Bu sonbaharda daha önce gitmeyi planlayıp ama pandemi nedeniyle ertelediğim fotosafarilerime devam etmek amacıyla haritalardan seçtiğim kayın ormanlarının bir kısmına ulaşıp istediğim fotoğrafları çekebildim. İlk kez sonbaharda görme fırsatı bulduğum, Papart Ormanları ve Mudurnu Çayı Vadisi beni çok etkiledi. Anadolunun bir çok yerinde daha keşfedilmemiş birçok vadi var. Özellikle Batı Karadenizde iki bin metre irtifaların altında olan Köroğlu Sıradağları diye de adlandırılan dağların ve onların yarattığı derelerin oluşturduğu verimli kesif karma orman kaplı vadiler.
Bunlar gerek genel gerekse de endemik bitkileriyle muhteşem ekosistemler. Şavşat ve tüm Artvin ise henüz keşfedilmemiş cennetler saklıyor. Papart Vadisi yazımda Artvin bölgesiyle ilgili düşüncelerimi yazmıştım. Meraklı okuyucu web sitemden okuyabilir.
Mudurnu Çayı vadisi ismini Mudurnu Çayı’ndan alıyor; uzunluğu 65 kilometre. Sakarya nehrine karışıyor. Çayın kuzey kesimi, kuzeyde Almacık Dağı (1830 m), güneyde ise Kapıorman (1590 m) ile Abant Dağları (1760 m) olarak tanımlanan dağ kuşakları arasında doğu-batı doğrultusunda uzanan oldukça genç kabul edilen, yüksek rölyefli, dar ve derin bir vadi içerisinde akıyor. Çayın iki yanındaki dik yamaçlar kesif kayın ormanlarıyla kaplı.
Kayın ağaçları sonbaharda en “yakışıklı” fotoğraf veren ağaçlar. Bu bölgedeki kayınların ismi: “Fagus Orientalis” yani “Doğu Kayını”. Halk dilinde “akhuş” adı ile de bilindiği ileri sürülüyor. Benim gördüğüm kadarıyla Anadolu’da yörük dilinde her iğne yapraklı ağaca “çam”, yaprak döken ağaçlara da “kavak” deniyor. Eğitim seviyesinin getirdiği bir basitleştirme bu. Oysa kayın ağacından elde edilen yüzlerce ilaç türü var. Dünya üzerinde 10 kayın türü olduğu söyleniyor. Bu türler de bulundukları yere göre isimlendiriliyor. Türkiye’de iki türü yetişmektedir. Doğu kayını ve batı kayını. Kayın ağacı nemli, yağış alan bölgelerde bulunuyor. Karadeniz kıyı ve iç bölgelerinde görülüyor. Uzun ömürlü ve boylu ağaçlar arasında sayılabilir. Yedi yüz ile bin yıl kadar yaşayabilen kayınların kırk elli metrelere ulaşan boyları da kerestecilerin iştahını kabartıyor. Kayınlar ormanlarda en sık kesilen ağaçlar arasındadır. Ağaçları kereste olarak gören zihniyetin hakim olduğu yerel idarelerde öncelikle kayın ağaçlarının kesildiğini gözlemliyorum. Orman yollarına girerken uyarıcı bir levha göze çarpıyor. “ Dikkat tehlike Falanca Orman Şefliği Üretim Sahası”. Bu “Üretim” kelimesi ne kadar yanıltıcı. Ormanda ne üretiyorsunuz kardeşim? Hiçbir şey. Tam tersine üretmiyor tüketiyorsunuz. Siz ormanlarda bilinçsizce ağaç kesiyorsunuz. Ormanları yok ediyorsunuz. Yangınlar yetmiyor bir de merkezde birinin hangi nedenle belirlediği belli olmayan şu kadar ağaç kesilmesi için verdiği talimat geçerli oluyor. Orman mühendisleri ellerinde boya ha babam kayın ağaçlarını işaretliyorlar. Şu kadar kayın, şu kadar ladin, şu kadar göknar, vb. siparişi veren idare sanki birinden ya da birilerinden sipariş almış gibi hareket ediyor.
Mudurnu Çayı vadisinde dere kenarında çiftlikler kurulmuş. Neredeyse dereye birkaç metre mesafede yapılan evler, depolar, tarlalar hatta tavuk çiftlikleri göze çarpıyor. Böylesine cesaretle yapılaşan vadinin insanında sel korkusu hiç mi yok? Eskiye bakarak da öğrenmeyen ve yanlış yapan topluluklar. Sel geldiğinde her şeylerini kaybedince acaba kimi suçlayacaklar? Yamaçlardaki istinat yapan ağaçları acımasızca kesip yok pahasına satan köylü heyelan geldiğinde kimi suçlayacak?
Sonbaharın tüm renk tayflarını görebildiğim bu vadinin yavaş yavaş yok edildiğinin ilk işareti de çay üzerinde görünen HES tesisi. Bu canavar vadinin ekosistemini değiştirmeye başlamış bile. Aslında Mudurnu Çayının debisi oldukça yüksek ama bu HES canavarını doyurmaya yetmiyor. Çevrede konuşlanan çiftlikler de bol su çekiyorlar ama yine de kuraklık sınırlarına ulaşılmıyor.
Doğayı koruyan ve hasar görmesine engel olan güçler yeterli değil. Yerel idarelerin kendilerine özgü kısa vadeli planları var. Bu planları yapmak da zor değil esasında. Ormanı kereste deposu olarak kullan, ağaçları paraya tahvil et, akarsuları HES tüccarlarına kirala, hazine arazilerini yok pahasına elden çıkar. Gelir elde etmenin en kestirme yolu bu işte. Halktan peşin para toplayarak TOKİ yapıları oluşturup değerinin üstünde bedel almak da dahil toplanan her türlü vergi, harç vb. belirli kanallara gönderiliyor. Hesap soran yok, denetleyen yok. Artık çivisi çıkmış bir kamu bütçesinin açıkları daha ne kadar kapatılabilir?
Bu sonbaharda seyahat ettiğim bölgelerde hiç de olumlu şeyler görmedim. Yalanlar üzerine kurulmuş derme çatma, cahil idarelerin çirkin uygulamalarını görmemek için kör olmak lazım. İşin acı tarafı ise üç kuruşluk çıkarları için bu idarecilere el etek geren yerel nüfus. Sel gelmiş önüne ne varsa katmış götürmüş, bu zarardan birinci derecede sorumlu olan idare ise yalanlar üzerine yalanlar uyduruyor. Dere kenarlarına yapılaşma izni veren, düz kesim orman yok eden, en hassas dağ eteklerine yol açan sanki bir başkasıymış gibi her felaketi kadere bağlayan ucuz idari yalanların ardı arkası kesilmiyor.
Şavşat sosyal medyada görüntülenen fotoğraflarda sanki hiç insan eli değmemiş gibi ama gerçek çok farklı. Özellikle tarım alanları açmak için düz kesim yapıldığı ve ciddi metrekarelerde ciddi sayıda ağaç kesildiği çok açık. Dere ve göl kenarları yapılaşmaya açılmış. Eskiden kalan ibadethaneler ve sosyal yapılar tahrip edilmiş. Maden ve taş ocaklarının yarattığı hasarlar sadece görüntü olarak değil, toprak ve sulara da zehir saçmalarıyla bir numaralı tehdit durumunda.
Fotosafari süresince kameralar tüm bu olumsuzlukları görüyor ama kayıt almak istemiyorum. Nihayetinde “manzara fotoğrafları” na yönelmemin bilinç altında “insansız fotoğraf”, “insansız doğa” daha az karmaşık, daha az sorun temelinden geldiğini de düşünmüyor değilim. Aklıma 70’li yıllardaki sansür dönemleri geliyor. Olumsuz olanı göstermek büyük bir suç teşkil eden dönemler. Yönetim her türlü olumsuz göstergeye sert hukuk darbeleriyle karşılık veriyordu. O zamanlar fakir fukaranın başrolde olduğu eşitsizlikler ve sömürü düzenini anlatan filmleri yapan “devrimci sinema” yönetmenleri, gazeteciler ağır işkenceler ve kovuşturmalarla yıldırılmak isteniyor, hapishaneler “komünist” yazarlarla, yönetmenlerle, gazetecilerle dolduruluyordu. İsim vermek gereksiz. O dönemi inceleyen hemen hemen herkes kimlerden söz ettiğimi anlayacaktır.
Günümüz Türkiye’sinde ise tüm dengeler değişti. “Ekmek parası” tesellisinin ardına sığınan tüm “Makyavelist” enteller sözüm ona araştırmacı gazetecilik ayaklarıyla her bulduğu tornadan çıkmış “post truth” haberi “patrona” şirin görünmek için eğip büken “dava” gazeteciliğine soyunmuş durumdalar. Bu tarafsız gazetecilik ilkelerine top yekûn ihtilaf üreten adrese teslim gazetecilerden doğru haber almak mümkün değil. Burada sınıflandırma yapma niyetinde de değilim. Kim neyi savunuyorsa savunsun. Ben manzara fotoğrafı çekmeye çalışıyorum.
İnsansız doğa fotoğrafları yani.