“Lidya’nın en gelişmiş şehirlerinden biri olan Tralles şehri, Menderes’ in yukarı vadisinde Cevizli (Messogis) Dağının yamacında kurulmuştu. Bu şehrin yerinde, şimdi Aydın Güzelhisar vardır.”
Şimdi bütün bu antik kentleri ve kamusal alanda inşa edilen yapıları düşünürken bu kentlerde yaşayan örneğin Tralles veya Philadephie vatandaşları acaba nasıl insanlardı? Ne düşünürlerdi? Kamusal alandaki davranışları nasıldı?
MÖ.13. yy.da Dor akınları Balkanlarda birçok göçe neden oldu. Argos’dan gelen denizci bir kavim olan Dor’lar demir çağı silahlarıyla Miken uygarlığını yok etmişlerdir. Trak kökenli Tralles halkının kurduğu kent ilkçağın efsane kentlerden biriydi. MS. 13. Yy.a kadar ticari ve stratejik önemini korudu ama diğer Bizans kentleri gibi Anadolu Selçuklu akınları sırasında yağmalandı ve yıkıldı. Kamusal alan ve kent yaşamı göçebe kabilelerinin bilmediği ve alışık olmadığı bir yaşam biçimiydi.
Tiyatrolar, stadyumlar, meclis binaları, stoalar, heykeller, hamamlar, ve diğer kamusal yapıların taş yığını olduğunu düşünen bir zihniyetin yağmaladığı kentlerin ahalisi zorunlu olarak başka bölgelere, kendilerini güvende hissedecekleri yerlere göç ettiler. Bugün Tralles antik kentinden geriye hemen hemen hiçbir şey kalmamıştır.
ARKEOLOJI GEZGINLERI: TRALLEİS ANTİK KENTİ
Sorguladığımız kamusal alan kavramı tarih boyunca üzerinde tartışılan konulardan biri olmuştur. Göçebe kabilelerin kamusal alanını değişken olması itibariyle tam olarak yerleşik kentlerin kamusal alan kültürüyle karşılaştırmak doğru olmaz. İlkçağda da bugün olduğu gibi kültürel farklılıklar önemli sonuçların ortaya çıkmasına neden oluyordu.
Kamusal Alanın Tarihsel Gelişimine Kısa Bir Bakış… (mimarizm.com)
Kamusal alan algısının farklı olduğu toplumlarda ortaya çıkan totaliter, buyurucu yönetim tarzının etkileri zaman içerisinde ortaya çıkmaktadır. Selçuklu-Türkmen akınları öncesinde antik kentlerin kamusal alanlarının gerek ekonomik gerekse de kültürel anlamda Yunan-Roma-Bizans geleneklerini içinde barındırdığı söylenebilir.
Akınlarda yağmalanan kentlerin yıkılan kamusal binalarının ötesinde yok olan kamusal alan yaşamının da bir gerçek olduğunu söylemek gerekir. Her ne kadar Selçuklu-Türkmen ve Osmanlı geleneğinin farklı bir medeniyet ölçüsü olduğu söylense de yok olan kentlerin ve yapımı yüzlerce yıl süren, her türlü fedakarlıkla yapılan kamusal yapıların yıkılmasının yakılmasının açıklaması başka türlü yapılamaz.
Türkiye’de yayınlanan bazı akademik makalelerde sık sık referans gösterilen Habermas’ın kamusal alan kuramını enine boyuna inceledikleri görülürken Türkiye’de kamusal alanın tarihsel gelişiminin sözünü etmedikleri dikkat çekicidir. Örneğin Selçuklu-Türkmen ve Osmanlı dönemlerinde Anadolu kentlerindeki kamusal alan analizleri son derece ilginç olabilirdi.
Textier kitabının ikinci cildinin 82. Sayfasında Alaşehir (Philadelphie) tarihini anlatırken Lidya döneminden başlar. Kentin MÖ. 130 yılında Bergama kralı Attale Philadalphe tarafından kurulduğunu söyler. Kuruluşundan onun ziyaret ettiği yıla kadar kentin nüfus çoğunluğunun Hıristiyan olduğunu ve dini açıdan kentin tüm Hıristiyan camiasındaki önemine değinir.
Textier’in şehrin tarihçesine ilişkin verdiği bilgileri yerel kaynaklarla karşılaştırdığımızda ortaya farklı sonuçların çıktığını görürüz. Meraklı okuyucu aşağıda linkini verdiğim Alaşehir belediyesinin web sitesindeki bilgileri inceleyebilir. Nedense bizim tarih yazıcısı dostlarımız büyük bir iştahla 1071 yılından başlamak isterler. Anadolunun tarihini Malazgirt savaşıyla başlatıp o savaş öncesini yok saymaya meyillidirler.
Textier ise Alaşehir’in Asya’nın yedi kutsal kilisenin bulunduğu kentlerden en önemlisi olduğunu söyler. Acıklı tarihini anlatır. Rum nüfusun onun ziyaret ettiği zaman 5 bin civarında olduğunu ve kiliselerin adlarına da yer verir. Rum ve Müslüman kadınların giysilerinin çok süslü ve göz kamaştırıcı olduğunu söyler.
Alaşehir’den Kula’ya geçer.
Katakekomene olarak bilinen bölge volkanik bir arazidir. Günümüzde Kula ve çevresi jeolojik oluşumuyla tüm dünya jeologlarının dikkatini çekmektedir. Birkaç yıl önce bölgeye yaptığım gezide jeoparkı gezme imkanı da bulmuştum. Bölgenin kalkerli topraklarında peribacaları oluşumları da dikkat çekiyordu.
Textier bir jeolog özeni ile bölgedeki volkanik oluşumları anlatır. Teknik bilgiler verir. Kula şehrinin yün, pamuk ve afyon ticaretiyle zenginleştiğinden, kervan ticaretinin Rumlar tarafından organize edildiğini anlatır. Kula da günümüze kadar ulaşan evlerin mimarisi geleneksel Ege mimarisidir.
Rum, Ermeni, Yahudi ve Müslüman nüfusun yaşadığı mahallelerdeki mimari genel çizgileriyle birbirine benzer fakat her milletin yaşam tarzına uygun olarak değişiklik göstermektedir. Evlerin bazılarının duvarlarında dini sembollere rastlanır. Kula eski şehir sokakları geniş meydanlara açılır bu da kamusal yaşamın oldukça hareketli olduğunun bir göstergesidir.
Şehir planlamasında kamusal alanlar halkın toplanıp ekonomik ve kültürel ihtiyaçlarını karşıladıkları ve sosyalleştikleri meydanların etrafına konuşlandırılırdı. Miletus’lu Hippotamus’un çizdiği şehir planları bir çok yerde uygulanmıştır. Otoriter rejimler meydanları tehlikeli görürler. Halkın toplanmasını istemezler. İstanbul’un eski meydanları kasıtlı olarak küçültülmüş, betonlaşmaya açılmıştır. Osmanlı toplumunda şehirlerde “mahalle “ kavramı sosyal ve ekonomik yaşamın temeli olarak kabul edilirlerdi.
İstanbulun Bazı Meydanları | Unutulmaz.net
Osmanlı şehrinde mahalle tanımını şöyle yapıyor Leyla Aksu Kılıç[1], “birbirini tanıyan, bir ölçüde birbirinin davranışlarından sorumlu, sosyal dayanışma içinde olan kişilerden oluşmuş bir topluluğun yaşadığı yer”
Kula’nın kayıtlı mahallelerde yaşayanların Yahudiler hariç bir arada oturdukları dinsel bir ayırımın yapılmadığı tespiti var. Makalede Hızır-İlyas adında mahallelerin ve kiliselerin bulunduğu bilgisi de yer alıyor. Bu Anadolu kültünün dinler arası etkileşimle belirli bölgelerde ortaya çıktığı ve yadırganmadığı söyleniyor.
Kula da 19. Yy. da diğer Anadolu şehirleri gibi Müslim ve Gayri-Müslim ahalinin beraber yaşadığı, ticaret yaptığı kamusal alanı paylaştığı bir Osmanlı kenti idi. Gerek yukarıda sözünü ettiğimiz makale gerekse de C. Textier’in seyahatnamesinde sözü edilen Kula ve ahalisi artık yok. Göçler, savaşlar, ekonomik ve siyasal sebeplerle evlerini terk eden Kulalılardan geriye kimler kaldı söylemek zor. Benim ziyaret edip sokaklarında dolaştığım Kula parlak günlerini yaşamıyordu. Kiliselerin ve diğer ibadethanelerin çoğu bakımsızlıktan harap haldeydi. Sıvaları dökülmüş, pencereleri tenekeyle kapatılmış, acemice onarılmış, duvarları yıkılmış yapıları görmek üzüntü verici. Kula’da yüz yıl önce yapılan üretimden bugün eser yok. Kök boya tarımı artık yapılmıyor. Ünlü Kula halı kilimleri artık yok. Anadolu’daki Gayri-Müslim nüfus artık yok ama Müslüman nüfus da aynı değil. Yüz yıl içinde kökten değişen kentlerin nüfus yapısının yanı sıra ekonomik ve sosyal hayat da artık aynı değil. Kamusal alanlar artık canlı değil. Osmanlı idaresindeki Kula ile Cumhuriyet Kula’sını birbirinden ayıran temel farklılıklar üzerinde durmak gerek. Modernitenin görünürde hakim olduğu Kula’da eski zenginliklerden eser yok. Bunları tespit etmek de yeni nesil tarih yazarlarının işi.
Tarih yazıcılığı demişken bir iki paradigmaya değinmeden geçemeyeceğim. Tarih hemen hemen her ülkede siyasetin ideolojisini etkilemesi nedeniyle antik Yunan tarihçiliğinden bu yana temel bir siyaset silahı olma özelliğini korur. İktidarlar yani galip gelenler “tarih yazıcılarını” harekete geçirip ideolojilerine en uygun olan “masalı” dikte eder. Nihayetinde tarih “mitos” yazmak değil midir? Hakikati yani geçmişin katı gerçeklerini öğrenmek için eline tarih kitabını alanların hayal kırıklığına uğramaları kaçınılmazdır. Burada konumuz gereği Kula’nın ya da Alaşehir’in tarihini öğrenmeye çalıştığımızı düşünelim.
Charles Textier Alaşehir’i seyahatnamesinde nasıl anlatıyor?
“Alaşehir (Philadelphie), Asya’nın Hristiyan dinini isteyerek kabul eden Roma şehirlerinden birisidir. Hristiyanlığın uygulanması açısından bu yöre Hristiyanlar, dini görevlerini oldukça özgürce yerine getirebildiler. Alaşehir, Asya’nın Yedi Kilisesi sırasına geçmeye layık görüldü ve bizzat St. Jean, tanrının sözünü anlatmak için buraya geldi. Philadelphie Hristiyanların ahlakı, diğer Hristiyan merkezlerine örnek olarak gösterilmiştir. Bu şehrin harabelerinde mermer, nadir bulunduğu için çok az kitabeleri olacağı yargısına varılır. Bunlardan elde edilen bazılarının içeriğine göre, Asya’nın genel oyunları Alaşehir’de de yapılırdı. Bizans dönemine ait olan eski eserleri de eski zamanlara ait olanlar gibi fakirdir. · Rumlar, Alaşehir’de yirmi kilise sayarlarsa da bugün ayin yaptıkları ancak beş kilisedir: Bunlar, Panagia, Saint-Dimitri, Saint-Theodore, Saint-Michel kiliseleridir. Hristiyanların nüfusu üç bin kadardır. Bunlar bir baş papaz tarafından yönetilirler. Diğer papazlar çoktur. Ayin törenini görkemli yaparlar. İslam eserleri de Hristiyanlarınki gibi mütevazıdır. Yirmi kadar caminin ağaçlıklar içinden yükselen minareleri, Alaşehir’ e bir doğu şehri görüntüsünün en güzelini verir. “
Textier bu anlatımında aslında kamusal alanla ilgili bilgiler veriyor. Dindar bir halkı olan Alaşehir’in Hıristiyan ve Müslüman nüfusun özgür bir ortamda ibadet ettiklerini belirliyor. İki farklı dine Yahudileri de ilave edersek belki de üç farklı dine mensup 10 bin kadar insanın kilise, cami, havra ve çarşı dikkate alınarak özgür bir kamusal alanda yaşadıklarını anlıyoruz. Osmanlı toplum düzeninde temel kural olan ibadet ve ticaret özgürlüğü yerel devlet temsilcilerinin silahlı güçlerince temin ediliyor. Bu çok önemli bir gözlemdir.
Genel anlamda Osmanlı şehirlerindeki kamusal alanların ne kadar demokratik olduğu tartışılır. Akademisyenler tarafından sık sık referans gösterilen Habermas’ın felsefesinde kamusal alan, bireylerin özel alanlarından çıkarak eşit yurttaşlar olarak tartışmaya katılabildikleri, toplumsal, kültürel ve politik her türlü mesele üzerine söz söyleyebildikleri, özgür tartışmanın alanı olarak tanımlanır.
Sanayi devrine en az yüz yıl önce giriş yapan batılı devletlerin kamusal alan anlayışı ile totaliter Osmanlı kamusal alanı çok farklıdır. Böyle bir kamusal alanın değil Osmanlı döneminde cumhuriyet döneminde bile Anadolu’da var olmadığını kolaylıkla söyleyebiliriz. Özgür tartışma alanından neyin anlaşılması gerektiği de belli değildir. 17. Yy. dan itibaren Batılı burjuva toplumlarında hızla yükselen endüstrileşme ve “liberalizm” yani özgürlük anlayışının temel ekonomik nedenleri vardır. Öte yandan Osmanlı toplumu farklı dinden olanların ayrıştığı ve antagonizmin yükseldiği baskı rejimlerine saplanıp kalmıştır. Bu anlamda “laik” devlet anlayışının batıdan kopyalanan sadece sözsel olarak var olan ama gerçek olarak tartışmalı bir yaklaşım olduğu da söylenmelidir. Kimine göre Alaşehir’de diğer kentlerde olduğu gibi feodal tarım toplum ilişkilerinden endüstri toplumu ilişkilerine geçiş yapamamıştır. Bugün Alaşehir ‘e gittiğimizde kamusal alanların camiler, kahvehaneler ve çarşı ile sınırlı olduğunu görürüz.
ALAŞEHİR İLÇESİNDE NÜFUSUN GELİŞİMİ VE DOĞAL COĞRAFYA ÖZELLİKLERİYLE İLİŞKİSİ (dergipark.org.tr)
Tüm seyyahların verilerine göre yaklaşık 3 bin Osmanlı Rum’unun yaşadığı kasaba Cumhuriyet döneminde mübadele ve diğer sebeplerle nüfus kaybına uğramış, tüm bölgede olduğu gibi ticari yaşam uzun süre durmuş yerini devlet ihalelerine bağlı ekonomik yaşama bırakmıştır. Kasabaya yerleştirilen Müslüman Balkan ve Kafkas göçmenlerine ek olarak Dersim olayları sonrasında Alevi Zaza aileler de yerleştirilmiştir. Bu değişik halk grupları farklı mahallelerde oturmayı tercih etmişlerdir. Alaşehir çevre kentlerden farklı olarak en az ekonomik ve sosyal gelişme gösteren kasabalar arasında yer almaktadır. Kula ve diğer kasabalarda da durum farklı değildir. Kamusal yaşamdan söz ederken gerek Alaşehir gerekse de Kula kültürel ve ekonomik anlamda yeterince gelişme gösterememiştir. Daha fazla bilgi için yukarıda verdiğim linkteki makaleyi okuyabilirler. Cumhuriyet yönetiminin Balkanlar ve Kafkaslardan gelen aileleri Anadolu’nun farklı bölgelerinde iskan ettiği ve tarım yapmaları için toprak tahsis ettiği doğrudur. Öte yandan hızlı bir biçimde sanayi hamlelerinin yapıldığı batı devletleriyle boy ölçüşecek sermaye yapısına sahip olmadığı da doğrudur.
[1] Doç. Dr. Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi: 2017