Ulusal ve uluslararası medyalardaki Pandemi haberleri her geçen gün daha fazla korku pompalayarak bize dünyayı dar ediyor. “Evde kal” çağrıları sürüp gidiyor. Hastaneler dolu, aşı yok. Felaket haberleri birbiri ardından üzerimize yağıyor. Virüsün bulaştığı kişilerin durumu hiç iyi değil. Sekiz ay oldu. Bütün dünya ayakta. Soluk alamıyoruz. Geceleri kabuslar içinde uyanıyoruz. 65 yaş üstü olanlara “cüzzamlı” muamelesi yapılarak toplumda “gereksiz grup “ imajı yaygınlaştırılıyor. Benim de içinde bulunduğum 65 yaş üstü vatandaşlar “fişlendikleri” yetmiyormuş gibi en yakınları tarafından bile “collateral damage”[1] rafına kaldırıldıklarının farkında bile değiller.
İslâm’da “haram” aylar tabiri var ya işte bu da “pandemi ayları”. İşyerleri, okullar ve kamusal alanlar kapalı ama AVM’ler, camiiler açık. 65 yaş üstü siyasetçiler kırmızı plakalarla, koruma ve doktor ordularıyla kendilerinin anladığı bir siyaset yapmaya çalışıyorlar.
Liyakat seviyesi son derece tartışmalı siyasetçilerin aldıkları kararlarla ülke çalkalanıp duruyor. Vasat kitle oy verdiği partinin arkasında duruyor mu yoksa duruyormuş gibi mi yapıyor belli değil. Kaos günleri bunlar. Düş kırıcı, insanı yaşamdan uzaklaştıran günleri sürüp duruyoruz.
HES kodu uygulaması başlatılıyor. Seyahat izin belgesi bürokrasisi başlatılıyor. Nedir bu HES kodu? Sağlık Bakanlığı şöyle açıklıyor:
“HES (Hayat Eve Sığar) Kodu, Kontrollü Sosyal Hayat kapsamında, ulaşım ya da ziyaret gibi işlemlerinizde kurumlarla ve kişilerle, Covid-19 hastalığı açısından herhangi bir risk taşıyıp taşımadığınızı güvenli şekilde paylaşmanıza yarayan bir koddur.”
Pandemi can almaya devam ediyor. Günde 80-90 kişi vefat ediyor. SB verilerine göre:
“Toplam ölüm sayısı 11 bin 59, hasta sayısı 399 bin 360”
Bu istatistiklerin güvenilir olmadığını ileri sürenler hiç de az değil. Gerçek sayılar bunun en az dört misli diyenler var.
Evde kal çağrısına sekiz ay uyduktan sonra hiç olmazsa dört gün sonbaharı fotoğraflamak ve biraz olsun pandemi psikolojisinden uzaklaşmak için bir gezi planı yaptık. Klasik rotayı izleyeceğiz. Samanlı dağları, Yedigöller, Abant, Düzce Yaylaları.
Bir gece Maşukiye sonra iki gece Abant. Toplam üç gece dört gün. Sonbaharın değişen renklerini arayacağız. Kayın ve gürgen ağaçlarının bulunduğu milli parklara gitmeyi hedefliyoruz. Görmediğimiz yerler var. Yedigöller’i tavaf edeceğiz ama Pürenli yaylasına da gideceğiz.
Otomobil kiralıyoruz. Acente vasıtasıyla otellerde rezervasyon yapıyoruz.
Yola çıkıyoruz.
İlk durak Maşukiye hep gelip geçtiğim bir güzergah üzerinde. Kartepe kayak merkezi ve doğa yürüyüşçülerinin gözde rotalarından olan Suadiye Milli Parkı ve çevresinin de aralarında bulunduğu kayın korulukları hep ilgimi çekmiştir. İlk günü bu bölgede geçirdikten sonra yolumuza devam edeceğiz.
Maşukiye’nin Kafkasya’dan Rusların zulmünden ötürü göçe zorlanan Çerkes’ler tarafından kurulduğu ilk adının “Voçbe Hable” yani Voçbelilerin köyü olduğu söylenir. Çerkes zorunlu göçü 19. Yüzyılın en acı soykırım hikayelerinden biridir. Günümüzde vasat kitleye sorulduğunda Çerkes Etem’den ötürü olumsuz bir algı olduğu ortaya çıkabilir. Çerkes göçü 1864 ve 1876 yıllarında iki dalga halinde gerçekleşiyor.
Anadolu aslında sürekli göç alan bir coğrafya. 1763 yılından bu yana Kafkaslardan Anadoluya yaklaşık sekiz milyon muhacirin geldiği tahmin ediliyor. Çarlık Rusya’sı süper güç olma yolunda o zamanlar her cephede yerli halkla savaşarak topraklarını genişletiyordu. Çarın Kafkasya Kırım kampanyası da özellikle sıcak denizlere inme stratejisinin bir ayağı olarak aralarında Çerkesya, Abazya, Çeçenya, vb. gibi Müslüman halkların topraklarını işgal ederek göçe zorlayarak oraya Hıristiyan Rus göçmenleri yerleştirmeyi amaçlıyordu.
Tüm dünya imparatorluklarının çok sık başvurduğu bir din ve nüfus yerleştirme politikasıydı bu. Büyük Britanya yani İngiltere bir süper güç olarak Rusya’nın bu ilerlemesini engellemek istiyordu. Ruslar tüm Kafkasya’yı işgal edince Osmanlı ve İngiliz bürokratları Müslüman dininden olanların göçü, daha doğrusu Çar’ın öne sürdüğü Kafkasların Müslümanlardan arındırılması şartını kabul ettiler.
Osmanlı İmparatorluğu topraklarına öncelikle Balkanlar’a muhacir olarak gelenler arasında farklı halklar vardı. Kabile yapısının hakim olduğu feodal yapıyla birbirine bağlı kitleler çok farklı ailelerden oluşuyordu. Rus sınır bölgelerine yerleştirerek bir “buffer” yani tampon oluşturup Rusya’ya baskı uygulamak amaçlanıyordu. Kırım halkları ve özellikle de Çerkes göçü önce yavaş yavaş daha sonra da kitleler halinde Anadolu’ya yöneldi.
Rusya sistematik olarak Müslüman Çerkes soykırımı stratejisi sürdürüyordu. Nihayet 1864 Rus Çerkes savaşı belirleyici oldu. Çerkesler yenilgiyi kabul ettiler. Soçi bölgesinden İstanbul’a Osmanlı gemileri Çerkes göçmenleri taşımaya başladı. İki milyona yakın Çerkes’in Anadolu’ya göç ettiği ve Sakarya, Bolu başta olmak üzere Kafkas iklimine benzer bölgelere yerleştirildiği biliniyor. İşte Maşukiye ‘de bu bölgelerden biriydi. Zamanla Çerkes aileler bu topraklara yerleştiler. Köyler kurdular. Aradan geçen zaman içinde bu topraklara ve kültürüne alıştılar. Kimilerine göre asimile oldular. Çerkezce konuşanlar azaldı ama yok olmadı. Uyum sağlamayanlar başka bölgelere Kayseri’ye Maraş’a Sinop’a ve diğer şehirlere dağıldılar. Örneğin Hatay Reyhanlı, Aydın Şevketiye, vb. gibi Kafkas muhacirlerinin kurduğu kasabalar örnek olarak gösterilebilir.
Kafkas muhacirleri konusunda bildiklerim kısıtlı. Maşukiye bölgesinde de bugün ne kadar etnik Kafkas muhaciri yaşıyor bilmiyorum. Bakıldığında hali vakti yerinde insanların oturduğu konaklar, villalar ve çiftlik evleri görünüyor. Alabildiğine zengin bir bitki örtüsüne sahip yeşil bir coğrafya. Butik oteller özellikle hafta sonlarında İstanbullu orta sınıfın ilgi gösterdiği yerler. Aslında 1850 yılından bu yana köprüler altından çok su aktı. Kim bilir kaçıncı göbek akrabalar burada yaşıyor? Bu bölgede yazlık sitelerin mantar gibi çoğalması da bir başka gelişme. Kartepe kış aylarında İstanbullu kayak tutkunlarının gözde mekanı olma özelliğini taşıyor.
Samanlı dağları bu bölgenin ana aktörü olarak tüm vadiyi ve Sapanca gölünü besleyen su deposu. En yüksek zirvesi yaklaşık bin altı yüz metre ile Kartepe. Kayın, gürgen, kestane, ıhlamur, akçaağaç ve meşe bu dağlardaki yaygın ağaç türleri. Küçük şelaleler oluşturarak akan dereler Sapanca gölünü besleyen kaynaklar. Doğa yürüyüş gruplarıyla Samanlı dağlarında çok yürüdüm. Derin vadiler, kesif ormanlar, saklı şelaleler, dereler, kanyonlar ve göller çevresinde yaptığım yürüyüşleri hatırlıyorum. Dokunulmamış bir ekosistem. Ne kadar sürer bu bilinmez. Şimdiden mangalcılar için ormanda düz kesim yapılıp “Tabiat Parkları “ oluşturuluyor.
Bir gezginin günlüğünden alıntı yaparsak: “Samanlı Dağları, doğanın devasa bir anıtı gibi Armutlu Yarımadası ile Düzce arasında uzanıyor. Eteklerindeki gelişmiş kentlere rağmen yaylaları, gölleri, kanyonları, su kaynakları ve zengin biyoçeşitliliği ile Marmara Bölgesi’nin “yağmur ormanlarını oluşturuyor.”
Yağmur ormanları biraz abartılı oluyor ama ormana yapılan müdahaleler bir gerçek. Gözle görünüyor. Nüfus artışıyla birlikte doğal alanlar arasında açılan yollar insanların ormanlara daha çabuk ulaşmalarına neden oldu. Hafta sonlarında doğada mangal yapanların sayısında ciddi bir artış var. Bu da çöp yığınlarının çoğalmasına sebep oluyor. Koruma altındaki milli parkları denetleyen birimler yeterli değil. ABD’deki Yosemite milli parkı Saman dağlarından çok da farklı değil. Orada milli parkı korumakla görevli tecrübeli ve bilgili üniformalı görevliler var. En ufak bir olayda bu görevliler müdahale ediyorlar. Samanlı dağlarında ya da diğer milli parklarda koruma memurları var mı yok mu bilmiyorum ama çöp yığınları yükseldiğine göre, orman yangıları arttığına göre ve kaçak avcılar ortalıkta cirit attığına göre yeterli koruma sağlanamıyor demektir. Milli Parklar yönetmeliğinde koruma ile ilgili açık hükümler yer almıyor. Genel prensipler sıralanıyor. Koruma detaylarını ilgili idari birime bırakıyor. Hep gördüğümüz tablo. Kurallar var. Kurallara uyan ve uygulayan yok. Çağımızın üçüncü dünya ülkeleri hastalığı. Bol hamaset.
Maşukiye’nin ismi Arapça. Aşıkların ülkesi anlamına geliyor. Ama erkek aşıkların ülkesi. “Maşuk” erkek aşık, “maşuke” kadın aşık olması gerekirken yine kadının adı yok.
Bu köyün adını verenler yani Çerkezler kendi dillerinde bir ad seçiyorlar. Doğal olarak oraya yerleşen sülalenin adını kullanarak “Voçbe Hable” yani Voçbelilerin köyü olarak belirliyorlar. Osmanlı idaresi ve daha sonra da cumhuriyet idaresi acaba ne düşünüyordu? Neden buraya “Maşukiye”adının verildiği aslında büyük bir merak konusu. Çerkezlerin soy ağaçlarının yer aldığı web sitesinden bakıyorum.[2] Merkez Maşukiye’ye yerleşen sülalelerin isimleri şöyle:
Merkez-Maşukiye
(Abhaz, Wubıh, Shapsugh, Gürcü)
Çıf,
Çule,
Hamte,
Plahe,
Şhaplı,
Voçbe,
Vucase,
Leşkeri
Kafkas muhacirleri buraya kendi sülalelerinin ismini veriyorlar. Her sülalenin özel bir arması da var.
Görüldüğü gibi Maşukiye’de çok farklı sülaleler yerleşmiş. Bunların kaydı tutulmuş. Büyük bir olasılıkla daha fazla kültürel bilgi de bulunabilir. Örneğin konuşulan dil gibi. Çerkeslerin geçen yüz yılda diasporadaki yaşamını araştırmak ilgimi çekiyor. Kafkas-Kırım diasporası 1860 yıllarından sonra şekillenmeye başlıyor. Zorunlu göçün getirdiği daha doğrusu sürgünün getirdiği zaruretler, yokluklar, hastalıklar, yıkılıp giden hayatlar bir insanlık trajedisi esasında.
[1] Collateral damage is any death, injury, or other damage inflicted that is an incidental result of military operations. Since the development of precision guided munitions, military forces often claim to have gone to great lengths to minimize collateral damage.
[2] http://circassiancenter.com/tr/sulalelerimiz-ve-yerlesimleri-kocaeli/