İlk soru işareti “çerkez” mi “çerkes” mi yazılışından geliyor.
TDK sözlüğünde “çerkez” olarak yer alıyor. Kafkasyada bir boy, olarak da açıklaması var.
Öte yandan “çerkes” kullanımının daha doğru olduğunu söyleyenler var. Bir okuyucu bir gazetede yer alan makaleye yaptığı yorumda şöyle söylüyor:
“Haberlerde yanlış kullanılan Abaza kelimesinin orijinali Abhaza veya Abhaz’dır. Abhazya kökenli halka verilen isimdir bu. Benzer şekilde Çerkez olarak kullanılan kelimenin orijinali Çerkes’dir. Çerkes; Abhaz, Çeçen, Adiğe ve Oset halklarına verilen genel isimdir. Sıklıkla yapılan hatalardan biri de Çeçenistan kelimesidir. Bu kelimenin aslı Çeçenya’dır.[1]
Kavram kargaşası diye buna denir esasında. Doğru kullanımın “çerkes” olduğunu öğrendik en azından. Akademik çalışmalar ise Kafkasya halklarını bir yere kadar sınıflandırıyor:
“ Çerkes terimi, Araplar, Avrupalılar ve Türklerce kullanılan bir terimdir. Hiçbir Kuzey Kafkasya halkı kendi dilinde ‘Çerkes’ adını kullanmaz. Çerkes gruplarından Adige, Abhaza, Vubıh, Lezgi, Çeçen, Avar ve bazı Dağıstanlı grupların Kafkas dil grubunun Kuzey bölümünü oluşturduğu bilinir. Karaçay ve Balkarlar ise Türk dili konuşmaktadır. Kafkasya’nın asıl yerlileri Çerkezler, Gürcüler, Dağıstanlılar, Çeçenler, Kuşhanlar (Asetinler) ve bir miktar da Ermenilerdir. Yabancıları ise yani sonradan gelip yerleşmiş olanları ise Tatar, Türk, Rus, Acem, Alman, Yahudi gibi milletlerdir. Kafkasya’da kurulmuş devletleri şöyle sıralayabiliriz:
- Çerkesistan Devleti (Adıgeler ve kuşhalar)
- Dağıstan ve Çeçenistan Devleti
- Gürcistan Devleti (eski İberya)
- Ermenistan Devleti
- Svaneti Devleti (İzzet, 2009: 16)”[2]
Çeçenler üç ana kola ayrılmaktadır: Çeçen, İnguş, Tuş. Çeçenler, kendilerine “Vaynakh” derler. Bu kelimenin Çeçencedeki anlamı “halkımız” dır.
Bilinmeyen bir Anadolu gerçeği daha karşımıza çıkıyor. Yedi milyon muhacirin kökleri tek bir kelimeyle izah ediliyor: Çerkez. Oysa bu ad bile doğru değil. Doğru olan ,”çerkes”.
Benim merak ettiğim konu şu: Osmanlı imparatorluk bürokrasisi neden bu halkların göç etmesine izin verdi? Kaybedilen topraklarda yaşayan halkın yurtlarını bırakıp bir bilinmeyene göç etmeleri nasıl sağlandı?
Anlaşıldığı kadarıyla Rus bürokrasisi farklı dinden olan halkları istemiyordu. İspanyolların Yahudileri göçe zorlamaları da aynı paradigmanın izlerini taşımıyor mu?
On dokuzuncu yüzyılın öncesinde ve sonrasında Hıristiyan nüfusun Anadolu’dan sürgün edilmesi de aynı tür politikanın sonucu denebilir m?
İnsanlar yaşadıkları coğrafyadan koparılıp başka coğrafyalara göç etmeye zorlanıyor. Göç etmeye direnenlerin başlarına gelmedik kötülük kalmıyor. Göç, binlerce yıldır güçlünün zayıfı yok etmek için kullandığı bir yöntem. Göç yollarında yok olanların sayısını kim biliyor? İstatistikleri hazırlayanlar da muktedirlerin ideolojisini gözettikleri için yansımalar çoğu zaman gerçeklerden kaynaklanmıyor olabilir.
İttihat Terakki rejiminin aldığı bir kararla Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan etnik Hristiyan Ermenilerin 1915 ilkbaharından 1916 sonbaharına kadarki dönemde yaklaşık 1,5 milyon Ermeni göçe zorlanmış mıdır? Bu göçe zorlananlardan ne kadarı yollarda ölmüştür?
Ermeniler bu Medz Yeghern (büyük cinayet), ya da Aghet (afet) kavramlarıyla anıyorlar. Bu konu açıldığında taşra şovenistlerinin hemen sert bir tepki verdiğini defalarca gördüm. Ortaya konan sayıların ve bilgilerin “Ermeni propagandası” olduğu görüşünü savunuyorlar.
Oysa aradan yüz yıl geçmesine rağmen arşivler açılmıyor, gerçek sayılar ve olaylar su yüzüne çıkmıyor. Karşılıklı iddialaşma sürüp gidiyor. Osmanlı İmparatorluğu aslında kimi tarihçilerin söylediği gibi “Roma İmparatorluğu” nun devamı olabilir mi? Belki doğru belki de değil. Bu tarihçilerin ortaya attıkları teze göre Osmanlı bürokrasisinin ana gövdesi Bizanslı Rumlar tarafından oluşturuldu. Mevcut tapınakların bir kısmını camilere dönüştürmek, Bizans bürokratik yapısını Osmanlı’ya uyarlamak ne kadar zor olabilirdi ki? Osmanlı nüfus yapısına bakıldığında Hıristiyan nüfusun toplam nüfusun üçte birini oluşturduğu söylenebilir. Altı yüz yıl boyunca bu nüfus yapısıyla varlığını sürdüren imparatorluk birden bire “Tüm nüfus Müslüman olsa daha iyi olur” Jöntürk teziyle hareket etmeye başlıyor.
“Talat Paşa’ya ait sahte telgraflar” tartışması bu gerçekleri ortaya koyması açısından çok ilginç.
Kimdir Talat Paşa? Zamanın içişleri bakanı. Valilere telgraflar gönderiyor, talimatlar veriyor. İşte bu telgraflarda Ermenilerin imha edilmeleri emirlerinin bulunduğu ileri sürülmektedir.[3]
Tüm bu tartışmaların ötesinde yok olan insanlar vardır. Sayısı ne kadar olursa olsun bu insanların göç yollarında açlık, susuzluk, hastalık, eşkıya, jandarma, güvenlik güçleri, vb. gibi nedenlerle ölmeleri bir gerçektir. Bu gerçeği değiştirecek hiçbir argüman geçerli olamaz.
“Ermeni tehciri” meselesi yeni kurulan cumhuriyetin en şiddetli baş ağrılarından biridir. Çelişkili açıklamalar vardır.
Yeni kurulan cumhuriyet bürokrasisinin tezi Anadolu’daki Ermeni nüfusun (tamamının) Osmanlı-Rus savaşlarında Osmanlı ordularını ve halkını arkadan vurdukları doğrultusundadır. Birinci savaş öncesinde ve sonrasında çökmekte olan imparatorluğun zayıflayan emniyet güçleri yetersiz kaldığında belirli yerlerde eşkıyalık yayılmıştır. Bu eşkıya grupları arasında etnik olarak Ermeni, Rum ve Kürt çeteler olduğu belgelerle sabittir. İçişleri bakanı görevinde olan Talat Paşa Ermeni nüfusun imhası doğrultusunda talimat vermiş midir yoksa vermemiş midir? Birinci konu budur. İkinci konu ise örneğin Malatya’da, Erzurum’da, Erzincan’da, Eğin’de, Diyarbakır’da, Mardin’de ve tüm Anadolu kentlerinde yaşayan Ermenilerin tamamı eşkıya mıdır?
Tartışılan “Tehcir ve Ermeni Meselesi” dönüm noktası, 93 Harbi olarak bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ve müteakiben imzalanan Ayastefanos ve Berlin antlaşmaları olmuştur. Osmanlı topraklarında bağımsız Ermenistan kurmayı amaçlayan siyasi akımlar bu savaştan sonra ortaya çıkmaya başlamıştır. Hınçak (1887-Cenevre) ve Taşnaksutyun (1890-Tiflis) gibi siyasi “komitaların” kurucularının kimler olduğu, eylemlerin nasıl finanse edildiği gibi bazı önemli tarihi belgelerin açığa çıkarılması çok önemlidir.
1877-78 Rus-Osmanlı Savaşı’ndan sonra Ermeni komitelerinin çok kanlı silahlı ayaklanmaları başlatıp Anadolu içerisinde yaygınlaştırdıkları, köyleri basarak maddi menfaat elde ettikleri 1’nci Dünya Savaşı’na kadar olan dönemde 40’a yakın silahlı ayaklanmanın kayıtlara geçtiği söylenebilir.
Bu dönem öncesinde yazımızın başında sözünü ettiğimiz Kafkasya Kırım savaşı sonunda (1860) Çerkes sürgünlerinin başladığı da not edilmelidir. Birinci savaş öncesi milliyetçi, ulusçu akımların sert rüzgarlarının estiği (1850-1914) dönemlerde zorunlu göçler, din savaşları, süper güç mücadeleleri tarihin akışını ciddi anlamda bulanıklaştırmıştır.
“Ermeni Soykırımı” ya da sözde “Ermeni Soykırımı” gibi tezleri savunan tarafların bu noktada kazandığı günümüze kadar bir kazanım olmamıştır.[4] Bu bağlamda tehcir kampanyasıyla zorunlu göçe zorlanan siyasallaşmamış Ermeni Osmanlı milletinin kayıplarını göz ardı etmek de mümkün değildir. Bu kayıpların sayısı ne olursa olsun “savaş zayiatı” olarak göstermek isteyen tarafların siyasi amaçları da günümüz uluslararası hukuk kurallarına göre anlamsızdır. Önemli olan bir devletin kendi vatandaşlarını göçe zorlamış olmasıdır. Bu bağlamda güvenlik nedeniyle bile olsa masum insanları böylesine bir trajediyle karşı karşıya bırakmak hafife alınacak bir olay değildir.
Çerkesler’in Anadolu’ya göçleri sırasında ne kadar kayıp verdikleri konusunda mutlaka kayıtlı gerçek sayılar vardır. Kaç kişi göç etti, ne kadarı menzile vardı, ne kadarı varamadı; bunların bilinmesi gerekir.
Pandeminin yeniden azdığı bugünlerde dünya çapında 55 milyon kişinin virüse yakalandığı 1 milyon 3 yüz bin kişinin vefat ettiği bildiriliyor. Aradan geçen sekiz ayda virüse karşı henüz bir çare bulunmuş değil. Teknoloji henüz o seviyeye gelmedi demek ki. Savaşlar, göçler, hastalıklar hep ölüm getiriyor, mutluluk değil. Medeniyet insanların mutluluğu için değil de sanki ölümü için çalışıyor galiba.
Pandemiden küçük de olsa bir kaçış yaptığımız bu gezide Maşukiye’de biri yemek yediğimiz lokantada, diğeri ise kaldığımız otelde iki olumsuzluk yaşadık. Öğle vakti girdiğimiz Maşukiye’de bir lokantada öğle yemeği yedikten sonra kayın ormanını aramaya karar veriyoruz. Lokanta derken bir köfteci gittiğimiz yer. Az çorba ve köfte söylüyoruz. Garson kız masayı donatıyor. Biz daha ağzımızı açmadan ne kadar meze varsa masaya getirip bırakıyor. İkram zannedip ses çıkarmıyoruz. Sürpriz hesapla birlikte geliyor. Biz istemeden, ısmarlamadan getirdikleri her şeye fahiş fiyatlar koyarak çok şişkin bir fatura ödemek zorunda kalıyoruz. Turist kazığı denen şey bu galiba. Adını da koyalım: “Maşukiye’de köfteci kazığı.” Restoranın personeli hiçbir utanma alameti göstermeden sırıtarak patronu adına sizi kazıklamaktan geri kalmıyor. Sonradan öğreniyoruz Maşukiye son zamanlarda Arap turistlerin çok ilgi gösterdikleri bir yermiş. Esnaf ise bu yolla bayat mezelerden para kazanma yoluna gidiyormuş. Civar lokantaların dekorasyonları da Arapların zevkine göre düzenlenmiş. Her yer vıcık vıcık Arabesk. Çalınan müzik dahil.
İkinci olumsuzluk ise bir gece kalacağımız butik otelde başımıza geldi. Kış mevsimine girmiş olmamıza rağmen otel kaloriferleri yakmamış, odaların klima ile ısınmasını sağlıyormuş. Orman içindeyiz. Güneş battıktan sonra ısı eksilere doğru düşüyor. Yanımızda getirdiğimiz polar battaniyeler olmasa donardık her halde. Soğuk yetmiyormuş gibi oda kapısının dışındaki terasta bir çift sabah beşlere kadar tartıştı durdu. İkaz ettik olmadı. Resepsiyonu aradık kimse yok. Beş yıldızlı otel parası ödediğimiz yüksek müşteri puanlı butik otel de fos çıktı. Bu ülkede artık hiç kimseye güven olmuyor. Yalan, dolan, aldatma ve nobranlık kol geziyor. Otel yorumları kısmına hoşnut olmadığımız kısımları yazdıktan bir gün sonra da otel sahibi arayıp hesap soruyor. Olumsuz puan verince müşteri kaybediyormuş, falan filan. Bu adamlar o kadar alışmışlar ki sahteciliğe yüzlerine vurulan gerçeğe tahammülleri kalmamış. İş ahlakı, esnaf ahlakı denilen üzerine hikayeler anlatılan gelenekler yok olmuş gitmiş çoktan.
Kartepe yolundan sapıp Eğreltiotu yaylasına doğru yükselmeye başlıyoruz. Bu yayla çok yüksek değil bin iki yüz metrelerde. Saf kayın ormanını arıyoruz. Geçen yıl geldiğimizde hava çok sisliydi ve akşam karanlığı çökmek üzereydi. Sis bu dağda sürekli anladığım kadarıyla. Ne de olsa karma orman ve denizlerden gelen rüzgarlara açık bir plato. Samanlıdağlar bu bölgenin iklimini belirliyor esasında. Ilıman ve nemli bir iklim. Zaten o nedenle bu zengin flora burada habitat bulabiliyor. Burası 2011 yılında tabiat parkı statüsüne alınmış. Koruma kapsamı içinde mi değil mi bilmiyorum ama yolların asfalt olması ulaşımı kolaylaştırıyor olmalı. Mangalcılardan nasıl korunuyor onu merak ediyorum. Karma orman yapısı denince akla hemen o sonbahar renk dokusu geliyor. Yeşil, sarı ve turuncu renk tonlarının karışımı. Tabiat parkı broşüründe ağaç ve çalı türleri sıralanmış:
“Karaçam, göknar, kayın, kestane, gürgen, meşe, çınar, titrek kavak, eğrelti otu, sakız ağacı, orman sarmaşığı, ormangülü, ayı üzümü, çayırotları, akçakesme, böğürtlen, defne florası dikkat çekmektedir. Sahada çoğunlukla saf kayın ormanı mevcuttur. “
Saf kayın ormanı da bizim aradığımız yer esasında. Sonbahar renklerini en iyi yansıtan ağaçların bulunduğu yer. Sisle birlikte tabiat parkı levhasına kadar yükseliyoruz. Suadiye Tabiat Parkı. Böyle bir isim verilme nedeni de belde isminin Suadiye olmasından kaynaklanıyor. Yoksa halk arasında eğreltiotu yaylası olarak biliniyor.
Broşürde şöyle yazıyor:
“Suadiye Tabiat Parkı Bakanlık Makamının 11.07.2011 tarih ve 903 sayılı Olurları ile Tabiat Parkı olarak ilan edilmiştir Alan büyüklüğü 36,98 ha’dır. Tabiat Parkı’nda bulunan seyir terasında alanın eşsiz manzarası izlenebilir. Alanda piknik masaları, çocuk oyun grupları, toplam 1600 metrelik yürüyüş yolları ve bisiklet parkuru, futbol ve voleybol sahaları ve seyir terası bulunmaktadır. ”[5]
Seyir terasına çıkmak için asfalt yoldan ayrılıp toprak yola giriyoruz. Yol araçlar için riskli. Derin çukurlar ve çamur gözümüzü korkutuyor. Riske girmiyor aracı yol kenarında bırakıyoruz. Yürüyerek çıkmayı deniyoruz. Akşam sisi hafif hafif bastırıyor. Bir ara göz gözü görmez oluyor. Birkaç yüz metre daha gidip bu siste seyir terasından bir şey göremeyeceğimiz için geri araca dönüyoruz. İsabet. Sis artıyor. Artık görüş mesafesi çok dar. Sisin dağılmasını sabırla bekliyoruz. Sisin arasından yamaçlara serpilmiş yapılar göz çarpıyor. Yazın serin olan bu yamaçlarda İstanbul ve Kocaeli bölgesinin orta sınıfının yazlık evleri göze çarpıyor. Gösterişli konaklar, ağaçlar arasında kaybolan villalar, siteler birbiri ardından yamaçlara dağılmış durumda. Yirmi sene önce geldiğimde bu yamaçlar bomboştu. Kaçınılmaz bir doğa işgali söz konusu. Kartepe turistik kayak tesisi ile birlikte bu bölgede yoğun bir yapılaşma meydana geldi. Bu yapılarda Çerkeslerin oturduğunu hiç sanmıyorum. Bu bölgede yürüyüş parkurları var.
Bölgeyi çok iyi tanıyan ve Kocaeli Belediyesi için rota çalışması yapan doğa fotoğrafçısı İsmail Şahinbaş’dan bir alıntı yapalım:
“Ülkemizin en çok tercih edilen parkuru Aytepe’den Yuvacık Barajı’na giden 11,5 km’lik parkurdur. Bu parkur; Yuvacık Barajı su toplama havzasının başında sona ermektedir.
Bu bölümde Kirazdere Vadisi içerisinde nitelikli konaklama ve yemek yeme mekânlarının bulunması bu parkuru cazip kılıyor. Parkur, Aytepe’de 930 metre yükseklikte başlayıp, Yuvacık Barajı’nın su toplama havzasında 200 metre rakımda sona eriyor.
Orman içi toprak araç yolundan oluşan parkur Nisan-Kasım ayları arasında çok rahatlılıkla yürünebilir. Yol üzerinde birkaç yerde içilebilir su kaynağı bulunuyor. Parkurun ikinci kilometresinde Soğukdere Vadisi’nin su kaynağına bulunuyor.
Rotamız bu bölgeden itibaren su kaynağına paralel devam edip Beşkayalar Tabiat Parkı’nın içerisinden geçiyor. Parkurun yedinci kilometresinde bir şelale bulunuyor. 700 metre sonra Servetiye Köyü Sapağı var. Buradan direk aşağıya inen rota dokuzuncu kilometresinde Kirazdere’nin vadi tabanına ulaşılıyor.
Soğukdere, Beşkayalar olarak isimlendirilen bölgede Sıcakdere ile birleşip Kirazdere olarak Yuvacık Barajı’na dökülüyor.
Kocaeli’nin Günübirlik (Hiking) Parkurları
- Aytepe-Yuvacık Barajı: 11,5 km
- Çınarlıdere Vadisi: 7,5 km
- Umuttepe Çamlıbel-Çınarlıdere Vadisi: 19 km
- Çınarlıdere Şelalesi-Umuttepe Çamlıbel: 10 km
- SEKA Kampı-Eşme Yeni Mahalle: 8 km
- Şevketiye Ortatepe-Okçapınar: 3,5 km
- Karpuzçatlatan Vadisi: 10 km
- Serindere Vadisi: 8 km
- Aytepe-Fabrika Deresi-Kazandere: 11,5 km
- Aytepe-Fabrika Deresi-Aksığın Köyü: 10,5 km
- Aksığın-Fabrika Deresi-Kazandere Köyü: 10,5 km
- Aksığın Köyü-Kayaüstü Yaylası-Tepecik Köyü: 14 km
- Aksığın Köyü-Kayaüstü Yaylası-Tepecik Köyü’ne iniş: 8 km
- Kayaüstü Yaylası: 5 km
- Tepecik-Kayaüstü Yaylası-Tepecik Köyü’ne iniş: 11 km
- Eski Serindere Yolu: 7 km
- Kuzuyayla-Kartepe Zirvesi-Altıoluk Yaylası: 11 km
- Paşasuyu Vadisi: 6 km
- Nüzhetiye Şelalesi Yolu: 5 km
- Boydan Boya Ballıkayalar Vadisi: 8 km ”[6]
[1] İbrahim Altay, Sabah gazetesi okur temsilcisi, 26 Mayıs 2014
[2] Emine Eser: https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/784324
[3] https://t24.com.tr/haber/taner-akcamin-son-kitabi-raflarda-talat-pasa-telgraflari-gercek-mi,364418
http://www.agos.com.tr/tr/yazi/16694/talat-pasa-telgraflari-gercek-mi
[4] https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/24-nisan-1915-ermeni-sorunu-tehcir-ve-gercekler
[5] https://www.facebook.com/KocaeliDKMP/posts/695731084224217/
[6] https://www.gazetebirlik.com/yazarlar/kocaelinin-gunubirlik-yuruyus-parkurlari/