“Ra, Duat’a geçince bedeni yok olur, yeryüzü karanlığa gömülür.”
Doğu Anadolu’nun iki büyük akarsuyundan biri olan Fırat nehri boyunca seyahat edenler bilir; karanlıkla aydınlığın birbirine karıştığı derin kanyonlarıyla Fırat yani eski dilde söylendiği gibi “Euphrates” sürprizlerle doludur. Bu kadim nehir yeşil, mavi, kızıl, siyah, sarı renklerin tüm tonlarının görüldüğü bir doğa harikasıdır. Fotoğraf seyahatlerimden birinde Arapgir’den Kemaliye (Eğin)ye giderken asfalt yolda ciddi bir eğim var. Bu eğim Fırat kıyısında yok oluyor. Daha sonra Fırat’ı takip ederek Eğin’e ulaşıyorsunuz. Fırat’ın ay ışığında nasıl gümüş bir kemer gibi parladığını gördük. Hemen kameraları çıkardık tripodları kurduk çekime başladık. Bu toprakların kültürel tarihini ne kadar araştırsam yine de yeni bir çok şey bulmak mümkün. Bugün belki Fırat yeterince önemsenmiyor ve onu korumak için yetkililer bir şey yapmıyorlar ama Fırat yine de bu bölgede yaşayan insanların yüreğinde akıyor. Yöresel sanayi merkezlerinin acımasızca deşarj ettikleri zehirli atıklar her geçen gün bölgede yaşayan canlıların yaşamını tehdit ediyor. Seçimle ya da atanarak yetki alan bürokratların gündeminde Fırat yok. Çevre kirliliği yok. Bir zamanlar ticaret ve sanayi merkezi olan Eğin’in Arapgir’in ihtiyacı olan sanayi ve tarım atılımları yerine suni gündemlerle işsiz kalan halk batı şehirlerine göçe zorlanıyor. Yıllar önce bölgede yaşayan insanların göçe zorlanıp yollarda ölüme mahkum edildiği zamanlar çoktan unutulmuş. Şimdi varsa da yoksa da Sünni İslam kuralları dayatılıyor. Oysa bu bölgede yoğun bir Alevi nüfus var. Onlar üzerinde baskı kuruluyor. Onlar da göçe zorlanıyor. Fırat bu coğrafyada kızıl renkte akıyor.
MÖ. 4 bininci yıllardan itibaren Sümer, Babil ve Akkad medeniyetlerinin doğup geliştiği Mezopotamya adı verilen bölgenin ikinci akarsuyu da Tigris’ yani Dicle nehridir. İki nehir arasında kalan bölge ise “bereketli hilal” adı verilen tarım topraklarıdır: Mezopotamya.
Nil Vadisi Mısır uygarlığı için neyse Fırat ve Dicle vadileri de Sümer, Babil ve Akkad uygarlıkları için odur.
Babil dilinde “Purattu” adı verilen Fırat nehri; Araplar “p” sesini “f” olarak telaffuz ettikleri için Purattu Araplar tarafından “Furattu” olarak telaffuz ediliyor. Sümerler bu nehre “Id-Ugina” adını vermişler. Eğer okuduğum kaynak doğruysa id-udina Sümerce mavi akarsu demekmiş. Babilliler e “Purattu” adını vermişler.
Eski Farsça’daki Ufratu da Akad Babil dilindeki Purattu dur. Büyük bir olasılıkla “Purattu” önce “Ferattu” sonra kısaltılarak “Ferat” daha sonra da Fırat halini almıştır. Bölgedeki diğer bir dil olan kadim Aramca isim ise “Phrat” . Bu daha sağlam bir ipucu esasında. Babilce Purattu ya da Pehlevice Furattu Aramca Phrat oluyor giderek Fırat ismi ortaya çıkıyor.
Karanlığın da aydınlık gibi bin bir tonu var. Işığın varlığı ile yokluğu arasında milyonlarca ton farkı olduğunu söylemek gerekir. Işığın kaynağına göre değişen tonlar, yaklaşan uzaklaşan koyu gölgeler derin gölgeler ve görünmeyenler.
Fırat (Euphrates) bazı inançlara göre cennetten gelen (çıkan) akarsulardan biri olarak biliniyor. Cennetten çıkan akarsular Tevrat ve İncil’e göre şunlar: Pishon, Gihon, Hiddekel (Tigris), and Phrath (Euphrates). İslam teologlarının “hadis” yorumlarına göre ise Seyhan, Ceyhan, Fırat, Dicle ve Nil nehirlerinin cennetin nehirleri olduğu ifade edilir. Bazı İslam hadis uzmanları bu nehirlerden cennette bal, süt ve şarap aktığını öne sürerler.[1]
Fırat Nehri, Ağrı Diyadin’in yüksek rakımlı yükseltilerinden doğar, Murat Nehri ve Karasu ile birleşerek Fırat adını alır. Tohma, Peri, Çaltı ve Munzur Suyu Fırat’ı besler ve Erzincan, Tunceli, Elazığ, Malatya, Diyarbakır, Adıyaman, Urfa ve Antep sınırlarını belirledikten sonra Suriye, daha sonra Irak topraklarına akar. Irak’ta denize uzak olmayan bir noktada yine kendisinden kopan ve farklı bir yol izleyen Dicle Nehri ile tekrar birleşerek Basra Körfezi’ne dökülür. Toplam uzunluğu 2.800 km olan Fırat Nehri’nin, Türkiye sınırları içinde kalan bölümünün uzunluğu ise 1.263 km’dir.
Sümerlerin yaradılış mitolojisine göre Enki, Fırat ve Dicle’yi yarattı. Med, Urartu, Asur, Hitit, Sümer ve birçok kavimin kurduğu medeniyetler Fırat’ın sularıyla hayat buldu.[2] Sümer mitolojisinin de yer altına uzanan bir nehir ve nehirde ölü ruhlara yolculuklarında eşlik edecek bir kayıkçı vardır. Yer altı dünyasının kapısında ise bir tanrı olan Neti bulunmaktadır.
Mitoloji alanında akarsuların çok büyük bir önemi vardı. Yunan mitolojisinde Zeus’un kardeşi Hades yeraltındaki sarayında yaşar günahkar ölülere cehennemi yaşatırdı. Hades’in kontrolünde olan yeraltı akarsularının mitolojideki önemi çok büyüktür. Her yeraltı akarsuyunun ayrı bir özelliği söz konusudur. Acheron acılar nehri, Cocytus (iniltiler nehri), Styx (nefretin nehri), Pyriphlegethon (ateşin nehri) ve Lethe’dir (unutmanın nehri).
Lethe, Bu nehrin suyundan içen gölgeler (ölülerin ruhları) dünyada yaşamış oldukları geçmiş fani hayatlarına dair her şeyi unuturlardı.
Sytks, bu nehrin sularıyla yıkananlar bir bakıma yenilmez olurlar. Yani vücutları bir zırh gibi olur. Bu bağlamda Aşil’in topuğu mitinin anımsanması iyi olur. Aşil’in annesi oğlunun sağlam bir vücuda sahip olması için Sytks nehrine gide ve Aşil’i topuğundan tutarak Sytks’in sularına daldırır. Aşil’in topuğu dışında her yeri zırhlanır ama topuk kısmı kalır. Bilindiği gibi “Aşil’in topuğu” deyimi de her yeri güçlü olan Aşil’in topuğunun zayıf noktası olduğudur.
Kokitos: cehennemin en dibinde akan nehir;. İhanet edenler ve döneklerin gittiği yerdir.
Acheron: cehennem nehri, Titanlar Zeus ile savaşırken, Titanlara su taşırdı; ve bu yüzden Zeus ve Olympiyanlar kazandığında onu bir nehre dönüştürdüler.
Pyriphlegethon : Ateşten nehir. Phlegethon nehri (Alev alev yanan nehir)
Yunan ve Roma mitolojisini incelerken bazı tanrıların ve tanrıçaların Sümer Akad Babil kültleriyle olan benzerliği insanı şaşırtabilir. Oysa Mezopotamya’nın beş bin yıllık kültürel gelişimi medeniyetler arasındaki etkileşimi de açıkça ortaya koyar. Bugün Yunan ve Roma mitolojisindeki bir çok öğenin Sümer Akad Babil kültünden etkilendiği açıktır.
Sümerlerin düşüncesine göre, An-Enlil-Enki ve Tanrıça Ninhursag panteonun dört büyük tanrısıdır. Sümer panteonunda An-Enlil-Enki ve Ninhursag ile birlikte dört büyük tanrının yanında üç önemli yıldızlar âlemi tanrısı da beraber düşünülmüştür. Bunlar ise Ay Tanrısı Nanna, Güneş Tanrısı Utu ile Aşk ve Savaş Tanrıçası İnanna’dır. Bu yedi tanrı panteonda “kader tayin eden tanrılar” olarak kabul edilmişlerdir.[3]
Ay ışığında tepeden Fırat’ı seyrederken İnanna’yı düşünüyorum. İnanç bir yerde insanların kötülüklerden korunmak için sığındığı bir kalkan esasında. Bir umut, bir çıkış yolu. Güçlünün kaba kuvvet kullanarak ezip sömürdüğü bir düzende fakirin elinde kalan tek şey.
Bugün binlerce yıl sonra demokrasi diye adlandırılan ama temsil esasına dayanan seçim sistemiyle yine ezilen ve sömürülen fakir insanın inancından başka sığınacağı bir şey de yok.
Fırat’ın sularında büyük oranda kayıp var. Akarsuyun üzerine yapılan beşten fazla HES ve baraj ile suyun debisi iyice düşürülmüş durumda. Fırat eski Fırat değil. Bir günde bir kişinin 50 kilo balık tuttuğu Fırat artık yok. Akarsuyun gök mavisi rengi kızıla dönüşmüş durumda. Sanki Fırat kanıyor gibi.
[1] Cennetin Nehirleri | İslam ve İhsan (islamveihsan.com)
[2] Sümerler M.Ö. 3200’lerde “Sümer Çivi Yazısı” adını verdiğimiz yazıyı icat etmişlerdir. Yazının icat edilmesi sayesinde gerek dini metinler gerekse o zamana kadar sözlü olarak süregelen kahramanlık hikâyeleri, insanların inandıkları tanrılar ve devlerle ilgili maceraları anlatan “mit”ler yazıyla tespit edilmiştir. Sümerlerin ortaya koymuş oldukları bu değerler, M.Ö. 2350’lerde bu bölgeye göç eden Sami bir kavim olan Akkadlara onlardan da yine Sami kavimlerden Babil ve Asurlulara geçmiştir. Kaynak: Uncu, Ebru Yüksek Lisans Tezi, Tarih , 2011, Denizli Pamukkale Üniversitesi
[3] Uncu, Ebru, YLT.