Pandemi’nin üçüncü yılını da atlatmaya çalışıyoruz. İlk yıl medyayı saran, o koyu, kötü siyaset kokan sahte alarm zilleri artık duyulmuyor. Yetkililer ise devlet geleneği ötesinde, belki de farkında olmadan (genellikle liyakatsiz kişiler yandaşlık kriteriyle koltuklara oturtuluyor) önlemlerini giderek hafiflettiler. Eskisi kadar cesaretli değiller. Artık penguen medyasında bile boy göstermiyorlar. Tüm pandemiyle alakalı yolsuzluk söylentileri ise cevapsız kaldı. Yasaklar getirildi, soruşturan gazeteciler tutuklandı, STÖ temsilcileri ağır baskılara maruz kaldı.
Artık her şey sözde serbest. Seyahat kısıtlamaları kalktı. Maskeler fora, seyahat etmek daha kolay. Oysa hastalık yapan virüs ve etkileri konusunda verilen bilgilerin doğru olmadığı konusunda derin endişeler taşıyan insanların aşı olmaması sorun yaratıyor. Giderek aşı olmayan kitle hastalığı yayan en etkili aracılar haline geliyor. İstatistikler zaten “düzeltilmiş” sayılardan oluşuyor. Yeni moda istatistik stratejisi yürürlükte: Sonuçları beğenmiyorsan düzelt. Hala düzelmiyorsa yayınlama.
Üçüncü dünyanın (artık bu tanım Türkiye’ye uymuyor. Dördüncü dünyaya düşüş başlayalı çok oldu) en belirgin sinir bozucu, akıl dışı, baskıcı ve nobran idarecilerin uygulamalarının görüldüğü bu topraklarda yaşamak kolay değil. Bu bilinen ama açıklanmayan, yalan ve riya dolu, tutuklu yaşam psikolojisini kırmak için en iyisi seyahat etmek. İnsan elinin ve ayağının değmediği topraklara gidip içini ferahlatmak. Aylar süren, yaz-boz tahtasına dönen boş planlar sonunda daha denize bile giremeden sonbahar geliverdi.
Bir amatör fotoğraf grubunun “Şavşat ve Sonbahar” programına balıklama atlıyorum. 13-16 Ekim. Erken sonbahar denebilir. Yeterince sararma olup olmadığını bilmeden hemen gerekli işlemleri tamamlıyorum. Sonbaharın renkleri aslında güneş, irtifa ve yönlerle alakalı. İki binlerde sararma olmasına karşın binlerde olmayabiliyor.
İlk gün sabah 06:50 uçağıyla Rize havaalanına doğru hareket ediyoruz. Erken saatte kalkan uçaklardan nefret ediyorum ama en büyük avantajı günü kaybetmiyorsun. O bazı kişilerin öğündüğü sahil yollarını ve çirkin TOKİ yapılarını hızla geçip doğa alanlarına ulaşmak için en az iki yüz kilometre gitmek gerekiyor.
Rize’nin “Kel Simit” iyle tanışıyoruz. Susamsız küçük halka simitler. Aynısı mı değil mi bilmem ama çocukluğumdan hatırlıyorum. Halka simit diye satılırdı. Ama çok sert olurdu. Rize de adet sıcak sıcak fırından alınıp çay ve peynirle yeniyormuş. Kahvaltı etmeyenler için Rize kahvaltısı. Çay için durmuyoruz. Vaktimiz yok. Yüklü bir programımız var.
Dört günlük programın benim için ana amacı sonbahar renk dokularının oluştuğu alanları fotoğraflamak. Rize’de ve sahil yolundan gördüğümüz kadarıyla daha sonbaharın zamanı gelmemiş. Bitkiler yemyeşil. Sahili takip ederek Hopa, Ardeşen üzerinden Mençuna şelalesi ve ikiz köprüleri görüp Şavşat’daki otelimize ineceğiz. Şelale ve köprü civaarı da heniz yaz mevsimi yeşilliğini koruyor.
Şavşat iyi bildiğim bir yer. Yaz mevsiminde yani temmuz ayı sonlarında yeşilin tüm tonlarını yakaladığım grup gezileriyle karış karış yürüyerek keşfetmeye çalıştığım bir coğrafya. Buralarda yani kadim “Kolhis” topraklarında son yıllarda eskiye ait ne varsa yok ediyorlar. Bunun nedenleri o kadar çok ki, liste uzayıp gidiyor.
Birincisi ve en önemlisi “kültürel farklılık”. Devlet memuru bölgeye kaymakam olarak atandığında idari ve nüfus yapısı konusunda çok karmaşık bir bölgeye tayin edildiğini anlar.[1] Bölge 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı neticesinde Rus işgali altına girmiştir. 43 yıl işgalde kaldıktan sonra, 16 Mart 1921’de imzalanan Moskova Antlaşması’yla tekrar Türkiye topraklarına katılmıştır. Doğal olarak her sınır bölgesinde olduğu gibi kültürel ve ekonomik geçişler söz konusudur. Konuşulan diller, folklorik belirleyiciler Türkiye’nin diğer bölgelerindekinden farklı olarak gelişmiştir.
Göç alan ve göç veren bölgelerde görülen geçici ikamethanelerin eski mimari yapının devamı değil de derme çatma ucuz malzeme kullanılan yapılar olduğu gerçeği yerel halkın kültürel kaynak değerlerine ilgi duymaması sorununu ortaya çıkarmıştır. Eskiden kalanla kendini özdeşleştirmeyen bir nüfus, geniş çapta cereyan eden kültürel kaynak erozyonuna da engel olamamıştır. Buna ek olarak merkezi idarenin sert tutumu ve sermaye yokluğu sosyal sorunlar da yaratmıştır.
Kiliseler, köprüler, kervan yolları, limanlar, yayla evleri, vb. modernleşme adı altında yok ediliyor. Bölgeyi gezen herkes bilir bu bölge “Gürcü” kültürü etkisindedir. Sünni İslam ve dindar iktidarlar popülizm adına bu bölgedeki kiliseleri hedef haline getirmiştir. Devlet eliyle kiliseler yıktırılmaktadır. Oysa “laik” tanımlı devletin böyle bir olaya ortak olması yanlıştır. Cumhuriyet ilkelerine aykırıdır.
Tbet manastırı[2] dipnotlarda adresini verdiğim lokal medyadan öğrendiğime göre bizzat Şavşat kaymakamı emriyle 19 yerine delik açılarak dinamitle patlatılmıştır.[3] Bu eğer bu haber doğruysa bölgedeki diğer kiliselerin de aynı şekilde yıktırıldığı sonucuna varmak mümkündür. Geriye yalnızca bir duvarı kalan kilisenin yıllar içinde nasıl yok edilmeye çalışıldığı hazin bir hikayedir. Bununla da kalmayıp tarihi köprüler ve binalar da definecilerin hedefi haline gelmiştir.[4]
Bölgedeki tarihi eserlerin neden korunmadığı konusu ise tartışmalıdır. Gerekçe olarak da özellikle yerel idareler “kırsal alan” terimini savunma olarak kullanıyorlar. Oysa 2863 sayılı yasanın tanımlarla ilgili bölümünde „„sosyal yaşama konu olmuş bilimsel ve kültürel açıdan özgün değer taşıyan yer üstünde, yer altında veya su altındaki bütün taşınır ve taşınmaz varlıklar‟‟ olarak tanımlanan kültür varlıkları dolayısıyla kırsal yerleşmeleri de kapsamaktadır.
Karadeniz aslında tek bir halk ve tek bir dil ve kültür olarak tanıtılmaya çalışılıyor ama bu doğru değil. Bölgeler arasında tarihsel ve kültürel farklılıklar var. En az üç dört dilin konuşulduğu Şavşat ve çevresi çok önemli bir kültürel merkezdir. Yöresel giyim, kumaş desenleri, mimari, yemek kültürü ve diğer kültürel öğeleriyle Şavşat ve Maçhael diğer Karadeniz bölgelerinden ayrılmaktadır.
Bu bölgeye sonbaharda ilk gelişim. Birlikte geldiğim grupta tecrübeli sonbahar fotoğrafçıları var. Endişe etmeye gerek yok. Dört gün içinde sonbahar renklerini bulacağımız bir çok mekan bulacağımızı söylüyorlar. Buluyoruz da.
Şavşat Arhavi klasiğinde iki önemli yer: ilk ziyaret Mençuna Şelalesi ve İkiz köprüler. Daha önce bir çok kez fotoğraflamaya çalıştığım bu iki mekanı fotoğraflamak o kadar keyifli değil. Çekim açısı bulmak çok zor. Köprülerin bulunduğu alanda kompozisyonu bozan bir çok engel var. Köprüler on yıl önce restore edilmiş ama nasıl bir restorasyon planı uygulandı bilinmiyor. Örneğin bu köprülerin her şeyden önce kitabeleri yok. Ne zaman yapıldılar, kiler tarafından tasarlandılar, neden böyle iki tane yapıldı, mimarları kimler gibi en basit soruların bile karşılığı yok.
Bu kadar tarihe, kültüre düşman bir yönetim anlayışı olur anlamak mümkün değil. Köprüye yaslanan turistik tesisler hiçbir “peyzaj” kaygısı duyulmadan “Deli Dumrul” usulü yapılmış. Yerel idare ise bu gidişata dur diyemiyor. Turizm anlayışı “geleni soyup soğana çevirin” temalı olursa “memnuniyet” katsayısı önemini kaybediyor ve “ister gel ister gelme” tavrına dönüşüyor. Eğitimsiz ahalinin en büyük sorunu sürekli engel çıkarıp rüşvet isteyen yerel idareciler. Kimsenin dört başı mamur bir ruhsatı veya izni yok. Buralarda gemisini yürüten “kaptan” oluyor.
Tarihi Berta Köprüsü’ne yapılanlar ise içler acısı. Çoruh Enerji Planı çerçevesinde yapılan hidroelektrik baraj ve santralleri nedeniyle Çoruh Vadisi’ndeki tüm yerleşim yerleri sular altında kaldı. Artvin Deriner Barajı’nın su tutmasının ardından bu alan içinde bulunan önemli tarihi eserler de sonsuza dek yok olma ile karşı karşıya kaldı. Bu bize Hasankeyf’i hatırlatıyor. Liyakatsiz yöneticilerin aldıkları yanlış kararlar bitmek bilmiyor. Tarihi eserlerin yok olması bu yöneticilerin umurunda bile değil. Nedenlerini benim anlatmaya kelimelerim yetmiyor. Artvinliler, Mardinliler susuyorsa ne diyebilirim.
Şimdi Deriner baraj göletine “Fatih Mesire Yeri” adı verilen tepeden bakıyoruz. Vadi içinde biriken su şimdiden ekolojik değişimler yapmış. Su içinde kalan bitkiler boğulmuşlar. Hayvanları ise göremiyoruz. Vadi içinde heyelan başlangıçları yol kenarlarında bariz bir biçimde görünüyor. Çok yakında bu bölgeden de heyelan ve sel felaket haberleri alabiliriz.
Şavşat’daki otelimize giriş yapıyoruz. Otel yeni inşa edilmiş. Her türlü konforu sözüm ona düşünülmüş. Hilton, Holiday Inn standardında inşa edildiği söylenen otelin personeli öğrencilerden oluşuyor. Doğal olarak servis sorunları var. Bu bölgede bu dönemde geceleri sıcaklık sıfır derecelere kadar düşüyor. Otelin merkezi ısıtma sistemi var ama çalıştırmıyorlar. Bir geceliğine dünyanın parasını ödüyoruz ama ısıtma yok. Çalıştıracak teknisyen yokmuş. O gece sabaha kadar üşüyoruz.(Bu seyahat sonrası bir hafta süreyle ciddi soğuk algınlığı geçirdiğimi de söylemeliyim).
Şavşat dünya cenneti bir yer olabilir ama altyapı yetersizliği ve zihniyet en büyük sorun. İtiraz etmeyecek, sesini çıkarmayacak ama ne bulursa yiyip parasını ödeyip gidecek sağır ve dilsiz turist isteniyor. Yaylalara çıktığımızda durumun vahametini çok daha yakından görme fırsatımız oluyor. Asırlık ahşap ağaç yayla evleri asbestli metal levhalarla kaplanmış. Yıllarca tamirat görmeyen yapılar yıkıldı yıkılacak durumda. Ucuz diye alınıp pencerelerden çatılara kadar hemen hemen her yerde kullanılan bu metal levhalar geleneksel mimariyi bozduğu gibi kanserojen etkisiyle yerel ve turist nüfusun sağlığını tehdit ediyor. Sağlık bakanlığı denetimi de yok. Kimsenin turizm işletme ruhsatı da yok. Deli Dumrul hikayesi yaşıyoruz. Göründüğü kadarıyla “asbest” bilinci buralara hiç uğramamış. Bazgiret (Maden), Cancir yaylaları hemen hemen terk edilmiş durumda. Baziret son beş yılda çok değişmiş. Bu yaylalarda çok az ağaç kaldığı için sonbahar renk dokusunu göremiyoruz. Her iki köyün de bundan iki asır önce yoğun yerleşim gördüğü biliniyor. Bu bölge 1921 yılında Türkiye Cumhuriyeti sınırları içine alınmış. Bu tarihten önce “Bağımsız Gürcü Cumhuriyeti”ne bağlı köy statüsünde bulunuyorlardı. Son yüz yılda bölgede yaşayan insanların yaşam standardında bir değişim olduğunu söylemek zor. Bölge arıcılık dışında çok az miktarda tarım ve hayvancılıkla geçimini sağlamaktadır. Sınır kapılarının kapalı olması nedeniyle ticaret yaşamı da zaman içinde durmuştur. Bugün bölgenin yerli turizm ile kalkınmaya çalıştığını görüyoruz. Bazgiret’de “Göl Pansiyon” büyük kentlerden gelen doğa severlerin tercih ettikleri bir mekan. Daha çok yaz aylarında İstanbul’dan gelen gazeteci ve entelektüel grupları ağırlayan pansiyonun kar düştükten sonra çalışmadığı biliyoruz. Zaten tüm Şavşat bölgesi kar altında çok güzel ama ulaşım ve altyapı açısından güçlüklerle dolu. Kapanan yollar ve dağ geçitleri yerleşik ahalinin Borçka , Şavşat gibi merkezlere kışı geçirmek üzere göç etmesini gerektiriyor. Yaylalarda yaşayan ahalinin elinde tapusu yok. Yerel idarelerin insafına kalan mülkiyet sorunları her geçen gün büyüyormuş.
Bölgede eski adların (Gürcüce) Türkçeleştirilmesi sürüyor. Bölgede yaşayan kadim halkın bilinen adı “Şavşeti” dir. Şavşat adı da Şavşetililerin yurdu anlamında kullanılıyor. Gürcülerin Kahi, Kuhi, Klarci, Şavşi, Cavahi gibi çeşitli boylardan oluştuğu kabul ediliyor. Günümüzde bu yapıların varlığı da tartışmalı. Bu tarihsel süreç içinde neler olup bittiği ile ilgili elimizde bir belge yok. Bölgede bulunan kiliselerin kayıt tuttuğu biliniyor ama bu kayıtların piskoposluk merkezine ulaştırıldığı sanıyorum. Örneğin son yüz yıl içerisinde kaymakamlık emriyle veya farklı sebeplerle yıkılan kiliselerin kayıtlarının Gürcistan’da bir arşivde bulunduğunu tahmin ediyorum. Öte yandan İslam Sünni geleneğinde cami hocalarının kayıt tutma yükümlülüğü olmadığı gibi böyle bir kaydın devlet tarafından tutulması gerektiği nedeniyle kayıt tutmadıklarını da söyleyebiliriz. Peki son yüz yılda Şavşat bölgesi için tutulan kayıtlar nerede olabilir? Araştırma konusu olarak notlarıma alıyorum.
Şavşat 1.317 kilometrekarelik dağlık ve engebeli bir arazi üzerinde bulunuyor. Dört yanı yüksek dağlarla çevrili. 3.537 metreye yükselen Karçal Dağları, ilçenin batı ve kuzeybatı yönünü sınırlandırır. Kuzeyde 2.750 metre yükseklikteki Sivritepe (Arsiyan) dağları ile 3.000 metreyi aşan Cin dağları bulunmaktadır. Doğuda Ardahan-Artvin sınırlarını teşkil eden Yalnızçam dağ sinsilesinden 2.850 metre yükseklikteki Sahara Dağları, Güneyde ise 3.050 metre yükseklikteki Karagöl dağları bulunur.
Sonbahar renk dokusunu ertesi gün Papart Vadisi’nde buluyoruz. Tek kelimeyle muhteşem bir vadi. Papart Gürcü dilinde “papaz” anlamında kullanılıyormuş. Papaz ormanları ya da Papaz vadisi de denebilir. Bizim Türkçeleştirmeye meraklı gayretkeş bürokratlar papaz adını görünce her halde vaz geçmişlerdir.
Papart vadisi[5] aynı adlı dere boyunca kıvrıla kıvrıla yükseliyor. Vadi tabanından bakınca tepeleri görmek mümkün. Toprak yayla yolu zaman zaman düşen taşlar nedeniyle kapanıyormuş. Dar bir yol. İki aracın zorla geçeceği kadar dar. Yükselirken yolun sol yanı uçurum. Yükseldikçe uçurumun derinliği de artıyor. Machael geçidine kadar uzanıyor. Karma orman yapısı hemen belli oluyor. Aradığımız sonbahar dokusunu nihayet buluyoruz. Tüm vadi boyunca uzanıp giden Papart ormanları, şelaleler sonbahar renk dokusunun en güzel örneklerini sunuyor. Bu renk dokusu karşısında kelimeler yetersiz kalıyor. Erken sonbaharın en canlı renkleri tam karşımızda. Fotoğraf kameralarının sesinden başka ses duyulmuyor artık.
[1] “XI. yüzyılda Selçuklu hâkimiyeti ile tanışan Artvin ve çevresi, XVI. yüzyılda da Osmanlı egemenliği altına girmişti. Söz konusu dönemde Artvin ve Yusufeli topraklarını içine alan Livane Sancağı kurularak, Erzurum Beylerbeyliğine bağlanmıştır. 1579’da ise Çıldır Eyaletinin oluşturulmasından sonra, adı geçen sancak bu eyalete bağlanmış ve Artvin merkez olmuştur (Tuncel, 1991: 420). Yaklaşık aynı dönemde bölgede Ardanuç, Şavşat, Maçahel ve Pertekrek (Yusufeli civarları) sancaklarının da oluşturulduğu bilinmektedir (Özdemir, 2001: 83-94). 1828-1829 Osmanlı-Rus savaşından sonra Çıldır Eyalet teşkilatının bozulması sonucu; Livane kazâsı, belli devrelerde Trabzon Eyaletinin Batum ve Lazistan sancaklarına bağlandı. Belirtilen dönemde Maçahel nâhiyesi, söz konusu kazâ sınırlarında yer alırken; Arhavi nâhiyesi de, Lazistan Sancağına bağlı Hopa kazâsı (belli devrelerde Hopa nâhiye, Arhavi kazâ da olmuştur) idari alanı içindeydi. Aynı dönemde Erzurum Eyalet teşkilatı içerisinde bulunan Ardanuç kazâsı ve Şavşit nâhiyesi Çıldır Sancağına; Keskim (Yusufeli) nâhiyesi ise, Erzurum Sancağına bağlı idi (Özdemir, 2001: 114-115).” 27037 (dergipark.org.tr)
[2] Tbeti Manastırı – TAO-KLARCETİ (home.blog)
[3] “ŞAVŞAT’TAKİ TİBET KİLİSESİNİ 1950’LERDE DÖNEMİN KAYMAKAMI DİNAMİTLETTİ!..” 08HABER PAYLAŞIM haberleri – 08haber 08haber.com – Güncel Artvin Haberleri, Son dakika Artvin haberleri —- Bu noktada haber var
[4] Artvin’de Yok Olmaya Yüz Tutmuş 8 Gürcü Kilisesi Artvinden
[5] PAPART VADİSİ | Kültür Portalı (kulturportali.gov.tr)