14.Yüzyıl’da (1300-1400), engizisyon dönemi denen Hıristiyan yobazların muktedir olduğu coğrafyada, Avrupalı halka anlattıkları ölümden sonraki refah içinde yaşayacakları “İsa’nın Krallığı” mitosunun kırılmasıyla sona erdiğini söylemek yanlış olmaz. Kara ölüm denen VEBA (1348-1350) kıtanın nüfusunun yarısını yok edince, ruhban sınıfın vaatlerinin koskoca bir yalan olduğunu, halkı aldatarak kilisenin zengin olduğunu halk çok iyi anladı.. Ölümün kol gezdiği coğrafyada kimsenin din adamlarının yalanlarını dinleyecek hali yoktu. İşte bu dönemde doktorların önemi anlaşıldı. Doktorlar rahiplerin önüne geçip halkın elinden tuttular. Cahil halkı kandıran din adamlarının sözlerine kimse itibar etmedi. Onların inandıkları şeyleri gerçekmiş gibi gösterme çabası vebanın korkunç yüzüne çarparak parçalanmıştı.
Din adamları hiçbir dönemde bilimsel çalışmalara sıcak bakmamışlardır. Çünkü bilimsel yöntem her şeyden önce özgür iradeyi ve özgür düşünceyi, bir düşünce yöntemi olarak gözlemlere dayanan analizleri ve bu analizlere dayalı çözümleri ortaya koyar. Bilimsel metot metafizik inancı sorgular. İster çok tanrılı ister tek tanrılı olsun gözle görünmeyen, varlığı kanıtlanmayan tanrılara inananları ayrı bir kategoriye yerleştirir. Doğa olaylarını tanrıların meydana getirdiklerine, kaderci (determinist) alınyazısına inananların düşüncelerine itibar etmez, somutlaştırmak ister. Bilimsel yöntemlerin ortaya koyduğu çözümleri de din adamları sürekli reddederler. Onlar insanların hiçbir şey yapmadan pasif bir durumda ibadet ederek beklemelerini isterler. Tarih boyunca da bu böyle olmuştur. Kesilen kurbanlar, edilen dualar, bitmek tükenmek bilmeyen törenler.
Anlaşılmayan kelimelerle, mistik gizemlerle, allegori ve sembollerle örtülen doğal gerçekleri cahil kitlenin çözmesi zaten beklenemez. Baharın gelişini, mevsimlerin dönüşünü Ceres Gizemi olarak ritüelleştirip bin yıl boyunca insanları buna inandırmak da bir marifet. Bilinmeyenden korkan cahil insan kendisi düşünemediği, muhakeme edemediği için izahata muhtaçtır. Din adamı da bu ihtiyacı bilerek açıklamayı alegorilerle süsleyerek daha da anlaşılmaz ve korkutucu bir hale getirerek gerçeği saklama yoluna giderler. Bugün insanların tek kelimesini bile anlamadıkları bir dilde mırıldanarak ibadet etmeleri cehaletin bir başka türü olarak karşımıza çıkar.
Cehalet genel kültür ansiklopedilerinde şöyle açıklanıyor: Bilgisizlik, kibir, bozgunculuk, serkeşlik gibi anlamlara gelen ahlâk terimi. Arapça “cehl, bilmemek, bilgi ve görgüden yoksun olmak” anlamından türemiş bir kavram olarak literatürde yer almaktadır. Dinini ve o dinin gereklerini bilmeyen ve anlamayanlara verilen bir sıfat olarak da kullanılmaktadır.
Cahilin karşıt anlamı da Alim veya bilgin olabilir. Alim ise, din kurallarını ve kitabında yazanları bilen ve yorumlayan okumuş kişiye verilen bir sıfat olarak açıklanmaktadır. Burada en önemli konu dini bilgiye vakıf olup olmamak üzerine yerleştirilmiştir. Bir bilim adamı, örneğin bir tıp, fizik, kimya, vb. alanında akademik çalışmalar yapan kişiler alim olarak kabul edilmiyor. Din bilgisi daha ön ve üst planda tutuluyor. “Bilim” ile “ilim” iki farklı temele dayanan farklı hiyerarşilerde bulunan kavramlar olarak ortaya çıkıyor.
Emre Kongar’ın Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan bir makalesinde cehalet ve cahil konusunda şu görüşlere yer verir:
“Cehalet, cahil olduğunu bilmez…
Sadece bozmayı, yakıp yıkmayı bilir!
Cehalet, bilimi, sanatı, edebiyatı, kültürü, tarihi, insanlığı, bilmez…
Ama, insanları nasıl cahil bırakacağını bilir; okumuş yazmışları, diplomalıları küçümser, dışlar; kendini ve kendi gibi olanları sever, yüceltir.”[1]
Emre Kongar makalesinde yazımızın başında açıkladığımız kavramlara gönderme yaparak cahillerin oluşturduğu kitlenin topluma ne zararlar vereceğine ilişkin yaklaşımlar yapar. Katılırsınız ya da katılmazsınız ama önemli olan cehaletin ne olduğunu anlamak değil mi?
Cehalet ve fanatizm konusunda bir başka makalede Küba lideri Fidel Castro’nun şu sözlerinden alıntı yapılıyor:
“Bugün politikacılar, halkın cehalet içinde kalmasıyla ilgileniyorlar, çünkü cahil bir halk, fanatizm ve önyargı ekicilerinin, kapitalizmden çıkarı olanların en iyi müttefiki ve ilerlemenin en büyük düşmanıdır.”[2]
Birgün Gazetesi’ndeki makalesinde yazar bu alıntının kaynağını belirtmiyor.Fidel Castro acaba bu sözleri nerede söyledi, ne zaman söyledi, bilmiyoruz. Burada söz konusu edilen cehalet hangi tür cehalet olabilir acaba? Cahil halk terimi de eğitimsiz halk anlamında kullanılıyor olabilir mi?
Cehalet kavramı Arapçadan kaynaklandığı için yeterince anlaşılmıyor olabilir. İngilizce söylersek “ignorance” dememmiz gerekir. Peki bu kelimenin etimolojik olarak ne anlama geldiğine bakarsak bilginin yokluğuna atıf yapar. Latince kökünden “ignorantem” türediğini düşünürsek bilginin yokluğu anlamını çıkarabiliriz. Neoklasik Yunanca’da “agnosis” ‘bilgisizlik’, ontoloji ise varlık felsefesi anlamına geliyor. Agnotoloji de ya bir ürünü satmak ya da çıkar elde etmek için kasıtlı olarak kafa karışıklığı ve yalan bilgi yaymanın incelenmesi oluyor. Sonuç olarak bilginin var ya da yok oluşu cehalet kavramının içini dolduruyor diyebiliriz. Bilginin ne kadar var olduğunu kim ölçecek, sorusuyla baş başa bırakır bizi ölçmeye kalkarsak. Az cahil, orta cahil, çok cahil, vb. gibi kademelendirmek de mümkündür.
Bizim asıl ilgilendiğimiz konu ise, agnotolojinin gücünü nereden ve nasıl aldığı giderek toplum üzerinde ne gibi değişimlere neden olduğudur. Agnotolog gücünü cahil kitlelerden alır. Yani “avam” olarak nitelendirilen kitleden. Avam olan cahil midir? Bilindiği gibi avam kavramı da toplumsal sınıfları belirlemede kullanılan kavramlardan biridir. Avam kelimesi Arapça’dan Türkçeleştirilmiştir. Kökeni Osmanlı Devleti’ne kadar giden oldukça eski bir kelimedir. Halkın “avam” ve “havas” olarak ayrıldığı sürede ortaya çıkmıştır. Avam aşağı tabakayı simgelerken, “havas” üst tabakayı temsil etmektedir.
Sosyal sınıfların son derece karmaşık feodal bir yapıda iç içe geçtiği ikili yapıdan çok sınıflı yapıya geçiş için gerekli sanayileşme teşebbüsleri savaşlarla yarım kalmış Türkiye, batılı ülkelerden oldukça geç modernleşme sürecine giren bir ülke olarak azgelişmişlik sorunlarıyla ve savaşlarla boğuşmak zorunda kalmıştır.
Çağdaşlarına göre ekonomik, sosyal ve kültürel açılardan oldukça geri kalmış bir imparatorluğun kanlı mirası üzerinde yükselen Türkiye Cumhuriyeti, bu açıdan benzer tarihsel süreçlerden geçen öteki ülkelere göre farklı siyasal fırtınalar yaşamaktadır. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana ülke, demokrasi karşıtı dini taassubun hız kesmeyen baltalamalarıyla bireysel özgürlükler ve demokrasi alanlarında bir ileri bir geri çalkalanıp durmuştur.
Burada Çağlar Keyder’in “Türkiye’de Devlet ve Sınıflar” analizinin önemini vurgulamak isterim. Meraklı okuyucu daha kapsamlı bilgilere ulaşabilir. Büyük ölçüde görüşlerine katıldığım Keyder’in işaret ettiği gibi ekonomik faaliyetin devletçe avam tabaka olarak görülen Gayri-Müslim tebaaya bırakılması imparatorluğun en büyük açmazlarından biri olarak düşünülebilir. İmparatorluk nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Gayri-Müslim tebaa yıllar içinde zenginleşmiş ve ekonomik anlamda burjuva sınıfını oluşturmuştur.
Müslüman tebaa ise devlet memuru ve asker olarak devlet kulu bürokratik bir sınıf oluşturmuştur. Bu iki sınıfın farklı yönlerde geliştirdiği politikalarla Osmanlı feodal oligarşik yapısı gelişmenin önünü tıkayan en büyük engel olarak yıllar boyunca siyasi kriz ve istibdat üretmekten başka bir şey yapmamıştır. Devletin ekonomik faaliyetlerdeki nedeni anlaşılmaz bilgisizliği giderek ülkede kapitalizmin gelişmesine de engel olmuştur. Jöntürklerin gayri-Müslim burjuvazinin yerine Müslüman burjuvazi yaratma projesi ise ters tepmiş ülkedeki sermaye birikimini taşıyan gayri-Müslim burjuva sınıfı devletin dayanılmaz baskısıyla batıya göç etmek zorunda kalmıştır.
Bir başka deyişle burjuva sınıfı ve sermayesi devlet eliyle batıya hediye edilmiştir. Osmanlı bürokrasisi ve daha sonra Cumhuriyet kadroları gayri-Müslim halkı topluma asimile ya da entegre etmeye kalkışmamışlardır.
Onları avam sınıf olarak görmeleri nedeniyle devlet zoruyla ellerindeki ekonomik birikimi transfer etme yolunu seçmişlerdir. Varlık vergisi bu uygulamalardan en bariz olanıdır. Öte yandan devlet korumacı politikalarla sahibi olduğu toprakları özelleştirmeye karşı bir refleks geliştirmiştir.
Tarımsal yapıda büyük toprak sahiplerinin oluşmaması var olmaması nedeniyle gücünü sırf devletteki konumuna borçlu olan bürokrasiyle mücadele edebilecek, özerk bir toplumsal tabana dayanan toprak sahibi bir sınıfın çıkmasını engellemiştir.
Bu da bürokrasinin yanlış kararlar alarak gelişimin önünü tıkaması sonucunu doğurmuştur. Ulusal burjuvazinin oluşmamasının ana nedeni devletin feodal yapısıdır.
Bu da sanayi burjuvazisinin değil kısıtlı bir ticaret burjuvazisinin oluşmasına sebep olmuştur. Ticari birikimlerin zaman içerisinde batıya transferiyle birlikte ekonomik krizler ve sosyal patlamalar feodal devlet yapısının çökmesine sebep olmuştur.
Bugün İstanbul, İzmir başta olmak üzere bir çok yerde görülen muhteşem konaklar ticaret bürokrasisinin görünen yüzüdür. İstanbul’da yalılar bürokratların adalardaki konaklar ise gayri-Müslim ticaret burjuvazisinin görünen yüzüdür.
Osmanlı toplumunda siyasi yönetim sistemi, batıda olduğu gibi toplumsal kurumların seküler bir çizgiye ulaşmasına izin vermemiştir. Katı Sünni prensipleri benimseyen devlet bürokrasisi rasyonelleşememiş ve kurumsallaşamamış yarı feodal sosyal bir düzene ve monarşinin keyfi egemenliğine dayanmıştır.
Bu paradoksal çağdışı siyasi yapı, Osmanlı toplumunda devletten bağımsız sivil bir inisiyatifin gelişimini engellemekle kalmamış, aynı zamanda kapitalizmin ve sanayi ve toprak sahiplerine dayalı burjuva sınıfının oluşmasına yol açacak gelişmelere de ısrarla engel olmuştur.
Siyasal bilimci Kurt Steinhaus’a göre,[3]
“Batı Avrupa’da burjuva-kapitalist düzeni hazırlayan sosyal-ekonomik ve ideolojik unsurlar daha feodalizm döneminde gelişmeye başlamıştır. Ayrıca gittikçe kuvvetlenen burjuvazi, geleneksel düşünce, yaşam ve ekonomim biçimlerini etkisi altına almıştır. Böylece burjuva devrimcilerine, var olan sosyal sistemi hukuk ve politikaya uygun bir biçimde örgütlemek düşüyordu. Oysa Türkiye’de burjuva devlet, burjuva toplumundan önce doğmuştur.”
Bunun ne anlama geldiğini “cehalet” kavramıyla açıklamak da mümkündür. Aydınlanmamış bir kişinin çağdaş sanayi toplumunun üretim ilişkilerini kavraması zor olacaktır. Feodal devletin sert yüzüyle baskı altında yaşayan insan kendisine sunulan “avam” modeli benimsemek durumundadır. Bu vatandaş modeline devlete ve devlet görevlilerine mutlak itaat şartıyla yaşanan bir kölelik de demek mümkündür.
Cumhuriyet idaresi de aynı hatayı yapmakta gecikmemiştir. Osmanlı’dan devraldığı geleneksel idari ve kurumsal yapıyı üç aşağı beş yukarı aynen muhafaza ederek, “merkezi iktidar anlayışını” daha katılaştırarak zaman zaman kanlı bir şekilde uygulamıştır.
Bu bağlamda merkezi idarenin yaptırımlarına tipik bir örnek olması itibariyle 1938-1939 Dersim askeri harekatlarını ve trajik olaylarını incelemek faydalı sonuçlar ortaya koyacaktır.
Batı toplumlarında kurumsal ve yönetimsel oluşumlar devletin yardımıyla gelişmediği gibi, burjuva sınıfı da devletin güdümünde işleyen bir toplumsal sınıf olmamıştır.
Tam tersine Batı’da Aydınlanma felsefesiyle başlayan sekürlerleşme ve modernleşme sözde değil özde özgür vatandaş profilini ortaya çıkardı. Türkiye’de ise özgür vatandaş profili hiçbir zaman oluşmadı. Devlet buna müsaade etmedi. Bugün, Anadolu burjuvazisinden söz edemeyişimizin en önemli nedeni de, özel mülkiyete dayanan bir toprak rejiminin yaratılamamış olmasıdır.
Osmanlı ve onun devamı olan Cumhuriyet döneminde yapılan reformlar kağıt üzerinde kalmış, tarım politikalarında özel mülkiyet birkaç köy ağasının dışında yok sayılmıştır. Türkiye’de iktidardaki partilerin yöneticileri ne yazık ki iyi niyetli olsalar da çoğunlukla devletin olanaklarını topluma hizmet etmeye değil, kendilerinin ve akrabalarının da bulunduğu yönetici sınıfın çıkarına hizmet eden siyasi bir mekanizma olarak görmüşlerdir.
Dolayısıyla Türkiye’de geleneksel olarak milletvekili olmak, veya iktidara yakın durmak, devletin olanaklarını kendi menfaatleri doğrultusunda yönlendirme pratiğine erişmiştir.
Cumhuriyet dönemi zenginlerinin iktidara yakın duranlardan oluştuğu örneklerle sabittir. Her iktidar kendi zenginlerini yaratmıştır. Türkiye’de tüm zamanlarda iktidar partileri sahip oldukları gücü kullanarak iktisadi zenginliğin yönünü belirlemede etkili olmuşlardır. Modernitenin motoru olan bağımsız burjuva sınıfı Türkiye’de bir türlü yaratılamamıştır. Halka hizmetle değil, devlete hizmetle zenginleşen sermaye iktidarlara bağımlı oldukları için özerk bir yapıya da kavuşamamışlardır.
Yüzyıllar boyunca halk bilgiden kasıtlı olarak uzak tutulmuştur. Bilgisiz yığınlara dalkavukluk ederek siyaset yapanlar devletin kaynaklarını ve gücünü ellerinde tutmuşlardır.
[1] https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/emre-kongar/cehaletin-egemenligi-cok-kotudur-1707227
[2] https://www.birgun.net/haber/kuresellesen-cehalet-ve-iktidari-143436
[3] STEINHAUS, Kurt. 2002. Türk Devrimi. İstanbul:Örgün Yayınevi