Yürüyüşlere nasıl gitmeli? Grup halinde mi yoksa tek mi? Zor bir soru. Yıllardır üzerinde çok düşündüğüm bir konu bu. Doğada kendi kendine kalmanın avantajları olduğu kadar iyi olmayan yanları da var.
İyi bir doğa yürüyüşçüsü olan F. Nietche’nin sözlerini hatırlayalım:
“ İyi, yürüyüşçü süzülerek gider ve adımları yarım daireler çizer. Kötü yürüyüşçüyse bazen hızlı ilerleyebilir, süratlenebilir, sonra yavaşlayabilir. Hareketleri kesiktir, adımları köşeli açılar çizer. Ani süratlenmelerle kazandığı hızın ardından soluk soluğa kalır. Coşkuyla hareket etmenin, bedeni itip kakmanın sonucu kan ter içinde kalmış kıpkırmızı bir surattır. Yavaşlık tam olarak aceleciliğin zıddıdır.
Birlikte yürürken adımlar çarpışır, aksar, yanlış hızda gider. Yürürken öncelikle temel ritminizi bulmanız, onu korumanız lazımdır. Doğru temel ritim size uygun olan, sizi yormayan ve tükenmeden on saatten fazla yürümenize olanak veren ritimdir.”
Yıllar önce Antalya doğa yürüyüşlerimden birinde susuz kalmıştım; çok sıcak bir temmuz ayıydı. Çok iddialı bir grup rehberinin inadına yenik düşmüştük. Zorluk derecesi yüksek otuz kişinin katıldığı 20 kilometrelik bir parkurdu. İlk 10 km sert tırmanış ikinci 10 km de sert iniş ihtiva eden “deve bağırtan” tabir edilen parkurlardan biri olduğunu sonra anladık.
Grup çok kalabalık olduğu için yardımcı rehberler önderliğinde yürüyüş temposu farklı olan küçük gruplara bölündük. Gruplar arasında irtibat koptu. Baş rehber panikledi, kızdı, bağırdı, çağırdı. Ama ne fayda? Hata üzerine hata birbiri ardından geldi. Gruplar gerektiğinden fazla zaman kaybedip sıcak havada dolambaçlı patikalarda hırpalandı. Katılımcılar arasında itiş kakışlar, kavgalar başladı. Benim bulunduğum grup yanlış bir patikaya girdi. Neden sonra rehber yanlış yola girdiğimizi anladı geri dönüş komutunu verdi. Buna tepki gösteren iri kıyım iki katılımcı yardımcı rehberin üzerine yürüdü. Yanıma aldığım iki buçuk litre su idareli kullanmama rağmen tükendi. Bölgede içme suyu kaynağı olmadığı için sıkıntılı bir yürüyüş oldu. “Dehydration” ne demek o gün öğrendim diyebilirim. Grupta suyu kalanların iyi niyetiyle yardımlaşarak birer yudum su içebildik. Yardımcı rehber sürekli yanlış kararlar veriyordu. Parkurun son etabını hızla geçerek içme suyuna ulaşmamız gerekirken arkadan gelen grupları beklememizi isteyen rehbere isyan edip yola çıkan küçük grubun peşine ben de katıldım. Arkamızdan çığlıklar atan rehberi kimse duymak istemiyordu. Tüm güvenirliğini yitirmiş bir rehberi dinlemek için çok saf olmak gerekirdi. İşaretli patikada hızla ilerlemeye başladık. Ben en arkadan gidiyorum. Arkamızdakilerle mesafe giderek artıyor. Öndeki gruba yetiştik yetişeceğiz. Tam o sırada tek başına patikada bizim aksi yönümüzde ilerleyen birini gördüm. Bizim grubun geçmesi için kenara çekilmişti. Gülümsüyordu. Onu İngilizce olarak selamladım. Ayak üstü sohbet ettik. Londralı bir turistti. Genellikle tek başına (solo) yürüdüğünü söyledi. Risklerin farkındaydı ama grup halinde yürümenin karakterine uygun olmadığını söyledi. Onun söylediklerini çok sonra anlamıştım. Bugün yıllar sonra ben de riskleri düşük seviyede olan parkurlarda solo yürüyüşleri tercih ediyorum.
Bir doğa grubuyla yola çıkmanın kolaylıkları da var. Lojistikle uğraşmıyorsun, masrafları bölüşerek daha ekonomik bir seyahat yapmış oluyorsun. Herhangi bir olumsuzluk durumunda sana yardımcı olabilecek insanlar var. Sabah randevu saatinde araç hareket noktasına ulaşıp sırt çantanı bagaja veriyorsun. İsmin okununca araca binip boş bir yere oturuyorsun. Yan koltuğuna tanımadığın bir insan gelip oturuyor. Önce kahvaltı molası veriliyor. Yarım saat. Genellikle belirli yerlerde duruluyor. Sonra bir ya da iki saat süren yolculuktan sonra yürüyüş başlangıç noktasına ulaşılıyor. Baş rehber ekibini tanıtıyor, parkur hakkında bilgi veriyor, yürüyüş düzenini ve kurallarını açıklıyor, dikkat edilmesi gereken güvenlik tedbirleri üzerinde duruyor.
Genellikle açıklanan kuralların özetini vermek gerekirse: Yürüyüş sırasında sigara ve alkol kullanımı yasak, Çöp atmak yok. Çöpünü geri getir; sadece ayak izin kalsın. Ağaçlardan meyve, dal veya yaprak koparmak yasak. Minik ağaç yavrularına basma, çiçek koparma. Yaban hayvanlarını rahatsız edecek hareketlerden sakın. Rehberin önüne geçme. Cep telefonunu kapat. Yürürken yüksek sesle konuşma. Ve daha bir çok kural açıklanıyor.
Bazı insanlar ne kadar söylenirse söylensin bu kurallara uymuyorlar. Bu bir kültür sorunu. Kurallara uymayan insanların çoğunluğu oluşturduğu bir toplumun geldiği nokta bu. Bu yüzden çok fazla tartışma çıkıyor. Her grubun zaman içinde bir çekirdek kadrosu oluşuyor. Her grubun bir dinamiği var. Kimi doğa grubu dağ tırmanışından hoşlananlardan oluşuyor, kimi doğa grubu da performans ağırlıklı parkurlarda yürümekten hoşlanıyor, kimi gruplar da gülmek dans etmek eğlenmek istiyor. Botanik grupları var, fotoğraf grupları var, sosyal gruplar var. Her doğa yürüyüşçüsü kendine uygun olan grubu tanıyıp seçmek için araştırma yapmak zorunda. Birkaç farklı grupla yürüdükten sonra tercih zaten ortaya çıkıyor. Tercih edilen grup ne kadar uyumlu olursa olsun yine de olumsuzluklar, uyumsuzluklar yaşanabiliyor. Belirli bir zaman sonra grupların ilgi alanları ve katılımcı profili de değişiyor.
Doğa yürüyüşüne çıkmadan önce insanın neyi amaçladığını, bu amaçları gerçekleştirme şansının ne kadar mümkün olabileceğini iyice hesaplaması gerekir. Eğer grup lideri grubu kontrol edemiyorsa, yeterli tecrübesi yoksa, parkuru daha önce yürümemişse olumsuzlukların ortaya çıkacağını tahmin etmek hiç de zor olmaz. Öncelikle parkurların zorluk derecelerini anlamak gerekir. Güven vermeyen bir rehberle de yürüyüşe çıkmak tavsiye edilmez.
Benim yıllar önce yukarıda sözünü ettiğim susuz kaldığımız yürüyüşte son derece bariz rehber hataları vardı. Benim o zamanlar doğa yürüyüşü tecrübem olsaydı o sıkıntıya düşmezdim. O doğa rehberi her şeyden önce farklı tecrübe, yaş ve kondisyona sahip o kadar kalabalık bir grubu zorluk derecesi 6 olan parkura götürmekle herkesi büyük bir riskle baş başa bırakmıştır.[1] Kendisi ön grupta neredeyse koşar gibi ilerlerken (onun peşinden giden ve birbirleriyle yarışan kişiler bunlar) grubun çoğunluğu, rotayı tanımayan yardımcı rehberlerin yanlış yönlere saptırmasıyla hem zaman kaybetmiş hem de ellerinde bulunan son derece kıymetli su rezervlerini tüketmişlerdi. Bu yürüyüşten sonra bir hafta boyunca bacak kaslarımda ağrılar devam etti. Bu bana çok büyük bir ders oldu. Bir hafta boyunca merdiven inerken büyük acılar yaşadım. O grupla ama farklı rehberlerle daha sonra birkaç yürüyüşe daha gittim. Artık başıma gelecekleri tahmin ettiğim için tedbirlerimi almıştım. Tanımadığınız bir grupla ve rehberle yürüyüşe çıkmanın çok büyük riskler de taşıdığını unutmamak gerekir. Ben de o yürüyüşte bu riskleri gördüm.
Grup seçerken çok dikkatle incelemek gerekiyor. Yıllar sonra grup seçmenin değil yürünecek parkurun seçilmesinin daha önemli olduğunu anlayacaktım. Eğer grup psikolojisini yönetebilecek kadar tecrübeli iseniz grup yürüyüşlerindeki tüm olumsuzluklardan kurtulma şansınız var. Yoksa o grubun ortak sosyal paydası neyse o paydada onlarla birlikte erir gidersiniz. Grubun ortak paydası konusu da çok önemli.
Gruptan kopup gitmeye en iyi örneklerden biri de yıllar önce Likya Yolu’nun en keyifli parkurlarından biri olan Adrasan-Gelidonya Feneri[2] etabını yürürken olmuştu. O parkuru daha önce üç kez farklı gruplarla yürümüştüm. Doğa yürüyüşçüleri arasında en popüler parkurlardan biri Likya Yolu Gelidonya Feneri etabıdır. Tecrübeli yürüyüşçüler için orta zorlukta bir parkur sayılabilir. Yaklaşık 20 kilometrelik bu parkurda 570 metre çıkış ve 720 metre iniş etapları da var. Bu eğimlerin bazıları çok sert çıkış ya da inişlerden oluşuyor. Markiz Dağı eteklerinde orman patikalarında deniz panoramasını izleyerek yürümek çok keyifli. Yürünen dönem şubat ayı ortalarıysa anemon, iris ve nergis çiçek tarlaları arasından yürünüyor. Eğer yeterli suyunuz varsa sorun yok. Parkurun tadını çıkarabilirsiniz. Çadır kurulup geceyi geçirebileceğiniz korunaklı alanlar da var. Ama tüm parkur boyunca hiç su yok. Adrasan’dan aldığınız suyla Korsan Koyu’na kadar idare etmek zorundasınız. Bu da ihtiyaca göre yaklaşık 3 litre su taşımanızı gerektirir. Yerlilere (Türklere) yönelik tur düzenleyen şirketler bu etabı kolaylaştırmak ve daha geniş bir kitleye yaymak amacıyla kısaltıp ilaveler yapıyorlar. Yabancı turistler bu turlara rağbet etmiyorlar. Araçlar katılımcıları Korsan Koyu’na ya da daha ileriye kuru çeşme başına kadar getiriyor iki üç kilometreye kadar kısalan yolu yürüyüp fenere çıkan grup sucuk ekmek bira ikramıyla ödüllendiriliyor. Yerli (Türk) turistler genellikle Likya Yolu etabını yürüyen çoğunluğu oluşturmuyor. İngiliz, Alman ve İtalyan trekkingcilerin çadırlarını da taşıyarak yürüdüklerini tüm yol boyunca görmek mümkün. Tek başına (solo) yürüyenler de hiç az değil. Bu etabı birlikte yürüdüğüm grup farklı amaçları olan kişilerden oluşuyordu. İlk olumsuzluk zaten araçta başlamıştı. Sabah erken saatte yüksek volümlü oyun havaları eşliğinde kalkıp oynayan el çırpan katılımcıların çığlıkları dayanılır gibi değildi. Bir saat boyunca buna katlanmak zorundaydım. Yürüyüşe başladıktan sonra diğer olumsuzluklar da ortaya çıktı. Zırt pırt çalan cep telefonuyla yüksek sesle sık sık bir şeyler satıp alan birinin konuşmalarını dinlemek çok sinir bozucuydu. Oysa cep telefonu kullanımı yasak ama konuşan kişi büyük bir yüzsüzlükle bu kuralı hiçe sayıyordu. Biraz geride kalarak ondan kurtulayım derken yürürken sohbet edenlerin arasına düştüm. Kurtulmaya çalıştıkça en arkada gelen artçının önüne kadar geriledim. Artçılar da bir alem olur, görevi icabı ön gruptan kopmamak için yürüyenleri “kış kış” eden idealist bir rehber adayıdır onlar. Onunla yürümek de huzur verici değil. İlk mola verilen yere kadar dayanıyorum ve bir yandan da düşünüyorum. Acaba ne yapsam da bu gürültülü kitleden kurtulsam? Aklıma Nietsche’nin “kendin olmak” kavramı takılıyor. Bu grup içinde kendim olamıyorum, o nedenle huzursuzum. Onların ortak paydasını oyun havalarını, cep telefonlarını, gürültülü konuşmalarını paylaşmak istemiyorum. Etraflarındaki her canlıyı taciz ediyorlar. Rüzgarı, denizi, kuşların ötüşünü duyamıyoruz. Varsa da yoksa da o egolarının tümüyle kapladığı dünyaları ve o dünyanın değer yargıları. Kendimle baş başa kalıp manzaranın ve orman patikasının doğallığını yaşamak istiyorum. Mola verilen yerde rehbere önden yürüyeceğimi bildirerek itiraz etmesine fırsat vermeden ileriye doğru patikayı takip ederek yürümeye başlıyorum. Biraz tırmanıp küçük bir tepeyi aşınca grubun gürültüsü mırıltıya dönüşüyor. Adımlarımı hızlandırıp arayı açmaya başlıyorum. Parkuru bildiğim için hiç endişelenmiyorum. Patika nergis ve anemon tarlaları arasından kıvrılarak uzuyor. Sol yanımda Sulu Ada, sağ yanımda Markiz dağı doğayı dinleyerek yürüyorum. Bir yandan da Nietzsche’nin dağlara kaçmasının sebebini anlamaya başlıyorum. İnsanlardan ve moderniteden kaçıyordu büyük bir olasılıkla. 1872 yılında “Tragedyanın Doğuşu” adlı eseri yayınlandıktan sonra yaşamı tümüyle değişmişti. Akademik çevre bu genç filozofa ve fikirlerine şiddetle karşı koydu. Basel’den ve akademik çevreden koptu, Alp dağlarında yürüyüşler yapmak üzere Splügen’e kaçtı denebilir. Serbestçe düşünmek için de denebilir esasında. O da Jean-Jacques Rousseau gibi “Yürüdüğüm zamanların dışında hiçbir şey yapmam, kırsal alanlar benim çalışma odamdır.”diyenlerdendi. Bu düşünce tarzının ne anlama geldiğini ancak yürüyüşçüler anlayabilir. Felsefe tarihi de yürürken düşünenlerin tarihidir esasında. Buda, Socrates, Aristo, Stoacılar, Kant, Rousseau, Thoreau ve diğer felsefecilerin ortak noktası yürüyüşçü olmalarıdır. Tek başına kendinle kalarak, saatler, günler haftalar boyunca doğada yaban hayatının içinde yürümek düşüncelerin berraklaşmasına giden yoldur. Uzun yürüyüşçülerin zaman içinde değiştikleri daha uzun ve daha yabanıl, daha insan ayağı değmeyen yerlere yöneldikleri görülmüştür. Nietzsche Putların Alacakaranlığı adlı eserinde büyük düşüncelerin ancak hareket halindeki bir insan tarafından üretilebileceğini ileri sürer. Sils-Maria bölgesinde Alplerin en yüksek tepelerinde yürüyen filozofun kaldığı pansiyon bugün müze haline getirilmiş. Üç odası kiraya verilen müzeyi gezmeye gelenlerin çoğu yürüyüşçü felsefe meraklıları. Nietzsche’nin yürüdüğü patikalarda yürüyerek kendilerini arıyorlar.
Benim de Markiz Dağı’nın en yüksek noktasına tırmanırken yaşamı, varoluşu ve bir türlü dikiş tutturamayan Türk demokrasisini düşünme fırsatım olmuştu. Gecikmiş modern yaşamın ürettiği yarı aydınlanmış laiklerle tarikatların etkisinde dinin hurafelerle dolu yoluna sapmış olan az okumuşların çekişmesinin yarattığı bozuk düzen can yakmayı sürdürüyordu. Devletin kamu kaynaklarının idaresini almak isteyenlerin seçmenin dikkatini çekmek için her türlü yolu denedikleri güç gösterileri toplumda sert uygulamalara sebep oluyordu. Üzerinde ne kadar düşünürsem düşüneyim siyasetin dolambaçlı yollarında yok olmayı istemiyordum. İnsanların gruplaştıkları her yerde bozuk düzenin izi vardı. Birlikte yürüdüğüm bu grubun çoğunluğunun doğada yürüyüş kıyafeti olmadığı gibi tecrübesi de yoktu. Yüzeysel bir amaçla katıldıkları bu etkinlik belki de onların kabusu olacaktı. Ayaklarının tabanları şişecek, belki ayak burkulmaları, düşmeler gibi kazalar olacaktı. Şimdi düşünüyorum da böyle bir grupla gelip bu parkuru yürümem benim açımdan çok büyük bir hata olmuştu. Daha farklı bir organizasyon yapabilirdim. Adrasan’a otobüsle gidip bir pansiyonda geceledikten sonra ertesi sabah erkenden tek başıma yürüyüşe başlayabilirdim. Karaöz’e ulaştıktan sonra o geceyi de bir pansiyonda geçirip bir iki etap daha yürüyebilir veya bir otobüse atlayıp Antalya’ya geri dönebilirdim. Lojistik olarak grupla gitmenin avantajı bana daha cazip görünmüş olmalıydı. Ne de olsa solo yürüyüşlere alışık değildim. Nietzsche gibi düşünüp onun Splügen’e gittiği gibi ben de Machael’e ya da Pokut yaylasına gidip bir pansiyona yerleştikten sonra bir iki ay boyunca Kaçkar dağlarında solo yürüyüşler yapabilirdim. Ama yapmadım. Yapamadım. Kolay değil. Doğa gruplarının içinde yürüyüşlere gitmek işime geldi demek ki. Gecikmiş modernlerin dünyasında onların ortak paydalarında oluşan seviyede yürüyüşler yapmak bana uygun geldi demek ki.
[1] Zorluk derecesi bak. Ek 1
[2] Antalya- Kumluca