web analytics

Müsilaj[1]

Denizler, göller ve akarsular da çürür. Lümpen kitlenin ayaklarını bastıkları her orman, bir  karış toprak, akarsu, göl, deniz kenarı  eninde sonunda illa ki çürür. Türkiye  son yetmiş yıl içerisinde doğa  alanlarını dramatik boyutta özellikle inşaat ve maden endüstrilerinin talepleri doğrultusunda kendi eliyle tahrip ederek yitiren bir ülke. Bunun ana nedenleri arasında  bilinçsiz seçmen yığınlarının  kısa vadeli çıkarları doğrultusunda  oy verdiği liyakatsiz yöneticilerin rant ve örtülü çıkarlar amacıyla aldıkları yanlış kararların olduğunu önemle belirtmek gerekir.

 Güneyden, doğudan, kuzeyden, iç Anadolu platosundan ve yurt dışından; hemen hemen her yerden göç alan bir coğrafya. Marmara. Bu topraklar ilkçağdaki eski adıyla Bitinia,  yeni adıyla Marmara Bölgesi. Ülke endüstrisinin yüzde altmışının yoğunlaştığı  Marmara Denizi çevresinde tahribat çok büyük. Çarpık yapılaşma, yeşil alanların imara açılması, rant paylaşımı, siyasi çıkarlar ve daha bir çok nedenle yok olan doğal alanlar, ormanlar, akarsular ve göllerin telafisi mümkün değil artık.

Bu coğrafyada dikey yapılaşarak rant gelirlerini maksimum düzeye çıkarma stratejisi izleyen yerel ve genel idari yapıların çıkarları doğrultusunda katledilen doğal alanların sonucunda kent insanına nefes alacak yer kalmadı desek yeridir.

İdarelerin siyasi çıkar uğruna gecekondulaşma ve yanlış konut projeleriyle hazine arazilerini bir şekilde ele geçirerek satanlar  ve aracı bürokratlar zengin edildi. Bütün bunlar son elli yılda herkesin gözleri önünde gerçekleşti.[2] Medya bu çarpıklığın üzerine gitmedi.   

Kentlerin  orman dokusu kısa sürede yok oldu, dereler kurutulup apartmanlar, sanayi tesisleri inşa edildi. Bugün 30 milyona ulaşan nüfusuyla dev bir kent haline gelen Marmara bölgesinin  sorunları da geometrik olarak arttı.

 Bu kentlere yığılan  nüfusun su, enerji, gıda, giyim,  kanalizasyon gibi elzem ihtiyaçlarının karşılanmasında ciddi sorunlar yıllar içinde katlanarak telafisi mümkün olmayan sosyolojik problemlerle birlikte  ortaya çıktı.

İstanbul gibi bir dünya metropolünün kentin tarihsel süreci içinde hep su, gıda ve kanalizasyon  problemleri olmuştur. Nüfusun su ihtiyacının karşılanması için yakın su havzalarından kemerler, borular ve kanallar marifetiyle su teminine gidilmiştir.  

Bundan elli yıl önce Kadıköy iki katlı bahçeli evlerin bulunduğu yemyeşil bir yaşam alanıydı. Çocukluğumdan hatırlıyorum. Her yer erguvan, akasya, sakız ağaçlarıyla kaplıydı. Çok partili döneme geçildikten sonra her şey hızla değişti. Doğa alanları, parklar, bahçeler, koruluklar birer birer yok oldu. Anadolu yakasındaki yazlık köşkler yıkıldı yerlerine apartmanlar yükselmeye başladı. Son yirmi yılda betonlaşma en yüksek seviyesine ulaştı. İstanbul’un tüm doğal alanları betonlaştı. Artık yeşil görmek için kent dışına çıkmak gerekiyor.

Bu kalabalık nüfusun tüm atıklarının boca edildiği Marmara Denizi artık ölü bir deniz. Uzun  yıllardan bu  bu yana denize deşarj edilen  kanalizasyonların, çeşitli kimyasal atıkların  yarattığı kirliliğin sonucu bir gün ortaya çıkacaktı. İşte o gün geldi.

Artık eski kadim adıyla “propontis”[3] de her yer müsilaj.

 Müsilaj Türkiye medyasında deniz salyası olarak Türkçeleştirildi. Aslında bir tür organizma bu.  Kirlenen göllerde ve akarsularda oksijen üreten bitkilerin yok olması ya da işlevini kaybetmesi sonucunda  bu organizmalar çoğalıyor; bir çok yerde  farklı türlerini görmüştüm.

Kanalizasyonların göllere denizlere deşarj edilmesi,  piknik yapmaya gidenlerin   tüm çöplerini doğada bırakarak geri dönmesine benziyor. İşin kötü yanı yıllardır Türkiye’de kimse bu konuyu ciddiye almıyor. Aldırmıyor. Doğanın alarm verdiğini anlamıyor. Anlamak da istemiyor. Çevre bilinci yerine farklı bir zihniyetle doğaya yaklaşan insanların üretimi bu çöp dağları. Bir gazeteci köşesinde çok çarpıcı bir metafor kullanmış.

“Marmara denizi yüzümüze tükürüyor.”diye  Sözcü’deki köşesinde yazıyor Yılmaz Özdil.

 Gerçekten de öyle. Balgamlı bir tükürüğe benziyor. Deniz canlılarına ve her denize girene bulaşacak. Hiçbir suçu olmayan balıklar ve diğer deniz canlıları da ölümlerden ölüm beğenecek. Oksijensiz kalıp boğulacaklar. İnsanoğlu yaşamın denizlerden karalara geçtiğini biliyor ama kitlesel ölümün de kirlettiği öldürdüğü denizlerden geleceğini öngörmüyor.     

Diğer üçüncü dünya ülkeleri gibi Türkiye halkının büyük bir çoğunluğu problemin büyüklüğünün farkında değil. Bunun nedeni de iktidarın finansman sağladığı ve kontrol ettiği “Yandaş Medya”, “Havuz Medyası”, ya da “Penguen Medyası” adı verilen Türk medyasının yüzde 97’sini oluşturan  medya organlarının konuyu kasıtlı olarak yeterince haberleştirmemeleri denebilir.

İdare her alanda olduğu gibi bu alanda da göz boyama peşinde. Çevre bakanlığının ve bazı yandaş belediyelerin ilkokul çocuklarının bile güleceği göstermelik kürekle müsilaj toplama gösterisinden sonra konunun çözümlendiği hatta “Kanal İstanbul” projesinin tek çözüm olduğunu ileri süren sözde bilim adamları ve siyasilerin güvenirlik katsayısı ise içler acısı. Çevre bakanı herkesin gözünün içine baka baka sorunun çözüldüğünü söylüyor. Müsilaj zararlı değil diyor. Bu yalana “post-truth” yalanı bile demek mümkün değil. Tam bir liyakatsizlik örneği.  

İçinde bulunulan durumu en iyi özetleyen yazılardan birine imza atan Cengiz Çandar şöyle yazıyor:

“Türkiyeliler çok bunaldı… Siyasetten, adaletsizlikten, savaş hâlinden, hırsızlıktan, yoksulluktan, ahlâksızlıktan, haysiyetsizlikten, beceriksizlikten… İfşaattan, deniz sümüğünden, devlet salyasından, doğa katliamından, salgından… Yüz yıldır çöken sistemin artık ayakta duracak hâli kalmadı. Saymakla bitmeyecek kadar çok emare birikti. Bu gidişle 2023’de kuruluşun değil çöküşün yüzüncü yılı kutlanacak.”[4]

Türk demokrasi geleneği maalesef çağdaş medeni dünyanın çok gerilerine düşüyor; sistem henüz medyanın bağımsız ve özgür haber  yapmasını temin edecek olgunlukta değil. Yüz yıllık cumhuriyet geleneğinin medya sicili zaten hiç parlak değil. Cumhuriyeti kuran asker bürokrasi, demokrasi ve bireysel özgürlüklere ilişkin  kalkınma hamlelerini halkın  içselleştirmesine yönelik olarak halkı siyaset alanına taşıyamadı. Buna vakti mi olmadı yoksa taşımak mı istemedi tartışma konusu. Tanzimatın ilanı olan 1839 yılından bu yana süren demokratikleşme hamlesi sık sık siyasi içerikli müdahalelerle  aksaklığa uğradı.

İkinci savaş sonrasında  çok partili dönemde, feodal bürokrasi devletin kontrolünü elinde tutan askerlerin yerini aldı.  Detant ve soğuk savaş dönemlerinde sanayileşme hamleleri batı sermayesiyle gerçekleşti. Yerli sermayenin oluşması için sosyal devlet ideolojisinden kapitalist modele geçildi.

Çok partili dönemin sonunda siyasi özgürlüklerin artmasıyla Türk sol hareketi ortaya çıktı. Türk solunun ve bazı öğrenci olaylarının günlük yaşama yansımasından endişelenen ABD ve onun işbirliği yaptığı asker ve sivil  bürokrasi, detant stratejisi ve NATO çıkarları doğrultusunda  60 ihtilalini planladı. Darbe ile  asker bürokrasi yeniden iktidarda söz sahibi oldu.   Daha sonra iki bloklu dünyada  Türk siyasi yaşamında sol fikirler şiddetle cezalandırıldı.  90’lı yıllara kadar demokrasi kesintilere uğrarken alttan alta dindar bürokrasi ve organize suç örgütleri  güç kazandı. Son otuz yılda iktidar dindar muhafazakar bürokrasinin bir bölümünün mafya ile işbirliği içinde geniş çapta inşaat ve medya sektörlerine yönelik yatırımları, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı, doğa tahribatı gibi icraatlarıyla dikkat çekti.

Son günlerde videolarıyla geniş kitlelere ulaşan mafya lideri Sedat Peker iktidarın çok ciddi biçimde yolsuzluklara karıştığını iddia etmektedir. Bu videoların izlenme sayısı iki yüz milyona ulaşmış durumda. Mafya ve devlet ilişkisinin Susurluk sonrasında yeniden gündeme gelmesi zaten bekleniyordu. Giderek bazı çevrelerin haksız kazanç peşinde koştukları, devletin gücünü kullandıklarına dair söylentiler ayyuka çıkmıştı. Sedat Peker videoları iyice  kafaları karıştırdı. Çözülmemiş bazı cinayetlerin ardında devlet görevlilerini bulunduğu ve  bazı usulsüzlüklerin alttan alta sürdüğü gerçeği pandemi yorgunu halkı umutsuzluğa düşürdü denebilir.

Yaklaşık bir aydır her gün yeni bir skandalla sarsılan iktidarın ileri sürülen iddialar konusunda ciddi bir eylem ortaya koyduğunu görmek mümkün olmadığı gibi iddialara cevap vermeye kalkan sözcülerin bazı klişeleri tekrar etmekten öte kanuni araştırma, soruşturma veya savcılık işlemi yapmaması da dikkat çekiyor. Sürekli değişen Türkiye gündemlerini takip etmek de artık çok zor.

İcraatlar ve iddialar konusunda iktidarın tavrı:  “ Bize inanıyorsan doğru, inanmıyorsan bizden değilsin, teröristsin, düşmansın” noktasında belirginleşiyor.

Pandemi etkisi geçene kadar İstanbul’un içindeki ve yakın çevresindeki doğa alanlarını keşfetmek üzere bir program yaptım. Pandemi öncesinde birkaç farklı doğa grubu ile günübirlik yürüyüşlere katılmıştım. Ağva, Şile, Vize, Gebze, Samanlı Dağları yaylalarında keyifli yürüyüşler yapmıştık. Bu yürüyüşlerin ortak noktası şehirden çıkış ve dönüş için harcanan zaman idi. En yakın yer olan doğa alanına en az iki saatte ulaşılıyor. Dönüş ve mola ile birlikte 5 saatlik bir araç yolculuğu söz konusu. Sabah erken saatte çıkılsa bile doğada geçirilen zaman çok kısıtlı olmak zorunda. Hele sonbahar aylarında günler kısaldığı için program yapmak daha da zor. İstanbul’un gerçeği bu. Yok edilen doğa alanlarının getirdiği olumsuz sonuçlardan birisi de bu. Belki de en masumu. Aşılabilir olanı.

Tüm medeni dünya metropollerinde yeşil alan miktarı araştırmaları yapılıyor. İstanbul 34 ülkenin yer aldığı sıralamada %2.3 ile sonuncu.[5] Birinci sırada % 68 ile Norveç’in Oslo’su yer alıyor. Gidip görenler bilir. Her yer doğa, her yer park. Bakımlı ve temiz.[6]  

Manzara fotoğrafı çekmek için  Şile yakınlarındaki Darlık Barajı’na gittik. Kadıköy’e yaklaşık 70 km. uzaklıkta. 1986-88 yıllarında  yapılan barajın biriktirdiği Darlık deresi suyunun oluşturduğu yapma bir doğal alan. Bir çok yerde gördüğüm baraj göllerinden biri. Türkiye’de köklü bir su politikası belirlenmediği için 60’lı yıllardan bu yana yanlış işler yapılıyor. Keban barajı örneğin su tutmaya başlamasından bu yana bölge ekosistemini olumsuz yönde etkileyerek kalıcı hasarlar vermeye devam ediyor. Barajların doğaya verdikleri zararların neler olduğuna bir bakalım: “Su Hakkı” adlı bir web sitesinde 2012 yılında yayınlanan Gökhan Yıldız’ın makalesinden bir alıntı yapıyorum.

“Suyun toplandığı bölgede bulunan bitki ve hayvan çeşitliliği yok ediliyor. Bu bölgede bulunan tarım alanları, orman sahaları, tarihi ve kültürel her türlü varlık sular altında bırakılıyor. Bulundukları bölgenin iklimini değişiyor, iklim ılımanlaşıyor. Ciddi oranda nem görülmeye başlıyor. Bu da bitki ve hayvan çeşitliliğinde değişmelere sebep oluyor. Suyun sıcaklığı değişiyor. Su tutumu nedeniyle, nehrin ekosistemi bozuluyor. Aşağıya bırakılan su miktarındaki azalma nehrin aşağı bölgesindeki ekosistemi farklılaştırıyor. Toprak yapısı, bitki örtüsü, hayvan varlığı ve bakteri sistemi dahil her şey bozuluyor. Nehrin deltaları yok oluyor. Topraklarda tuzlanma gerçekleşiyor ve tuzlanmış toprağın tekrardan tarıma kazandırılması mümkün değil. Yeraltı su kaynakları bozularak tüm suların kimyasal özellikleri olumsuz yönde değişiyor.” [7]  

Gökhan Yıldız son derece açık bir şekilde doğaya verilen zararları özetliyor. Öte yandan yaklaşık son otuz yıldır HES projeleri hız kesmeden gerçekleştiriliyor. Bilimsel raporlar göz ardı ediliyor, siyasi kararlarla kısa vadeli kazançlar uğruna doğal alanlar feda ediliyor. Su zengini bu topraklar hızla çölleşiyor.

Darlık Barajı kıyısında mangalcılara bakıyorum. Hiç değişmeyen bir fotoğraf. Neredeyse gölün kıyısına kadar gelip park edilmiş bir araç ve hemen onun yanı başında örtüler üzerinde yemek hazırlayan kadınlar, koşuşturan çocuklar. Gölün kıyısında bataklıklar oluşmuş. Çocuklar tehlikenin farkında olmadan o tehlikeli alanda sulara bata çıka birbirlerini itip kakarak oyun oynuyorlar. İlerde balık tutan biri var. Beline kadar suya girmiş ama üzerinde su giysisi yok. Karşı kıyıdan silah sesleri geliyor. Art arda gelen silah sesleri. Magandaların en sevdiği oyun. Göl kıyısında tabancayla ateş etmek. Hızla oradan uzaklaşıyorum. Ne olur ne olmaz. Taşeli Platosu’nda Eğrigöl kıyısında ateş eden magandaları hatırlıyorum. Aşırı derecede alkol tüketip sağa sola, havaya ateş ediyorlar. Her yıl kaza kurşununa kurban gidenler, yaralananlar  var. Sayıları da hiç de az değil. Darlık Barajı hafta arası olmasına rağmen kalabalık. Mangalcılar çöp deryaları arasında hiç rahatsız olmuyorlar. Onlar da giderken çöplerini arkada bırakacaklar. Ekşi Sözlük’de bölgede kamp yapan bir doğasever şöyle yazıyor:

maalesef bilinçsiz piknikçiler ve günübirlikçiler yüzünden çöpten geçilmeyen bir yer haline gelmiş doğal güzellik.
kamp için yer bakmaya gittiğimde gördüğüm manzaradan insanlık adına utanç duydum doğrusu. temmuzun ilk haftası kampa gittiğimde arkadaşlarla beraber çevreyi temizleyeceğiz. umarım burası ve diğer kirletilen yerler için artık bir çözüm bulunur.”

Bu zihniyet her yerde aynı. Değişmesi yıllar alacak bir eğitimin verilmesiyle önüne geçilebilecek problemler demetinin sadece bir tanesi. Bir yerde Marmara denizi de her yerde  mangalcıların yaptığı gibi belediyelerin ihmali ile bu hale geldi. Müsilaj 70’li yıllardan bu yana bilinen bir problem. Tüm bilimsel raporlarda tehlikeye işaret ediliyor. Göz göre göre denizler ve akarsular kısacası tüm doğa bir çöplük gibi kullanıldı. Yerel idarelerin seçim öncesinde  sözler verip yerine getirmediği yıllardır bilinir. Hesap soran da yoktur. Görevini yerine getirmeyen siyasetçinin yargılanmadığı, dokunulmaz olduğu tuhaf bir rejimin hüküm sürdüğü bu topraklarda medeni dünyada olduğu gibi bir hukuk düzeni de sadece kağıt üzerinde var.

 Göz boyamak için arıtma tesisi  yatırım kararları alınıp, sonra daha ucuz bir modelle revize edilen tam tabiriyle elek sistemi ile  büyük kentlerin atık suları, derin deşarj denen borularla  Marmara’nın  kalbine boca edildi. Akıntıların alıp götüreceği sanılan atıklar denizin dibine çökerek müsilajı oluşturdu. Çevre bakanı başta olmak üzere tüm iktidar sahipleri konuyu köklü bir biçimde çözmek yerine halkın gözünü boyamayı tercih ettiler.

Darlık barajı çevresinde çarpık yapılaşma giderek çoğalıyor. Belli ki yerel idare bu tür kaçak yapıları önleyemiyor. Prefabrik  tipi hazır evler tercih ediliyor. Yarım dönüm arazi üzerine oturtulmuş  prefabrik evler her halde yazlık olarak kullanılıyor. İstanbul’un elde kalan son yeşil alanlarını talan eden yazlıkçılar kısa sürede burada villa ya da duruma göre apartman tipi yapılaşmanın önünü açacaktır. Bu bölgenin de çok yakında bir rant kapısı olacağına kesin gözle bakılabilir. Artık neyin neyi tetiklediği konusu iyice karmaşıklaşıyor. Bedavaya işgal ettiği toprağı fahiş fiyatla satan insanların çıkarları söz konusu olduğunda akan sular duruyor, ormanlar feda ediliyor. Bu coğrafyada gecekondulaşmanın her türlüsü eski bir masal esasında.


[1] Müsilaj, hemen hemen tüm bitkiler ve bazı mikroorganizmalar tarafından üretilen kalın, yapışkan bir maddedir. Bu mikroorganizmalardan biri, müsilajı hareketleri için kullanan protistlerdir. Hareketlerinin yönü her zaman müsilaj salgısının tersidir. Polar bir glikoprotein ve bir ekzopolisakkarittir. Kaynak: Vikipedi

[2] MÜSİLAJ SORUNU NERDEN GELİYOR…

Bilmeyen arkadaşlarımız için ufak bir bilgilendirme yapalım; Marmara denizi sakat bir çocuktur. Çünkü babası Karadeniz (Suyu soğuk minareli yüksek) annesi ise Akdeniz ( suyu sıcak tuzu yüksek) Bu yüzden Akdeniz’den gelen su yaklaşık olarak 20 – 25 metre derinlikten Marmara’ya girer. Karadeniz suyu ise 10 15 metre derinlikten girer. Yani İki deniz suyu yoğunluk ve sıcaklıklarından dolayi birbirine pek karışmaz. Marmara’nın üst yüzeyindeki su ise akarsulardan gelen sulardır ki bunlar asıl Marmara Denizi’ni oluşturur. Buraya kadar anlamışsınızdır umarım. Şimdi Marmara çevresinde yaşayan yaklaşık 30 milyon kişi en az 2 şer defa tuvalete girip sifonu çekerler. Bu pislik nereye gider? Önce kanalizasyona oradan da Katı Atık Arıtma Tesisine. Burada arıtılan katı arıtılar tekrar sıvı haline getirilir ve denizin 15 metre altına derin deniz deşarjı yapılır. Yani bizim pis suyumuz Karadeniz’e yollanır. Neden ? Çünkü Karadeniz derin ve soğuktur. Buradaki güçlü minareller bu pisliği zamanla yok eder. Bu kanalizyon içindir.

Şimdi geçelim diğer soruna. Marmara Denizimizin Büyük Ada açıklarında büyük bir çukurumuz vardı. Bu çukur derinde olduğu için içerisindeki su tamamen Akdenizin’in sıcak suyudur. Peki biz ne yaptık? Marmaray’ı yaptık. O güzargahtan aldığımız çamuru bu çukura doldurduk. Yetmedi Avrasya Tüneli’ni yaptık, oradan aldığımız çamuru da bu çukura boşalttık. O da yetmedi Yenikapı Miting Alanı yaptık. Oradan gelen çamurunu da Büyükada çukuruna boşalttık. Yetmedi Galataport’tan gelen çamuru da oraya attık. Böylece bu çukur tamamen yok oldu.

Hal böyle olunca Akdeniz suyu nereye gitti? Yukarı doğru çıktı. Bu da Karadeniz’den gelen suyu yukarı itti. Ne demiştik? Karadeniz’e giden pislik soğuk ve minerali çok olduğu için pisliği zamanla yok ediyordu ama su yükseldiği için bizim pis suyumuz Akdeniz’e döndü. Ama yüksek Çanakkale akıntısı orada duvar gibi olduğu için bu pis su geri dönerek baskılana baskılana Marmara Denizi’nin dibine çöktü.

Bu saydıklarımız Marmara Denizi’nin üzerinde korkunç bir baskıya neden oldu. Bunlarla birlikte Tekirdağ’dan başlayarak sanayi atıkları yüzünden zehir akıtan Ergene Nehri’ni kurtarmak adına yapılan projede arıtmadan geçen su sizce nereye yönlendirildi ? Tabi ki Marmara Denizi’ne. Bu zehirli sular Karadeniz’e gidecekti ama yukarda belirttiğim sebepler ile bu zehirli su da Akdeniz’e yöneldi ve yine Çanakkale Boğazı’ndaki akıntı duvarına çarparak Marmara’ya geri döndü.

Bu ergene çayı projesi Kasım ayında hayata geçti ve 10 gün sonra Marmara’da Musilaj oluşmaya başladı. Havalar ısınmaya başlayınca Akdeniz suyu ısınmaya başladı, bir de üstüne küresel ısınmadan dolayı Akdeniz rekor kırarak 2,5 derece birden ısınınca Marmara Denizi’ndeki su sıcaklığı çok fazla arttı.

Sıcaklık, Fosfor , azot ve güneş bir araya gelince bu musilaj çok hızlı çoğalmaya başladı Ve artık maalesef önüne geçilemez bir hal aldı.

Marmara Denizi’ndeki yaşam bir yıl içinde son bulacak ve Marmara’da malesef çok ağır bir koku oluşacak. Buralar dayanılmaz olacak…

Elbette temizlenebilir ama bu bir süre alacak. Yaklaşık olarak 2-3 sene. Daha sonra yeniden hayat başlayabilir.

Bu konu çok nettir ve kesindir, bunun olmaması için bir mucize gerekmektedir.”

Alıntı: Mustafa Bağdiken sayfasından

 [3] Marmara Denizi

[4]https://ahvalnews.com/tr/turkiye/gitmek-mi-zor-kalmak-mi-zor

[5] https://onedio.com/haber/-metropollerde-yesil-alan-miktari-arastirmasi-istanbul-sonuncu-oldu-857512

[6] https://tr.euronews.com/2019/01/14/istanbul-en-az-yesil-alana-sahip-metropoller-arasinda

[7] https://www.suhakki.org/2012/10/ekosistemi-bozan-etmenlerden-biri-de-barajlar/

Müsilaj Fısıltıları

Post navigation