bağlı olarak da vatandaşlarını “Müslüman ” ve “Gayrimüslim” sınıflamasıyla “Millet Sistemi” olarak adlandırılan bir yapı içerisinde görüyordu.
Bu sisteme dayalı olarak gayrimüslimler; Yahudiler, Rumlar ve Ermeniler olarak üç millete ayrılmışlardı. Hıristiyan tebaa, Rum ve Ermeni milleti olarak ikiye ayrılmış oluyordu. Etnik olarak bu milletlerden olmayan Hıristiyan topluluklar da inançlarına göre Rum veya Ermeni milletlerinden birine tâbi kabul edilerek, o millet içerisinde değerlendirilmişlerdi.
Osmanlı millet sistemi etnik değil dinî bir yapılanma idi.
Devlet-i Aliye vatandaşlarını dini kimliklerini esas alarak tanımaktaydı. Ortodoks Hıristiyan olan Bulgarlar da Rum milletine tâbi ve Rum Patrikhanesi’ne bağlıydılar. Bu durum zamanla Rumların, dini yönetimi ellerinde bulundurmalarından dolayı, Ortodoks olan diğer tebaa gibi kendisine bağlı olan Bulgarlara da baskı ve asimilasyon politikaları uygulamalarına neden olmuştu. Bulgar milleti ise bu durumdan kurtulabilmek için Rum milletine tâbi olmaktan çıkmak ve kendi milli kiliselerine sahip olmak için mücadele edecekti. Islahat Fermanı sonrası Osmanlı Devleti’nin gayrimüslimlerin idaresinde yaptığı köklü değişimler sonrası Bulgarların bu mücadeleleri daha da artmıştı. Netice olarak 1870 yılında Bulgarlar, Rum Patrikhanesi’nden ayrılarak kendi milli kiliselerinin devlet tarafından tanınmasını sağlamışlardı.
Fener Rum Patrikliği inanç gereği bölünmeye izin vermez. Tek kilise esasını savunan patriklerin Bulgarların isteklerini dikkate almamaları onların siyasi tutumu gereği olmalıydı.
Patriklik 1845 yılında Bulgar Eksarhlığını (önderliği) aforoz eder. 1849’da Bulgar cemaatinin ileri gelenlerinden ve o dönemde Osmanlı milletvekili olan Stefan Vogoridis, Bâb-ı Âli’den bağımsız bir Bulgar kilisesi yapılması için izin alır. Kilisenin yapımı için de ikisi kagir, biri ahşap üç bina ve geniş bir avlusu olan 25 odalı evini hibe eder.
Açılan ihale sonucunda ihaleyi kazanan Mimar Hovsep Aznavur, Avusturyalı Rudolf Waagner Şirketi aracılığıyla Avusturya’da dökümü yapılan demir kalıplarla kiliseyi inşa eder. 1,5 yıl süren inşaat sırasında Brezilya’da yetişen ve suyun içinde yaşayan ağaçlardan yapılmış 325 kazık Haliç’e çakılır.
Komple demirden oluşan parçalar, vidalarla denizin üzerindeki ağaçların üzerine monte edilerek 1898’de kilise ibadete açılır. Neo-gotik ve Neo-barok stilde inşa edilen kilisenin sadece mihrap kısmı ağaçtan yapılır ve altın kaplanır. Kilisenin ikonaları için Moskovalı bir fabrikatör ile sözleşme imzalanır ve ressam Lebedev de bu ikonaları resmeder. Kilisenin kulesinde bulunan ve en büyüğü 400 kilo civarında olan altı adet çan ise Rusya’da dökülür. Kilisenin bütün dış cephesi, yan duvarları, pencere kenarları, merdivenleri, kabartmaları ve çan kulesi demirdendir, Fener Rum Patrikhanesi 1945 yılında giderek azalan Ortodoks cemaatini daha fazla bölmemek için afarozunu kaldırır ve Bulgar Eksarhlığını (önderliğini) tanımayı kabul eder. Kilise denizin üzerinde olması nedeniyle zaman içinde demir erimeye başlar. Haliç’in çevresi düzenlenirken, kilisenin önüne yapılan yol nedeniyle kilisenin üzerine monte edildiği su ile yaşayan ağaçlar su alamadığından zeminde çamurlaşma oluşur. Kilise denize doğru kaymaya başlar. Dünyada türünün tek örneği olan kilisenin restorasyonu için yurtiçi ve yurt dışı çeşitli çevreler tarafından taleplerin giderek çoğalması üzerine zamanın hükümeti restorasyon kararı almak zorunda kalır. Kilisenin çevresine 330 beton kazık çakılarak denize kayması önlenir. Kilisenin etrafı ve zemini ıslah edilir ve 7 Ocak 2018 tarihinde yeniden ibadete açılır.[1]
İstanbul artık çok farklı bir şehir. Kültürel envanteri çok zengin ama kent ahalisinin bilinç düzeyi bu zenginlikle uyumlu değil. Büyük bir olasılıkla ekonomik ve siyasi nedenlerle kültürel bilinçlenme çok yavaş gerçekleşiyor. Bunun kent yaşamında tekdüzeliğe giden bir kısır döngüyü de beraberinde getirdiği söylenebilir.
1830 yılından bu yana bir ileri bir geri giden modernleşme, demokratikleşme sürecinde geldiğimiz yol ayırımının belki de kültürel hoşgörünün bazı dindar çevreler tarafından azaltılarak otoriter rejimlere zemin hazırlamak şeklinde anlaşıldığını düşünüyorum.
Öncelikle “dini hoşgörü” kavramı etrafında yüzyıllardır örgütlenen ve çıkarlarını dini söylemlerle teminat altında tutan bir dizi dindar siyasetçi var. İktidara gelmeden önce özellikle batı devletlerini olumlu yönde etkilemek için Mevlana çağrıları yapıyorlar sonra verdikleri sözlerin tam aksini yaparak gayrimüslim ahaliyi sömürmeye devam ediyorlar. Fatih Sultan Mehmet Han’ın fetihten sonra Konstantiniye’ de kurmak istediği “Yeni Roma” hayaline ihanet eden en yakınındaki siyasetçi din adamları olmuştur. Millet hukuki yapısı günün şartlarına uygulanmamış, reforme edilmeden uygulanmıştır. Ortodoks Hıristiyan ahali etnik kökenleri hiçe sayılarak katı yaptırımlarla göçe zorlanmıştır. Bulgar ahali de Rum Ortodoks patrikliğinin katı skolastik kurallarıyla yönetilmeye çalışılmıştır. Kiliselerde geçerli olan lisanın Rumca olması ve bunda ısrar edilmesi çok önemli bir sebeptir. Bugün aynı tutum Sünni İslam mezheplerinde de görülmektedir. Camilerde ısrarla kimsenin tek kelime bile anlamadığı Arapça kullanılmaktadır. Kutsal lisan değişmez sloganıyla yola çıkan din adamlarının bu tavrı da bugün Türkiye’de dinini, kutsal kitabını anlamayan ve bilmeyen geniş bir kitlenin oluşmasına sebep olmuştur. Bu geniş kitle Arapça bilmedikleri için kendilerini suçlu hissederek sık sık imamlara şu caiz midir? Soruları sormaktadırlar. Genel olarak ilkçağlardan bu yana bir çok dinde dualar genellikle sadece rahibin anladığı bir dilde edilir. İnananlar ise bu ses dizilerini dinleyerek ritüellere katılırlar. Kutsal kitapların yorumunu yapan rahipler bu ayrıcalıklarının ellerinden alınmasına karşı çıkarlar. İslam dininde esas olan dil Arapçadır. Tartışması bile şiddet dolu tepki çeken dil meselesi çok hassas bir konu olarak önümüzde durmaktadır. Bir gün camilerde Türkçe dua edilir mi bilemem ama bunun Türkiye’de gerçekleşmesi için köprülerin altından çok su akması gerekir.
[1] https://www.erkemedya.com/demir-kilise-nin-aziz-sveti-stefan-kilisesi-yapimi-hikayesi-ve-zeminin-islahi/