web analytics

Girdev’de tanıştığım yaylacılar elektriğin nasıl getirildiğini anlatırken onlara dönüş yolunu sormuştum. Orman yolunu tercih etmemi önerdiler. Sabahın erken saatlerinde sedir ve kızılçam ormanlarının sardığı yüksek tepeler arasından geçen Gömbe yoluna sapıyorum. Yol üzerinde birkaç yayla daha varmış. İki yüz metre daha yükselerek 2 bin metrelere çıkıyorum. Uzaktan  çan sesleri geliyor. Belli ki hayvanlar otlamaya gidiyorlar. Günlük yayla rutini. Gün doğarken çobanlar hayvanları otlamaya çıkarıyorlar akşam gün batarken geri getiriyorlar. Çobanlar doğu illerinde Afgan, Peştun gibi milletlerden olmasına karşın burada çobanlar yörük. Yörükler kolay kolay terk etmiyorlar geleneksel yaşam tarzını.  

Hava sıcaklığı 14-15 derecelerde. Tepeyi aşınca ikinci yaylayı görüyorum aşağıda. Yol kenarındaki çeşmenin yanında mola verip fotoğraf çekiyorum. Konum itibariyle daha önce geldiğim Gömbe Subatan yaylasına benzetiyorum. Yaylanın tam ortasında menderesler oluşmuş. Fotoğrafını gördüğüm Ordu Perşembe yaylasına benziyor. Tüm yüksek dağlar arasındaki düz yaylalarda bu menderesleri görmek mümkün. Eriyen kar suları oluşturuyor. Taşeli platosunda var, Sakarya’da var, Karadeniz yaylalarında var, Kastamonu civarında var. Bu menderesleri fotoğraflamak için genellikle dron kullanıyorlar ama ben dron kullanmıyorum. Tepelere tırmanıp çekmek daha hoşuma gidiyor. Şeytan azapta gerek. Dağlara tırmanmak bana farklı duygular yaşatıyor. Öncelikle irtifaya alışarak çıkıyorsun. Araçlarla çıkıldığında irtifa hastalığı oluşuyor.  

Çeşme başında bir süre oyalanıyorum. Yaylayı seyrediyorum. Fotoğraf çekiyorum.  Yaylada hareket başlayalı çok olmuş. Sürüler otlaklarına doğru hareketleniyor. Çobanların o kendilerine özgü ıslıkları, bağırmaları tepelerde yankılanıyor. Yaşamın müziği bu. Çan sesleri, çeşmeden akan suyun şırıltısı, çobanların özel ıslıkları, rüzgarın sesi, uzaklardan gelen ama pek anlaşılmayan sesler.  Yaşadığımı anladığım anlardan biri. Katıksız doğal yaşam biraz da böyle anlaşılıyor. Gece çadırımda yaylanın seslerini dinleyerek uyumuştum. Koyun çanları, köpek havlamaları, araçların motor uğultusu, rüzgarın sesi, anlaşılmayan insan mırıltıları. Girdev diğer yaylalarla karşılaştırıldığında oldukça sakin denebilir. Silah atan yok, içip içip bağırıp çağıran yok, kavga eden yok, müzik çalan yok. Çadır kurduğum bazı yaylalarda çok ciddi gürültü kirliliği vardı. Şimdi burada adlarını vermek istemiyorum. Benim üzerime vazife değil. Kimin vazifesi onu da bilmiyorum artık.  

Manzarayı seyrederken aşağıdan iki motosikletlinin tozu dumana katarak yukarıya doğru çıktığını görüyorum. Doğal yaşam dedim ya kısa sürdü doğallık. Motor gürültüsü tüm vadide yankılanmaya başladı. Hiç sevmem motor sesini. Motorlar kıvrıla kıvrıla yükselirken ne yapacağımı düşünüyorum. Gelenler dost mu, düşman mı, bana bir zarar gelir mi diye düşünüyorum. Tehlike durumunda ne yapacağıma karar verip yolla arama otomobili alıp bekliyorum. Biri genç diğeri orta yaşlı iki motosikletli, kaskları ve gözlükleri yok. Motorlar köy yollarında gördüğümüz alışıldık tiplerden. Motorcular kirpiklerine kadar toza batmış durumda gelip çeşme başında durdular. Motorların rengi bile belli olmuyordu tozdan.  Orta yaşlısının üzerinde bol renkli bir Che T-shirtü var. Acaba  pazarlarda satılan çakma t-shirtlerden mi diye düşünüyorum. Bilerek mi satın aldı yoksa biri hediye mi etti  diye düşünürken selam verip duruyorlar.

Çeşme başında sohbet ediyoruz. Girdev’e akraba ziyaretine gidiyorlarmış. Che tşirtlü motosikletli çiftçiymiş. Bunu öğünerek değil de özür diler gibi söyledi. 70 yıllarında Elmalı toprak direnişi sırasında çocukmuş. Köyde devrimcileri gördüğünü söyledi.  Ankara’dan İstanbul’dan gelen devrimcileri hatırlıyordu. Aralarında Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Sinan Cemgil de vardı, diye anlatıyor.

Bu Elmalı direnişi takip edebildiğim kadarıyla “Toprak işleyenin, su kullananın” sloganı altında uzun süre devam etmişti. Sonra ben yurtdışına çıkınca bu direnişin detaylarından uzak kalmıştım. Detaylı hikayesini aşağıdaki linkte bulmak mümkündür.        

2964914 (dergipark.org.tr)[1]

Aşağıda gördüğümüz yaylanın adı “Siçak  yaylası” imiş. Zamanın ağalarından Subaşı ailesi bu yaylayı da kendi mülkü olarak yazdırmış. Anladığım kadarıyla 30’ lu yıllarda topraklar açıkça yağma edilmiş. Bölgenin zenginleri “beyan” usulüyle binlerce dönüm toprağın tapusunu üzerlerine geçirmişler. Dağlar, ormanlar, göller kağıt üzerinde el değiştirmiş. Örneğin antik sedir ağaçlarının bulunduğu Çığlıkara ormanları kağıt üzerinde Subaşı ailesinin mülkü olarak görünüyormuş. Uyanık toprak ağası orman kendisininmiş gibi dışarıdan (Romanya’dan) yüzlerce baltacı getirterek sedir ormanlarında kereste üretimi yapmış. Yok pahasına satmış. 500 yaşında 1000 yaşında sedir ağaçları kesilerek kereste üretilmiş. Anadolu’nun doğal kaynaklarının nasıl talan edildiğinin hazin hikayesi anlatmakla bitmiyor. Che tshirt’lü motosikletli anlatıyor da anlatıyor. Subaşı yaylasının ismi de bu toprak ağalarından geliyormuş. Sonradan milletvekili, belediye başkanı da olanlar varmış. Bu Avlan gölünün kurutulması hikayesinin derin bir alt gerçeği de varmış. Zamanın siyasi liderlerinin toprak ağalarının lehine, köylünün ve halkın aleyhine  işler yaptıkları da çok açık. Yukarıda linkini verdiğim  Yusuf Yavuz’un söyleşisi bu olaylara derin bir alt gerçek getiriyor.

Yusuf Yavuz Akdeniz bölgesindeki doğa katliamlarını yıllardır yazıp çizen bir gazeteci.  Avlan Gölünün kurutulması olayının medyada çok farklı açılardan  yer bulduğunu da söylemek mümkün. Günümüzde yani elli yıl sonra örnek olarak Akbelen ve diğer hazine arazilerinin devlet eliyle nasıl bir doğa katliamına alet edildiğini anlatan hikayeler de var. Ama biz şimdi Avlan gölüne ilişkin bakış açılarına odaklanırsak günümüzü anlamak daha da kolaylaşır sanırım. İşte bunlardan bazıları:

Motosikletli arkadaşlarla uzun uzun sohbet ediyoruz. Buralara “Beşkaza yaylaları” denirmiş. Bu terimi daha önce de duymuştum. Yedi kaza yaylaları da var. Yaylacılık konusunda söylenecek çok şey var ama “beş kaza” yani beş köyün yaylaları demek olsa gerek. Sicak yaylası da Sicak köyünün yaylası demekmiş. Yörüklerin yaşam tarzını araştıran belgeseller yapanlar var. O romantik bakış açısıyla artık olmayan yapılmayan göçleri anlatmaya çalışıyorlar.

Yörük yayla şenlikleri düzenleniyor ama şenliğe gelenlere gözleme, incik, boncuk, yün çorap satışı amaçlanıyor esasında. Yok olan bir yaşam biçimi canlandırılmaya çalışılıyor. Neden mi? Son yıllarda belediye başkanlarının icat ettikleri yiyelim, içelim, eğlenelim tipi işlerden. Yeter ki oy toplansın. Gözleme, uzak doğudan ithal incik, boncuk, yün çorap, vb. gibi yerel sanatlar adı altında yutturulan fahiş fiyatlarla satılan hizmetler işte. 

Nedir bu “beşkaza”, “yedikaza”?

Yine bu coğrafi terimlerle kafamız karışıyor. Bir kültürden diğerine geçişte coğrafi adlar yok oluyor. Kuzeyde Denizli ve Burdur, doğuda Antalya, batıda Köyceğiz ilçesi, güneyde Akdeniz ile çevrili olan ve 17. yüzyıl ortalarına kadar Makri, Mekri, Meğri isimleriyle Osmanlı belgelerinde yer alan bölge,  bugün her nedense Fethiye ve Seydikemer isimli iki farklı ilçe adını taşımasına  rağmen “Beşkaza” ismiyle anılmakta imiş.[2] Kimler böyle biliyor, kim kime öğretiyor diye sormadan edemiyor insan. Anlatılan ve çoğunluğun bildiği bazı tarihsel olayları incelemeden kabul etmek bizi derin yanlışlara götürüyor.

Göçebe hayatı süren yörüklerin yerleşik yaşama dönüşleri hiç de kolay olmamıştır. Zaten yerleşik hayata dönmek istemeyen, vergi vermek istemeyen  yörüklerin baskı gördükleri de bir gerçektir. Göçebelik özellikle ekonomik şartların getirdiği bir zorunluluk.  Hayvancılıkla geçimlerini temin eden yörükler yaz mevsiminde otları kuruyan bölgelerden daha yükseklere yeşil çimenli serin yaylalara çıkarak hayvanlarına yiyecek sağlayabiliyorlardı. Otlakları takip eden yörüklerin yılda iki kez göç etmeleri kaçınılmazdı.

Endüstri devrimi öncesi yani 18. Yüzyılda köyler de yaşayanların şehirlere göçü ile yaşam biçimleri de değişmeye başladı. Artan nüfus ama modernleşmeyen tarım ilişkileri, kısıtlı tarım alanları göçleri zorunlu kıldı. Köylerdeki nüfus hızla şehirlere kaymaya başladı. Bugün tam olarak oran nedir bilmiyorum ama en azından elli yıl öncesinin tersine dönmüş olsa gerek. Köyler artık bomboş. Yaylalar bomboş. Şehirlerde ait olmadıkları kültürel kimliğe uyum sağlayamayan ve kendine yol arayan insanlar bocalıyor. Şehirlerde son yıllarda ortaya çıkan aykırı gruplar, eğilimler hiç de nedensiz değil.  

“AA muhabirinin, Türkiye İstatistik Kurumunun (TÜİK) Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi Yerleşim Yerlerine Göre Nüfus verilerinden derlediği bilgilere göre, Türkiye’nin nüfusu 2021’de bir önceki yıla kıyasla 1 milyon 65 bin 911 kişi artarak 84 milyon 680 bin 273 kişiyi bulurken, il ve ilçe merkezlerinde ikamet eden kişi sayısı 78 milyon 908 bin 631 oldu.

Toplam nüfus içinde il ve ilçe merkezlerinde ikamet edenlerin oranı 2020’de yüzde 93 iken 2021’de yüzde 93,2’ye çıktı. 30 büyükşehir dışındaki illerdeki belde ve köylerde yaşayanların oranı ise yüzde 7’den yüzde 6,8’e düştü.” Kaynak: Nüfusun yüzde 6,8’i köylerde yaşıyor (aa.com.tr)

Bu verilere göre kırsal alanda yaşayan nüfusun göçebe hayatı yaşadığına inanmak da zor. Olsa olsa yaylalarda yazlık evler inşa eden şehirli zenginlerden başkası değil gördüklerimiz. Çoğunun kapısında son model 4X4 pick-up araçlar göze çarpıyor. Girdev yaylasında tanıştığım ve hayretler içinde dinlediğim yaylacı amcamızın ekonomik durumu birilerini kıskandırır nitelikte. Dört beş kepçe, üç hafriyat kamyonu, tonlarca kömür, elli dönüm elma bahçesi, Fethiye’de apartman, Girdev göl kenarında iki katlı ev, vb. Anlatıyor da anlatıyor.

Bu nasıl yaylacılık anlamak zor. Kamp işleten bir diğer amcamızın yüz dönüm göl kenarı arazisi, beş yüz koyun, iki yüz keçi, elli sığır ve kim bilir daha neleri var. Giyimlerine bakarak değerlendirmemek gerek. Giyimlerin arkasında bir de yaşam tarzı var.

 Ben bir seyahatnâme yazarıyım. Bu yazdığım onuncu (10) kitap olacak. Seyahatnamalerin, tarih yazıcılığına ışık tutabilecek kaynaklar arasında olup olmadığı akademik çevrelerde tartışma konusudur. Seyyahların sübjektif yaklaşımlar sergiledikleri gezdikleri coğrafyaları kendi kültürel bakış açıları ile yansıttıkları bir gerçektir. Bunun aksi de düşünülemez ve beklenemez kanımca. Herodotos’dan bu yana da bunun değişmediğini görürüz.

Batılı seyyahların 16. Asırdan itibaren Anadolu’ya ve antik kentlere ilgi duyduklarını söyleyebiliriz. Çalışmalarını yakından izlediğim Ece Yüksel 2012 yılında yayınladığı yüksek lisans tezinde 16-17 yy. da Anadolu’yu ziyaret eden Frenk seyyahlardan söz eder.[3]  

Batı Anadolu bölgesinin  tarihsel süreç içinde farklı isimlerle anılması bir yana zenginliği ile de tüm dünyanın ilgisini çektiğini ileri sürer. Bu bağlamda Troya savaşına kadar süren mücadelelerde Akha tarafı pek başarılı olamaz.  “Troas” bölgesinde kurulan şehir devletleri bir ölçüde gerek teknoloji gerekse de kültür açısından daha gelişmiştir. Buralar Balkanlardaki şehir devletlerinin göz diktikleri yerler olmuştur. Bu bağlamda Troya savaşının ana nedeni Troyas’ın zenginliklerini ele geçirmekten başka bir şey değildir.

 Mysia bölgesi ise Dor’ların önünden kaçan Makedon ve  Balkan kavimlerinin yerleştikleri bölgedir. MÖ 2. Binin sonunda geldikleri Mysia’da uzun süre varlık gösterememiş birliklerini sürdüremeyip diğer kültürlere asimile olmuşlardır.

Aeolis kentlerinde iskân etmiş plan halklardan Aeoller’in Lidya’dan sonra Pers hâkimiyetine girdikleri ve sonradan MÖ 261-221 arasındaki dönemde Pergamon Krallığı’na bağlandıkları bilinmektedir. Bölgeye ait diğer bir uygarlık olan Lidyalıların, insanlık tarihi açısından en büyük icadı elektron sikkelerdir. Sikke üretimi, bu dönemdeki Lidya kentlerinin ekonomik yönden gücünü ve bağımsızlığını gösterir.

Dor istilasından kaçıp Batı Anadolu’ya yerleşen  Ionların kurdukları  şehirlerinin konfederasyonlaşması bu dönemin yönetimleri açısından önemlidir. Aynı zamanda Lidya ile İonia arasındaki ticari ilişkilerin yoğunluğu giderek bu iki toplumun çok yönlü bağlantılarını da ortaya koyabilmektedir. Ion kent devletleri Karadeniz bölgesinde de ticaret amacıyla koloni  limanları kurmuşlardır. Miletos’un doksana yakın koloni limanı kurarak zenginleştiği kayıtlarda vardır.

 Karia şehirleri, dil birliğine sahip kentlerden oluştuğu için özel anlamda kültürel bir yere sahiptir. Işıklar ülkesi anlamına gelen Likya, Akdeniz-Ege arasındaki geçiş bölgesi olduğundan her dönemde itibar görmüştür. Batı Anadoluda kurulan kentler   antik dönemin zengin ve ihtişamlı kentleri olmaları sonucunda bugün tüm arkeoloji ve tarih araştırmacılarının gözü buradadır.

Seyyahların ısrarla Ege ve Akdeniz kıyılarını ziyaret ederek keşifler yapmalarının dünya arkeoloji ve tarih çevrelerinde itibar görmesi boşuna değildir. Batı Anadolu tarihi ve antik kalıntıları dünya kültür mirası çapında kıymet biçilemez değerdedir.   


[1] 1968: ELMALI OVASINDA DEVRİM GÜNLERİ, Yusuf Yavuz

[2] Doç. Dr. Mustafa Gökçe, Eren Fehmi Eroğlu, Geçmişten günümüze beşkaza yörüklerinin göç yolları,Sıtkı Koçman Üniversitesi, Muğla.

[3] Yüksel, Ece, Yabancı Seyyahların gözünden Batı Anadolu Antik Kentleri, YLT. Adnan Menderes Üniversitesi, Aydın, 2012

Beş Kaza yaylaları    

Post navigation