web analytics

Bingöl Kar Safarisi  öncesinde biraz bilgi toplamak amacıyla araştırma yapıyorum. Bölgede birkaç kez bulundum; Elazığ, Erzincan ve Dersim yaylalarında trekking yaptığım günleri hatırlıyorum. Son derece sert bir coğrafya. Yüksekliği üç bin metrenin üzerinde neredeyse yüzlerce zirve var. Uzayıp giden sıradağlar. En bereketli akarsuların doğduğu topraklar. Yukarı Fırat bölgesi diye anılıyor. İlk çağlardan bu yana Fırat doğu ile batının arasındaki coğrafi sınır olarak belirlenmiş. Urartu ve Roma imparatorluğu doğu sınırının çizildiği kutsal nehir Fırat. Zaza aşiretlerinin yoğun olarak yaşadığı topraklar.

Bundan iki yüz sene önce Ermeniler ovalarda Zazalar dağlarda yaşıyorlarmış. Devletin ilgi göstermediği, denetleyemediği  sancılı ve acılı topraklarda  yaşamlarını sürdüren insanlar. O dönemlere ait elde yayınlanmış fazla belge yok. Bunun esas nedeni cumhuriyet bürokrasisinin merkezi gücü artırma yolunda tüm Anadolu’da uyguladığı yönetim tarzı olduğunu söylemek gerekir. Altı yüz yıllık Osmanlı idaresinde Yukarı Fırat bölgesinde yaşayan ve özerk olan aşiretlere uygulanan baskı isyanlara sebep olmuştur.  Bana kalırsa tarih yazıcıları belgelere dayanmayan siyasi şeyler anlatıyorlar o dönemlere ait. İnanılmaz olaylar, yalanlar, köpürtmeler, şoven söylemler, ve daha da kötüsü gerçekleri yani katliamları örtbas etme gayretleri. Ne yazık ki aradan geçen yıllar içinde Yukarı Fırat  ahalisi değişmiş, karışmış, göçlerle evlerini terk  etmiş kısacası eski sosyal yapısını yitirmiş yeniden tanımlanması gereken bir vatandaşlık profili gösteriyor. Oysa bu coğrafya İstanbul ve Ankara için doğal kaynaklarının hunharca kullanılıp ranta dönüştürüldüğü bir yer. Madenler, akarsular, ormanlar kısa yoldan rant kapıları haline gelmiş durumda. Yerel halkın yararlanamadığı bu kaynakların ne amaçla kullanıldığını da araştırmak gerekir.     

“2019 verilerine göre toplam nüfusu 279.812’dir. Bingöl nüfusunun çoğunluğunu “Kurmanci” lehçesini konuşan Kürtler ve “Zazaki” lehçesini konuşan Zazalar oluşturmaktadır.”

“Doğu Anadolu Bölgesi’nin Yukarı Fırat Bölümü’nde yer alan Bingöl; Erzurum, Erzincan, Tunceli, Elazığ, Muş ve Diyarbakır illeri ile komşudur. Ortalama 1745 m yükseltiye sahip ilde dağlık alanlar, vadiler, platolar, ova ve havzalar ana yer şekillerini oluşturmaktadır.”

628183 (dergipark.org.tr)

İlin kuzeyinde Karagöl ve Şeytan Dağları, batısında Karaboğa Dağları, güneyinde Akçakara Dağı, doğusunda Şerafettin Dağları ve kuzeydoğusunda Bingöl Dağı yer almaktadır.

Fırat Nehri’nin kollarından Murat Nehri, Göynük Çayı ve Peri Çayı önemli akarsulardır. Orman alanları yangınlarla, kaçak kesim ve özellikle yakacak odun ihtiyacı nedeniyle önemli ölçüde tahrip edilmiştir. Bingöl ilinde 2016 yılı verilerine göre 46 968 ha normal orman, 218 228 ha bozuk orman olmak üzere toplam 264 926 ha orman alanı mevcuttur.

Bu hektar ölçüsünü kavramak biraz zor. Benim anladığım kadarıyla 1 hektar 10,000 metrekare yani 10 dönüm alana karşılık gelen bir ölçü birimi. Bu durumda yaklaşık 165 bin hektarlık orman varlığı 1,6 milyon dönüm demek oluyor. Son iki yılda çıkan yangınlarla yok olan orman varlığı Bingöl ormanlarından daha fazla.

Orman Yangınlarına Müdahalede Bir Yılda Neler Değişti? | Doğruluk Payı (dogrulukpayi.com)

 Şimdi yola çıkmadan önce Bingöl ve yaylalarında nasıl fotoğraflar yakalayacağımı tahmin etmeye çalışıyorum. Karlı tepeler, ovalar, kanyonlar ve buz tutan göller bulabilecek miyiz yoksa yine karda yürüyen koyun sürüsü mü çıkacak karşımıza. El değmemiş doğal alanlar bulmayı umut ediyorum.

Bingöl’e uçakla 2 saatte varıyoruz. Yaklaşık 1300 km. Yoğun kar yağışı altında iniyoruz. Karlı Bingöl’ü görmeye geldik ya. Al sana kar der gibi. Durmaksızın yağıyor. Faruk (Akbaş)  havalimanında beni karşılıyor. Uzun yolculuklar yaptığımız Suzuki SUV ile. Yanında rehberlik yapan Bingöl fotoğraf derneğinden bir arkadaş da var. Dernek binasına geliyoruz. Araçtan zar zor çıkıyoruz. Her yer Kar.  

Dernek üyeleriyle ve FA turuna katılacak olan Kanadalı Spenser ve Kuşadası’nda ikamet eden Çinli Ning ile  tanışma merasiminden sonra yemek faslına geçiyoruz. Dernek başkanı Kenan (Elçi)’nin eşinin hazırladığı nefis yiyeceklerin tadına bakıyoruz. Lahmacun, çiğ köfte, yaprak sarma, iki çeşit salata ve ayran. Nefis yemekler. Doğu illerinde gelenek. Bir orduya yetecek kadar yiyecek konuyor sofraya. Gözümüz de doyuyor karnımızda. Yiyeceklerin büyük bir bölümüne el sürülmüyor. Ertesi gün gideceğimiz Karlıova seyahatinde yenmek üzere paketleniyor. Bingöl’de beklenen kar yağışı başlıyor. Lapa lapa kar yağışını seyretmek bir başka oluyor. Tüm gece kar yağıyor. Ertesi gün iki araç Karlıova’ya hareket ediyoruz. Kürtçe “Kanireş” olarak bilinen ilçe yüksek dağların eteğinde yer alıyor. Kanireş Kürtçe “Karapınar” anlamını taşıyormuş. Bingöl kar fotoğraflarının  adresi aslında bu bölge. 2 bin metrelere varan irtifa ve sarp dağların eteklerine kurulmuş kerpiç yapılarda yaşayan hayvancılıkla geçinen köyler fotoğrafçılar için her mevsim bir başka anlamlı. Kanıreş adını Türkçeleştiren bürokratın bölgeye ilişkin bilgileri kısıtlı olması itibariyle gördüğünü isimlendirmiş. Kar eksilmeyen düzlükler anlamında Karlıova. Bingöl merkezin kuzey doğusunda yaklaşık 70 kilometre mesafede yer alıyor. Karlı yollarda bir buçuk iki saatlik araç yolculuğuyla ulaşılıyor. Bingöl’ün 7 ilçesi var. Karlıova en uzakta kalan ilçe denebilir. Sonrası Muş vilayet sınırlarına giriyor.

Fotoğrafçıların genellikle kar üzerinde ağıllardan sırayla çıkarılan koyun sürülerinin yine sırayla yemleme ve sulama süreçlerinin  kompozisyon olarak fotoğrafladıklarını görüyorum. Bakıldığı zaman kar fotoğraflarında ıssızlığın ortasında tek ağaç, şahane kuyruklarıyla kırmızı tilki ve koyun sürüleri dışında nadiren donmuş ağaç dallarını, sisler arasından süzülerek akan dereleri, yine sabah sisi kaplamış ağaçlar gibi  konuları da görmek mümkün. Bu konuların arasında benim tercih ettiğim genellikle “vahşi doğa” görüntüleri desem yeridir.

Burada vahşi doğa kavramından benim ne anladığımı söylemem gerekir. Kısaca söylemek gerekirse insan faktörünün olmadığı, insanın ayak basmadığı doğanın yalın haliyle görüntüsü denebilir. Anadolu’nun özellikle doğu bölgelerinde ısınmak ve diğer ihtiyaçlar  için aşırı ağaç kesiminin yıllar içinde yarattığı çorak görüntünün çok da ilginç olmadığını söylemem yanlış anlaşılmaz umarım. Bu anlamda Bingöl de orman varlığının hasar gördüğü iller arasında sayılabilir. 

Karlıova’da ilk uğradığımız  köy Toklular köyü. Hayvancılık yapılan köylerden biri. Anayoldan köye giden yollar  karla kaplı. Araçlar için yol açılmamış. Kardaki izlere bakılırsa  atlı kızaklarla  evler ve ahırlar arasında gidip gelenler var. Kar her şeyi değiştiriyor. Özellikle de olumsuz görüntüleri örtmesiyle bildiğim bir sihir de diyebilirim. Genellikle kırsal bölgede Orta Doğu tipi diyebileceğimiz bir düzensizlik oluyor. Sağa sola atılmış ambalaj atıkları, yarı yıkık boyasız yapılar, fakir giyimli asık suratlı insanlar. Oysa böyle olması gerekmiyor. Bir tür toplumsal bırakılmışlık, çaresizlik kol geziyor köylerde. Yılmaz Güney filmlerinden daha da abartılı perişanlıklar hemen göze çarpıyor.

Aracımızdan inip ellerimizde kameralarla köye doğru yürüyoruz. İlerde ahırların orada bir atlı karlara bata çıka ilerliyor. Fotoğraf almak için çok uzak. Yaklaşmaya çalışıyoruz ama atlı ahırların arasında kayboluyor. Ahırların orada çobanlarla konuşuyoruz. Koyunlara yem verilme zamanını da beklememiz gerekiyormuş. Soğuk davranıyorlar. Fotoğrafçılardan bıktıklarını söylüyorlar. Her gün farklı bir fotoğraf grubu gelip koyunların dışarı çıkarılmasını istiyormuş. Bingöl kış aylarında amatör fotoğrafçıların hücumuna uğrayan bir il. İstanbul, Ankara, İzmir, Adana ve diğer illerden gelen fotoğrafçıların hiç de az olmadığını söylemek gerekir. Örneğin bizim grubumuz; özellikle kış mevsiminde fotoğraf çekmek için bir araya gelen birbirini tanımayan  insanlardan oluşan bir grubuz. Herkesin farklı bir tarzı var. Kanadalı ve Çinli folklorik öğeler peşinde. İnsanların buralarda nasıl yaşadıklarını merak ediyor onların yaşamlarından kesitler yakalamak istiyorlar. Ben ise vahşi doğa fotoğraflarını arıyorum. O fotoğraflar için de insanların yaşadıkları yerlerden uzaklara dağlara ve ıssız yaylalara gitmek gerekiyor. Bu gezinin amacı bölgeyi bir nebze olsun tanımak olduğu için önüme çıkan fotoğraf olanaklarıyla yetinmekten başka çarem yok.

 Bu köy hakkında pek fazla bilgi yok. Şafi Zaza ahalinin yaşadığı bir yermiş. Gençlerin çoğu Fransa’ya işçi olarak gitmiş. Köyde kalanlar genellikle yaşlılar ve çocuklar. Ata binen gençlerin ellerimizdeki kameralara gösterdikleri ilgi dikkatimizi çekiyor. Ata binen gençlerden birinin omzunda bir mavzer göze çarpıyor. Silahtan pek anlamam ama av tüfeğine benzemiyor. Kurtlar için bulunduruyorlarmış. Bazen kurtlar köye kadar inip hayvanlara saldırıyormuş. Ama kurtların ötesinde “at ve silah” denklemi de bu gençler için önemli bence. Özellikle de bu bölgede jandarma ve özel kuvvetlerin denetimlerinin yoğun olduğunu düşünürsek bu gençlerin ilk bahanede tutuklanmayacaklarının garantisi de yok. Fotoğraflarının çekilmesine çok seviniyorlar. At üzerinde değişik pozlar veriyor gülümsüyorlar. Onların verdikleri pozlar aslında kafalarındaki kendi görüntüleri. Fotoğraf kompozisyonu yaratmak için epey uğraşıyoruz. Fotoğrafın durağan özelliğinin verdiği bazı sınırlamalar var. Oysa  video daha farklı olanaklar sunuyor. Fotoğraf aslında bir anın donmuş haliyken video o anın akışkan hali. Zaten fotoğraf karelerinin akışkan hali değil mi video. Saniyede 23 kare. Zenon’un ok hikayesi gibi. Videoda bir hareketi, bir sesi kurgularken fotoğrafta bir tek görüntünün kurgusu önemli. Bu ata binen gençlerin karla kaplı yamaçlarda atlarını koşuşturmaları aslında benim istediğim fotoğraf karesi değil. Karla kaplı köy yolunda ilerleyen atlının uzaktan zumla çekimini yapmak istiyorum. Toklular köyü tümüyle karlar altında. Kerpiç evlerin damları görünüyor sadece. Geleneksel mimari hayvanlarla insanlar aynı çatı altında yaşıyorlar. Yol boyunca gördüğümüz evlerin hiçbirinin bacasından duman tütmüyordu. Bacalardan duman tütmediğine göre bu soğuk havada ısınmak için ahırlardan gelen havayı kullanıyor olmalılar. Davar kokusu adı verilen küçük baş hayvanların ürettikleri gübre ile karışık  koku. Her şeye sinen ağır bir koku. Ata binen gençleri gören köyün çocukları da etrafımızda toplanıyorlar. On beş yaş altı ergenler demek de doğru olur. Türkçeyi düzgün ama koyu aksanlı konuşuyorlar. Bu bölgede yaşayan halk Kürt olarak adlandırılmalarını istemiyorlar. Kürt olmadıklarını söylüyorlar.

Oysa bu bölgede yaşayan etnik grupların homojen bir yapısı yok. Cumhuriyet öncesi dönemlerde özerk bir idari yapısı olan vilayetlerin cumhuriyet sonrasında merkezi hükümetle ciddi siyasi sorunlar yaşandığını biliyoruz. Bölgedeki siyasi denge bir kez bozuldu mu tekrar dengelenmesi hiç de kolay olmayabilir.

Her şeyden önce dil ve din faktörü grupları birbirinden ayırıcı ya da tanımlayıcı olabilir. Bu bölgede Alevi köyler olduğu gibi İslam’ın Şafi mezhebinden  olan köyler de var. Bu bölgenin karmaşık etnik yapısının tarihi süreç boyunca hakim güçler tarafından kullanılmasının belirli sebepleri var. Bu bölgede Türkçeden farklı dillerin konuşulduğunu öncelikle belirtmek gerek. Ortak dil Türkçe fakat bölgede yaşayan etnik grupların farklı diller konuştuklarını duymamak için sağır olmak gerek.

Siyasi nedenlerle bu konuşulan dillerin varlığını reddedenler özellikle bazı siyasi çevrelere yaranmak amacıyla kendilerini milliyetçi muhafazakar görüşe sahip olanlar olarak tanıtanlardır. Etnik kimlikleri yok sayan, konuşulan dilleri yok sayan bu görüşün temsilcilerinin belirli amaçlar peşinde koştuklarını da söylemek gerekir. Bu amaçların başında mevcut “feodal” düzenin savunmasını üstlenmek gayreti gelir. Aydınlanma ve bireysel özgürlüklerin savunulması gibi değerleri içine sindirememiş bir toplumdan söz ediyoruz. Cumhuriyet rejiminin  en büyük sorunu bu esasında. Reaya olarak kalmak isteyen cahil çoğunluğun moderniteye direnci bu. Bu köyde de bu direnci görüyoruz. Modern yaşamın göstergesi olan cep telefonları en fakirinden en zenginine kadar herkeste var. Ama moderniteye ilişkin toplumsal yaşamın temel kuralları, etik ve ekonomik anlamda çok uzaklarda kalmışa benziyor. Bu ata binen gençlerin ve bölgede karşılaştığımız birçok kişinin etnik kimliklerini saklayarak bizimle ilişki kurduklarını görüyorum. Aralarında Zazaca konuşuyorlar ama Türkçe konuşurken biraz daha farklı mimikleri oluyor. Aynı duyguları Hakkari’de de yaşadığımı hatırlıyorum. Azınlık olmanın getirdiği sosyal baskının yarattığı davranışlar bunlar. Stockholm yıllarımda çok yaşadığım duygular. Yaşanan ortam bu kalıpları belirliyor. Kaçış yok. Baskın kültürün ayrıcalıkları var. Alt kültürden olanların bir üst sınıfa çıkmaları için maddi olanaklar yeterli olmuyor. Özellikle de üçüncü dünya ülkelerinde bu kültürel çatışma daha sert oluyor. Bazen fotoğraf çekmeye geldiğimiz bu Zaza topraklarında kendimi bir yabancı gibi hissediyorum. İşte Spenser Kanada’dan kalkıp buralara kadar gelen bir beyaz adam. Grafik tasarım ve fotoğraf öğretmeni. Dünyanın her köşesinde öğrencileri var. Uzun yıllar Çin’de gazeteci olarak görev yapmış. Onu inceliyorum. Ne tür fotoğraflara ilgi duyduğunu anlamaya çalışıyorum. Batı dünyasının değer yargılarıyla yerel gözlemler yapıyor ve instagramda yayınladığı fotoğraflara kısa açıklamalar ekliyor. Bir fotoğrafçının gündemi de bundan daha değişik olamaz. Örneğin çobanın karlar üzerinde koyunları ağıldan çıkarıp suya götürüp getirmesi, yem vermesi bu bölgede doğal yaşamın bir parçası. Bir Zaza’nın bunu fotoğraflamasıyla bizim fotoğraflamamız arasında birçok fark var. Bu köylerin kaderi hiç değişmedi. Kadınlar ve çocuklar ağır şartlarda yaşamlarını sürdürüyorlar. Değişmeyen fukaralık, sağlık ve eğitim hizmetlerine ulaşma imkanı sıfıra yakın. Kuşaklar geliyor geçiyor ama bu denklem değişmiyor. Çoban koyunları ağıldan çıkarıyor suya götürüp getiriyor. Yem veriyor. Kadınlar gübre dolu ağıllarda süt sağıyor. Bingöl’ün fotoğrafı bu. Değişmeyen Karlıova fotoğrafı. Doğu illerinin değişmez fotoğrafı. Fukaralıktan ve geri kalmışlıktan kurtulamayan doğu illeri ve köyleri. Depremler, seller, kuraklıklar, faili meçhul cinayetler, çocuk ve kadın ölümleri hep buralarda olur yıllardır. Çektiğimiz fotoğrafın negatifi budur esasında.

Bingöl

Post navigation