Bu makalenin PDF versiyonu için yandaki linke tıklayınız. Yeldeğirmeni
“Yeldeğirmeni artık yok! Bir çocuğun anılarında ona çok güzel gelen sokakları, bahçelerinde sarmaşık gülü açan evleri, iyi insanları, esnafı, Çamlıca’dan kopup gelen rüzgârı ile sonsuza kadar yok.”[1]
Yeldeğirmeni kelimesi internette araştırıldığında karşınıza çıkan fotoğraflardan biri bu. Bu çok tartışmalı yukarıdaki fotoğrafın bugünkü Yeldeğirmeni Mahallesi’nin eski hali olduğu konusunda ciddi şüphelerim var: Ama şu da bir gerçek ki yeldeğirmenlerinin (beş tane) böyle sıralanmış olması, açık alanda ( Haydarpaşa Çayırı) bir bayram havasında toplanan halk da ilk bakışta şüphelenmeyi önlüyor. Normal okuyucu niye şüphelensin ki? Fotoğraf eski mi? Eski. Ne kadar eski? Söylemek zor. Halkın giyimi nasıl? Elinize bir büyüteç alıp bakarsanız bir çok ayrıntı görebilirsiniz. Hemen akla Antonioni’nin “Blow UP” filmi geliyor. Oysa bu fotoğraf başka bir yerin fotoğrafı. (Nerenin ona da geleceğiz.)[2]
Bazı kaynaklarda “1774-1779 yılları arasında popülist padişah 1. Abdülhamid Han fermanıyla yapılan yel değirmenlerinin Kadıköy’ün Çamlıca’dan sonra en yüksek tepesi olan bugün “Yeldeğirmeni” adı verilen bölgedeki “vaziyeti umumisi” olarak, diye açıklamalar yapılıyor. Bunun doğru olup olmadığını ancak belgelere bakarak söyleyebiliriz. Yukarıdaki fotoğraf da aslında sağlam bir belge. Ama bu sağlamlığı tartışılır. Biri çıkıp yahu yeldeğirmenleri dört tane olacaktı burada beş tane var derse o vakit bu belgenin sağlamlığı tartışılır hale gelir. belgenin Yeldeğirmeni Mahallesi’nin eski hali olduğu konusunda birkaç kanıta daha ihtiyacımız var. Araştırıyoruz ve araştırmacı yazar, Kadıköy ve Yeldeğirmeni uzmanı Arif Atılgan ‘ın bu konu ile alakalı bir çok makalesine rastlıyoruz.[3]
Arif Atılgan söz konusu fotoğrafı kısaca şöyle okuyor: Alıntı yapıyorum.
“Burada yeldeğirmenleri 1. Abdülhamid (1774-1789) zamanında yapılmışlardır. Bunlar İbrahimağada, Rasimpaşa Camii civarında, Eski Karakolun bulunduğu yerde ve Osmangazi İlkokulu bahçesinde olmak üzere, o fotoğraftaki gibi beş adet değil, dört adettir. Ayrıca yeldeğirmenleri yan yana değillerdir ve 1900 lü yıllara yetişememişlerdir. 1800 lü yılların başında 3. Selim zamanında Yeldeğirmeni’nde sokaklar oluşmuş, 1835 yılında Rasimpaşa Camii inşa edilmiş yani Yeldeğirmeni’nde artık yerleşimler oluşmaya başlamıştır. 1845 yılında semtte postane bile açılmıştır. Yani semtte o dört yeldeğirmeni için boşluk yoktur. Haydarpaşa Çayırı ise 1872 yılında tren raylarının döşenmesiyle sadece İbrahimağa tarafında çayır olarak kalmıştır. Ancak orada da 1580 yılında İbrahimağa Camisinin yapıldığı ve bir yerleşim olduğu bellidir. Yeldeğirmeni’ndeki tek boş alan Halidağa Caddesindeki düzlük olan Talimhanedir ki orası da hem talim yeridir hem de yeldeğirmenlerinin çalışmasına müsait değildir.
Biraz daha somut şeyler söylemek için ilgili fotoğrafa bakalım. Fotoğraftan alacağımız bazı karelere yakından bakarsak, erkeklerin kravat, ceket giydiklerini, bazılarında fötr şapka olduğunu, askerlerin cumhuriyet sonrası gibi olduğunu, en önemlisi otomobilin 1920-1930 lu yılların modeli olduğunu görebiliriz. Kravat Osmanlıda ilk defa Sultan Abdülmecid (1839-1861) tarafından kullanılmış, ancak Osmanlının son zamanlarında bile devletin ileri gelenleri tarafından seyrek olarak tercih edilmiştir. Halk tarafından yoğun olarak cumhuriyet sonrası kullanılmaya başlanmıştır. Şapka Kanunu 1925 yılında, Kıyafet Kanunu 1934 yılında yürürlüğe girmiştir. İstanbul’a ilk otomobil 1895 yılında gelmiştir. O da Padişah Abdülhamid’e ait olan elektrikli otomobildir. Çünkü: O yıllarda henüz petrol değil buhar enerjisi kullanılmakta, benzin istasyonları bulunmamaktadır. Ortada görünen, gösteriye hazırlanmakta olan cambaz ise bir bayram günü olması ihtimalini göstermektedir.”
Kaynak:http://atilganblog.blogspot.com/2018/08/
Görüldüğü gibi Arif Atılgan fotoğraftan yola çıkarak bir çok soruya cevap veriyor. Çok güçlü kanıtlar sunuyor. Elimizdeki fotoğrafa bakarak gerçeği arayabiliyoruz. Meraklı okuyucu dipnotlarda verdiğim linkteki makaleleri daha detaylı bir şekilde inceleyebilir. Sonuç olarak bu fotoğrafın Yeldeğirmeni Mahallesi’nın eski hali olmadığı Edirne’nin Keşan ilçesindeki yel değirmenleri olduğu ve fotoğrafı çekenin ise Ahmet Öngel adlı bir vatandaşa ait olduğu yapılan yorumlarda belirtiliyor.[4] Bu verilerin ışığında bu fotoğrafın Tarihi Yeldeğirmeni Mahallesi’nin fotoğrafı olmadığını anlıyoruz.
Sanal dünyanın normal vatandaşlar için irili ufaklı bir çok tuzakla dolu olduğunun bir kanıtı da bu. İngilizce dilinde bazı kavramlara değinmemiz gerekiyor; kilit kavramlar şöyle: “polarization”, “selective exposure”, “social media”, “internet”, “cross-cutting”, “perception management”. Bu kilit kavramlara ek olarak bir de “HOAX” kavramı var. Türkçeye son beş yılda giren ama inanılmaz bir hızla yayılan iki kavramdan biri “sıkıntı yok” diğeri ise : “Algı Operasyonu”. Hoax ancak belirli bir kesimin (Information Managers) kullandığı teknik bir kavram.
Öncelikle HOAX kavramına değinelim. Kelime anlamı olarak “işletmek, şaka yapmak, muziplik, vb.” anlamına geliyor. Özellikle sosyal medyada her gün bir örneğine rastladığımız uydurma haberlere verilen genel ad.Hoax’ı bir tarz olarak benimseyen bir site var: ZAYTUNG. Almanca “gazete” kelimesini olduğu gibi kullanıyor. Hoax haberler yapıyor. Hangi amaçla? Eğlendirmek için olabilir mi? [5] İlk yayına başladığında çok ilgi görmüştü.[6] Zaman içerisinde bu medya giderek “Hiciv” tarzına doğru bir dönüş tutturdu kanımca. O ergen işi (Amrikan ) alaycı tondan uzaklaşarak daha olgun, hiciv kulvarına girdiler. Siteyi kuranlar da olgunlaştı galiba. Hoax haber yapmak bir yerde eğer siyasi bir amacın yoksa, algı operasyonu da yapmıyorsan psikiyatristlerin damgaladığı gibi bir tür “ergen güldürüsü” olarak kalmaya mahkum. Biraz da gençlik rüzgarında savrulmuş anarşik bir amaç taşıyor olabilir. Konumuz gereği kimin neyi niçin amaçladığı üzerinde fazla durmayacağız. Artık ne amaç güderse gütsünler hoax üreticilerinin gerçeği aramayan tüketicisiyle kurduğu yeni bir ilişki var. Şehir efsaneleri de bir tür hoax aslında. Magazin habercilerinin can simidi gibi sarıldıkları sık sık başvurdukları bir yöntem. Olmayacak bir yerde bir ünlünün biriyle fotoğrafını çek, fotoğrafın altını doldur ve yayınla. Bir de hoax manşet at. Bu tür haberlerin alıcısı daha çok. Antik Grek tiyatrosu gibi . Oyun eğer “tragedya” değilse, “mitos” kokmuyorsa ve acı gerçeklerden söz ediyorsa alıcısı pek olmuyor. Eskiden de böyleymiş şimdi de böyle.
“Kimse gerçeklerle ilgilenmiyor artık. Herkes yalan olduğunu bilse de yine de duymak istiyor.”
Gerçekleri duymak çok kolay değil. Yalanları duymak daha kolay. Bunların şakayla ne alakası var anlamak mümkün değil. Ne yazık ki araştırmaya pek vakti olmayan genel çoğunluk, ahali bu doğru olmayan haberlere inanmaktadır. Hoax’larla başlayan bir süreçte belirli bir amaca yönelik olarak biri veya birileri hakkında doğru olmayan bir algı yaratmaya yönelerek bunu sistematik bir biçimde sosyal medyada görünür kılmak artık neredeyse bir “meslek” haline gelmiş bulunuyor. Bu kişilere de “trol” adı veriliyor. Özellikle kitleleri belirli bir yöne doğru sevk etmek isteyenlerin troller kiraladıkları (siyaset adamlarının) söyleniyor. Troller[7] oturdukları kafelerden veya ofislerden yarattıkları sahte kimliklerle sosyal medya hesaplarına sızarak operasyon yapıyorlar.[8] Son yıllarda bazı STK oluşumları bu ihtiyacı karşılamak için platformlar oluşturuyor. Örneğin : teyid.org.[9] Site incelendiğinde bir çok haberin mercek altına alınarak geçek olup olmadığının incelendiğini görüyoruz. Sitenin kurucularından olan Mehmet Atakan Foça[10] bir gazeteci. Ben tanımıyorum. On kişilik bir editör ekibiyle çalıştığı ifade edilen teyit.org, sanal medyada yer alan haberleri dört aşamalı incelemesinin sonuçlarını doğru, yanlış, karmaşık ya da şüpheli olmak üzere dört farklı kategoride sınıflandırıyor. Bunlardan sonucun karmaşık olması, incelenen iddianın hem doğru hem de yanlış bilgiler içerdiğine dair veriler elde edildiğine işaret ederken; şüpheli olması incelenen iddianın doğrulanacak ya da doğru olmayan verilere erişilemediği ancak gerekli verilere erişilmesi durumunda iddianın açıklığa kavuşturulabileceğini ifade ediyor; teyit.org’a göre. incelediği tüm haberlerin bu kategorilere göre sayısal dağılımını da ana sayfasında gösteriyor.
Medya güvenirliği son yılların en çok tartışılan konularından biri oldu. Bu sadece Türkiye’de değil bütün dünyada en hassas konulardan biri. Özellikle batı türü demokrasilerde tarafsız ve doğru haber tartışmasız herkesin ortak paydası. Medyada belge düzeni, sunuş metodu bütün bu unsurlar önümüze “servis edilen malzeme” nin gerçek ve tarafsız olup olmadığıyla alakalı ipuçları taşıyacaktır. Çoğunlukla da gerçek olmayan hoax haberlerle belirli bir amaca doğru halkın (seçmenin) yöneldiği de varsayılmalıdır. Öyleyse Türk medyası derken neden söz ediyoruz ona bakalım:
“Medya Sahipliği İzleme Projesi (MOM) tarafından yayınlanan araştırmaya göre Türkiye’de medya sektöründe toplam 2 bin 731 gazete, 734 radyo istasyonu, 83 radyo-televizyon ve 108 televizyon kanalı yayın yapıyor. Ülkenin en büyük 40 medya kuruluşu, medya haricinde sanayi ve ticaret alanlarında faaliyet gösteren şirketler tarafından kontrol ediliyor.”[11]
Bu ne demektir? Medyanın ticari çıkarlarını önde tutan şirketler tarafından kontrol edildiğini ve bu şirketlerin amaçları doğrultusunda yayın yapmalarının kaçınılmaz olduğu, bağımsız ve tarafsız haber kaygısının bu şirketlerin gündeminde olmadığını söyleyebiliriz. Öyleyse haber ihtiyacında olanların yansız haber alma şansları sıfıra yakındır. Nitekim yapılan kamuoyu araştırmalarına göre halkın medya kuruluşuna olan güveni ciddi biçimde azalmıştır. Uluslararası medya kuruluşları ise daha farklı algılanmaktadır. Dünya medyasında (Türkiye Dahil) dolaşan haberlerin çoğunluğu dev haber organizasyonları tarafından kontrol edilmektedir. Bunların çoğu aslında milli kuruluşlardır. Devletlerin politikalarına göre yönlendirdiği sözüm ona bağımsız haber fabrikaları:
- ABD Associated Press ( AP )
- Birleşik Krallık Reuters
- Fransa Agence France Press ( AFP )
- Almanya Deutche Welle
- Rusya Sputnik News
- Japonya Kyodo News Agecy
- Çin Xınhua News Agecy
Konumuz medya güvenirliği olmadığına göre biz tekrar Yeldeğirmeni Mahallesi’ne dönelim. Burada ele aldığımız bir fotoğraf bir çok yerde Keşan olarak değil Kadıköy Yeldeğirmeni olarak sunulmuştur. Doğal olarak okuyucu fotoğrafın doğrusunu okuyacak bilgiye sahip olmadığı için sunucunun önermesini kabul etmek zorunda kalacaktır. Sosyal medyada günümüzde bir çok “yalan” haber yani hoax yayınlanmaktadır. Bu konuda çok kapsamlı bir makale “yalansavar”[12] adlı web sitesinde yayınlandı. Meraklı okuyucu için dipnotlarda makalenin linkini veriyorum.
Yeldeğirmeni denince aklıma hep iki farklı şey gelir. Birincisi Miguel de Cervantez Saavedra’nın Don Quijote adlı eserinde şövalyenin yeldeğirmenlerini dev zannederek saldırması ve yeldeğirmenleriyle savaşması metaforu. İkincisi ise yetmişli yılların başında sık sık hafta sonu tatillerinde gidip kamp yaptığımız Bodrum Gümbet koyundaki Ayaz Kamping deki çadırımdan dağlara doğru baktığımda gördüğüm beyaz kireç badanalı yeldeğirmenidir. Yeldeğirmenleri su değirmenlerine göre İçanadoluda daha seyrek görülür. Suyu olmayan Bodrum gibi, Marmaris ve Fethiye gibi Ege yörelerinde bol bol rüzgâr olduğu için yeldeğirmenleri daha sık görülebiliyor.
Her fotoğrafın bir hikâyesi var. Kadıköy Belediyesi web sitesine göre padişah fermanıyla inşa edilen dört yel değirmeni bugünkü İbrahimağa, Rasimpaşa camii, Karakol ve Osmangazi ilkokulunun bulunduğu yerde bulunuyordu. Bin yedi yüzlü yıllarda bu bölgede bahçe içinde ahşap konaklar, çiftlikler, bağlar ve büyük çayırlıklar vardı. Ne tesadüftür ki, bugün benim oturduğum apartman da tam eski karakolun karşısında; yani eski yeldeğirmenlerinin bulunduğu yerde bulunuyor.
Bu tarihi mekanda oturmak farklı bir duygu veriyor. Sanki sihirli bir rüzgârla beş yüz elli yıl öncesine dönüverecekmişim gibi geliyor. Zaman zaman pencereden Karacaahmet’e doğru bakarken yeldeğirmenlerinin kanat gıcırtılarını, değirmen taşlarının dönerken çıkrığa çarpan tıngırtılarını ve gıcırtılarını, Haydarpaşa çayırında talim yapan askerleri, onları seyreden çocukları duyar gibi oluyorum. Bir semtin tarihi ne kadar eskiye gidebilir ki? Bunu yeni kurulmuş kentlerde yaşayanlar bilemez. Eskinin ne olduğunu yeninin ne olduğunu bilmek önemlidir. Eskinin de eskisi var. İstanbul’un sekiz bin yıllık tarihinin farkında olmak var, olmamak var.
Cafe MU’da Rüzgâr Ceyda Alpak’ın “Yel değirmeni Öyküleri” adlı kitabı elime geçti. [13]Kitabın ilk sayfasında kırk yıl önce mahallede yaşayan Yahudi ve Rum esnaftan ve ailelerinden büyük bir özlemle söz ediyor. Sonra şöyle bir cümle var:
“Zaman içinde ülkelerine dönmek zorunda kaldı bu güzel insanlar, arkalarındaki taş binalarda acı ve mutlu anılarını, iyi ve kötü hayatlarını bırakarak…”
Bu cümlede bir kelimeyi yadırgadığımı söylemeliyim. “ülkelerine dönmek” derken bu insanların Yel değirmeni mahallesine turist olarak gelip sonra ülkelerine döndüklerini söylemek istemiyor yazar her halde. Ülkeler derken Yunanistan ve İsrail demek istiyor belki de. Ama bu insanların ülkelerinin İstanbul olduğunu da biliyor her halde. Ceyda Hanım böyle söylemek istememiştir kesinlikle. Daha kitabın başındayım. Bakalım kitabın ilerleyen sayfalarında nasıl bir yaklaşım göreceğim. Emin olduktan sonra bir iki cümle ile bu konuya tekrar değinmek isterim. İkinci sayfada ise Hemtat İsrael Sinagogu[14] inşası ile ilgili olarak Rumlarla Yahudiler arasındaki rekabetten söz ediyor. Aya Yorgi Kilisesinin de bu rekabet sonunda sinagogla aynı zamanda yapıldığı bilgisini bir “anekdot” olarak anlatıyor. İki dini cemaat tapınak inşa etmek için aynı arsaya talip oluyor fakat Yahudi cemaatinin isteği oluyor Rumlar ise farklı bir yere tapınak inşa etmek zorunda kalıyorlar diye anlatıyor hikayeyi. Bir çok yerde böyle anlatılıyor esasında.
Şimdi acaba bu önerme doğru mu? Bu bilginin kaynağı ne? Kaynak belirtmiyor. Büyük bir olasılıkla komşularından böyle dinledi. İnternet ortamında ise aşağıdaki bilgiye ulaşılıyor.
“Yeldeğirmeni Karakolunun yanında bulunan bu kilise 1895’de Rum Okulu olarak inşa edilmiş sonra okul 1918’de yanda inşa edilen yeni binaya taşınınca burası kiliseye dönüştürülmüştür. Demir çubuklardan yapılmış olan çan kulesindeki dökme çan Samatyalı Zilciyan Usta’nın yapımıdır.”
Evet yine aynı fotoğrafta olduğu gibi bir belge sorunuyla karşı karşıyayız. Sorumuz şu: Ceyda Hanım’ın kitabında söz ettiği şekliyle bugünkü Hemdat İsrael Sinagogu inşaatı sırasında Rum cemaatinin Aya Yorgi Rum Ortodoks kilisesi kurmak üzere Yahudi cemaati ile aralarında arsa konusunda bir rekabet yaşanmış mıdır?
Bu konuda belge taramak durumundayız. Elimde bu konuya ışık tutacak iki belge var. Birincisi Tamer Kütükçü’nün Ötüken Yayınları tarafından 2014 yılında yayınlanan “Kadıköy’ün Kitabı”[15], ikincisi ise Anri Niyego’nun derlediği “Haydarpaşa’da geçen Yüz Yılımız” adlı kitap.[16] Her iki kitapta bu konunun nasıl yer aldığına bakalım.
Tamer Kütükçü kitabının 73. Sayfasında bu konuyu referans vererek açıklar. Naim A. Güleryüz’ün “İstanbul’un Sinagogları” adlı kitabından bir alıntı yapar.[17]
“28 Recep 1313/ 14 Ocak 1896 tarihli iradeye dayanılarak Aziziye Caddesindeki arsaya sinagog inşasına başlanmıştır…Ancak bölgedeki Rumların kanlı kavgalara varan engellemelere giriştiklerini şahsi göz doktoru Elias Paşa’dan öğrenen Sultan II. Abdülhamid, Selimiye Kışlası’ndan bir askeri birlik göndererek sinagog inşasını koruma altına almıştır.”
Murat Batmankaya’ya göre bu inşaata sadece Rumların değil Ermeniler’in de karşı çıktığı ancak inşaat askeri birlik tarafından koruma altına alınınca sorunların hallolduğunu yazan Kütükçü aslında Rumların ve Ermeniler’in neden bir sinagog inşaatına karşı çıktıklarından söz etmez. Bu bir Yahudi-Hıristiyan çekişmesi midir yoksa anti-semitik bir olay mıdır bilemiyoruz. Ancak bir tahminde bulunabiliriz. Osmanlı İstanbul’unun etnik profilinde Rumlar hep ön planda olmuşlar, devletin en üst kademelerinde görev almışlar ve ayrıcalıklı bir grup olmuşlardır. Yahudiler daha sonra gelmişler ve Yahudilerin Rumlar kadar eğitimli ve becerikli oldukları ortaya çıkınca (Örneğin doktorlar, eczacılar, terziler, vb.) üç etnik millet arasında rekabet doğmuştur. Balat’da, Fener’de olduğu gibi Yeldeğirmeni’nde de bu rekabet ortamı alttan alta devam etmiştir.
Niyego’nun kitabında ise sinagog inşaatının nasıl başladığı ve geliştiği belgelerle açıklanmaktadır. Sayfa 41 de sinagoga tahsis edilen arsanın devlet arazisi olmadığı arsanın birinci parselinin Musevi cemaatinden Salomon Kohen oğlu Yuda ve kızkardeşi Ventura ile eşi Sultana’ya diğer parselin ise yine Musevi Cemaatinden İsak oğlu Yako Perahya ile İlya oğlu Rafail Kasavi adına kayıtlı olduğu belgelenmektedir. Kitapta bu arsaların Hemtad İsrael sinagog vakfına hibe edildiği bilgisi ve belgeleri vardır. Öyle ileri sürüldüğü gibi arsaların devlet tarafından Rum veya Ermeni cemaatine tahsis edilmesi fiilen mümkün değildir. Kaldı ki devletin burada tek rolü “tapınak” inşaatına izin vermesidir. Tüm mali yükümlülükler tapınak inşa etmek isteyen cemaatin üzerindedir. Bilindiği gibi Osmanlı idaresinde tüm gayrimüslimlerin tapınaklarının inşaatı ve restorasyonu devletin iznine tabiidir. Mahalledeki Rum ve Ermeni cemaatin inşaata karşı çıkma sebebinin anti-semitik bir eylem olarak değerlendirilmesi daha doğru olur. Padişahın askeri birlik göndererek asayişi sağlaması da önemlidir. Devlet gayrimüslim de olsa vatandaşını koruma görevini yerine getirmektedir. En azından o dönemde gayrimüslim milletler arasında keskin bir rekabetin olduğu meydana çıkmaktadır.
Bu noktada Yeldeğirmeni Aya Yorgi Rum Ortodoks kilisesi hakkında belgelere bakarak bir şeyler söylemek gerekir.[18]
Öncelikle Yeldeğirmeni uzmanı Arif Atılgan’ın kişisel blog sayfasından ve Yeldeğirmeni kitabından bir alıntı yapalım:
“ ….. 1881 yılında Karakolhane Caddesi’ndeki Kilisenin şimdiki yerinde eğitim veren bir Rum Okulu bulunmaktaymış. Büyük bir ihtimalle okul kilise olarak ta kullanılmaktaymış. Nitekim 1906 yılına ait Goad Planlarında bu bina görünmektedir. Önce Okul, hemen bitişiğindeki yeni inşa edilen üç katlı cumbalı binaya taşınmış. Daha sonra eski bina, incelediğim yayınlardan anlayabildiğim kadarıyla, 1927 yılına kadar kilise olarak kullanılmış, 1927 yılında ise yıkılıp yerine yeni kilise inşa edilmiş. 1937 yılına ait Pervititch Planlarında da yeni bina görünmektedir. Bahçesinde 15 mt yükseklikteki demir ayaklar üzerinde bulunan çan kulesindeki çan ise zamanın ünlü çan ustası Samatyalı Zilciyan Usta tarafından dökülmüş ve yerine monte edilmiştir. Kendine özel kiremit örtülü kubbesi bulunan bu Kilisenin, mozaik tekniği ile yapılmış olan iç duvar süslemeleri ve resimleri ayrıca dikkat çekmektedir. İçindeki vaiz ve despot kürsüleri ise ahşaptır. Okul olarak kullanılan üç katlı binanın altında Garabet’in berber dükkânı bulunmaktaydı. Bu dükkândan yetişen bazı ustalar daha sonra kendileri berber dükkânı açmışlardı. Doğrusu Ben buradaki okul faaliyetini pek fark etmemiştim. Belki bizden eskiler daha net anımsıyorlardır. Kilisenin içi hala gösterişli halini korumaktadır. Ancak çanının kullanılmamaktan ve bakımsızlıktan çürüdüğü rahatça gözlemlenebilmektedir. Hâlbuki bu çanın çaldığı günleri benim gibi birçok eski Yeldeğirmenli rahatlıkla anımsar.” ARİF ATILGAN YELDEĞİRMENİ KİTABI
Arif Atılgan 1895 yılından söz etmiyor. Mahallede oturan Rum cemaati hangi kiliseye gidiyordu? Kadıköy’deki Ortodoks kiliselerin adedi düşünüldüğünde yeni bir kiliseye acaba ihtiyaç var mıydı? Bunların cevaplarını vermek için belge gerekiyor. Evliya Çelebi’nin yaşadığı dönemde (Vefatı 1682) yazdıklarına bakarsak o zamanlar Kadıköy’de 1 Müslüman, yedi Rum mahallesi ve altı yüz bağ varmış. Evliya Çelebi de kaynak belirtmiyor. 1894 nüfus kayıtlarına göre ise toplam Kadıköy nüfusu 32200 kişi, Müslüman 8272 Hıristiyan ve Musevi 23928, (Kaynak: Müfid Ekdal, s. 149) görünüyor. Osmanlı nüfus kayıtlarının ne kadar güvenilir olduğu da ayrı bir araştırma konusudur. Benim ulaşabildiğim kaynaklara göre[19] ilk nüfus sayımları 1826 yılında başlıyor. Sonra sırasıyla 1838, 1844, 1856, 1880 yıllarında da nüfus sayımı “denemeleri” yapılıyor. Bu sayımlarda iki yıl hariç kadınlar sayılmıyor. Aşağıdaki tabloda istanbul’un nüfus değerleri yer almaktadır. 1882 yılında ilk defa kadınlar da sayılmıştır. Nüfus sayımı yapılan yıllarda tutarsızlıklar vardır. Ortalama bazı değerlerden yola çıkarak aşağıdaki İstanbul nüfus profilini oluşturmak mümkündür. Buna göre 1906 yılı nüfus sayımı dikkate alınarak nüfus yüzdelerine göre ortalama bir tablo oluşturursak:İstanbul’daki toplam nüfus içerisindeki Rum nüfusun %20, Ermeni %17 ve Yahudi nüfusun %5 civarında olduğunu söylemek mümkündür. Bu oran İstanbul’da bazı semtlerde farklılık gösterecektir. Örneğin Yeldeğirmeni Mahallesi için nüfus oranları benim tahminime göre Müslüman % 25, Rum %40, Yahudi %20, Ermeni % 10 gibi olmalıdır. Ne yazık ki elimizde bu veriler yok. Sadece tahmin edebiliyoruz. Son yüz yılda meydana gelen olaylar düşünüldüğünde sosyal olaylara bağlı olarak nüfus oranlarında büyük değişimlerin olduğunu söylemek mümkündür. Nedir bu siyasi ve sosyal olaylar. Ana hatlarıyla bakalım:
- Osmanlı Rus Harbi (93 Harbi) 1877[20]
- Birinci Dünya Savaşı (1914-1918)
- Ermeni Tehciri 1915[21]
- Kurtuluş Savaşı (1919-1922)
- Lozan ve Mübadele 1923[22]
- Varlık Vergisi[23]
- 6-7 Eylül Olayları[24] ve 64 Göçü[25]
Görüldüğü gibi uzun bir liste. İstanbul ve Anadolu son yüz yılda bir ateş çemberinin içinde kalıyor. Siyasi istikrarsızlık, geri kalmışlık, etnik ve dini sorunlar bahane edilerek çıkarılan savaşlar ve olaylar nüfus profilini ciddi anlamda değiştiriyor. Bugünkü oranları belirtmemize gerek yok. Özetle artık eski yapı yok.
İmparatorluğun çöküş yılları başlayalı neredeyse iki yüz yılı geçmiştir. Çöküşten ne anladığımıza bağlı olarak bir dönemi anlatmak için hukuki bir terim mi kullansam daha iyi bilemedim. Osmanlıyı göklere çıkarıp “kahraman ecdadımız” diye yana yakıla anlatanlara biraz temkinli yaklaşmak gerekiyor. İki bin yıl süren imparatorluklar da var. Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişte gerekli reformlar zamanında yapılmazsa çöküş kaçınılmaz. Osmanlı imparatorluğu içten içe çürüyerek ve vatandaşlarına zulüm ederek bir yok oluş sürecine girmiş bence. Bu binaların mı, insanların mı yok oluşu demek oluyor söylemesi zor. Bir rejim yok oluyor. Parça parça dökülüyor. Osmanlı İmparatorluğunu anlamaya çalışmak hiç te kolay değil. Kurgulanan bir tarihi ilkokuldan başlayarak beynimize fışkırtan eğitim sistemine göre her alanda geri kalan, geri kaldıkça baskıyla halkı korkutmayı yöntem olarak belirleyen, altı yüz yılda Sünni dindarlığı yobazlık sınırlarına kadar iteleyerek bir cezalandırma aracı haline getiren imparatorluk bürokrasisi, kimi çevrelerin hayasızca ürettiği dedikodularla ve asılsız suçlamalarla kelle kesmekle, korku üretmekle varlığını sürdürebilmiştir. İmparatorluklar zaten her ülkede kan gölleri üzerine inşa ediliyor. Tarihte zulüm üretmeyen imparatorluk zaten görülmemiştir. İmparatorluk ancak feodal kralları sindirerek ve tehdit altında tutarak varlığını sürdürebiliyor. Kaba güce dayanan ve kendisinden güçsüz durumda olan tarım toplumu köylülerini bertaraf etmek için her türlü yolu mubah gören acımasız bu düzen sürdürülmek zorundaydı. Bitmek tükenmek bilmeyen savaşlar. Toprak kapma ya da savunma savaşları hiç eksik olmuyordu. Çarlık Rusyası ile yapılan savaşların, varılan anlaşmaların çok uzun bir listesi var. Şurası bir gerçek ki Rusya ciddi bir düşman olarak her an tetikte bekliyordu. Her gün cepheye yeni askerler gönderiliyordu. Askerlik süresi yedi yıldı. Askere gidenlerin çoğu dönmüyordu.
On yedinci yüzyıla girerken Batıda dinin prangasından kurtulan insanlar Rönesans döneminden sonra bilimin ışığında reformlara başlamış sanayi devrimini gerçekleştiriyordu. Batı, askeri alanda olduğu kadar ekonomik ve sosyal yaşamda da iri adımlar atarak refah toplumlarını inşa etmeye girişmişlerdi. Bireysel hak ve özgürlüklerin dinin baskısı altında ne kadar zedelendiği Rönesans reformlarıyla daha da iyi anlaşılmıştı. On yedinci yüzyılın ortalarında ortaya çıkan bu güç dengesi bir yanda modern ordularıyla Batı, öte yanda geniş topraklara yayılmış insan kalabalığından ve koyu taassuptan ibaret fakir bir din devleti Osmanlı . Batı tüm güçleriyle Osmanlı İmparatorluğunun kapılarına dayanmıştı. Her şeyden önce tüm dünyada yükselen milliyetçi akımlar isyan ateşleri yakıyordu. Balkanlar, Orta Doğu milliyetçi isyanlarla kaynıyordu. Yitirilen imparatorluk topraklarından İstanbul’a doğru göçler dalga dalga yayılmaktaydı. Yeldeğirmenlerinin inşa edildiği yıllarda Küçük Kaynarca anlaşmasıyla Kırım Ruslara kaybedilmiş, her dinden ve her ırktan insan daha özgür olmak için, savaştan ve baskıdan kaçmak için akın akın İstanbul’a göç etmeye başlamıştı. Göç edenlerin sayısı konusunda kesin bir fikrimiz yok ama bazı araştırmacılara göre sadece bir buçuk milyon Çerkez’in Anadolu’ya göç ettiği Müslümanların yanı sıra yüz binlerce Yahudinin de göç edenler arasında olduğu ifade edilmektedir.[26]
İngiliz, Fransız, Alman ve Rus Çarlarının giderek güçlenip imparatorluk üzerinde özellikle de azınlıklar[27] baskı kurduğu dönemde tüm kurumlarıyla çağdışı kalan imparatorluk çaresizdir. Çağdışılığın ana nedeni dinin her geçen yıl artan baskısıdır. İslam dinini baskı aracı olarak kullanan padişahlar ve saray bürokrasisi Ortaçağda Batının düştüğü hataya düşmüştür. Devletle halkın diyaloğunu sağlayan din adamları diledikleri yöne halkı sürüklemekten çekinmemişlerdir. 1. Abdülhamid on beş yıllık saltanatında Ruslarla yaptığı savaşlarda hep kaybeden taraf olmuş, birbirinden ağır anlaşmalara imza atmıştır. Savaşlarda mağlup olan ordular ve alel acele yaptığı anlaşmalarla savaşarak kazandığı toprakları hızla kaybedip çöküş sürecine giren imparatorluk bürokrasisi panik halindedir.,
Batı’nın tabiriyle “Hasta Adam”. Küçük Kaynarca anlaşmasıyla tescillenmiş, Ruslar artık imparatorluk üzerinde en ciddi baskıyı kurmuşlardır. Bazı tarihçilere göre on beş yıl padişahlık yapan yeğeni 3. Selim’in yaşının küçük olduğu bahanesiyle tahta çıkarılan 1. Abdülhamid gereken reformları yapmaktan uzak silik bir idare sergilemiştir. Popülist eylemlerinden biri de inşa edilen bu yel değirmenleridir. 1774-1779 yılları arasında padişah 1. Abdülhamid fermanıyla yapımına başlanan yel değirmenlerinin Kadıköy’ün Çamlıca’dan sonra en yüksek tepesi olan bugün Yeldeğirmeni adı verilen semte yapımı Anadolu yakasının buğday ihtiyacını karşılamaya yönelikti. Bu fermanın amacına ne kadar ulaştığını bilmiyoruz. Kafkasya’dan Bulgaristan ve Romanya’dan gelen göçlerin milyonları bulduğu söylenmektedir. Elimizde bir belge olmadığı için ve kayıt tutulmadığı için gerçek sayıyı bilmiyoruz. Kimlerin nereye yerleştiği konusu da çok kesin değil. Önce İstanbul’a gelen göçmenler bir süre sonra Ege ve İç Anadolu yörelerine dağılmışlardır.
Yeldeğirmenlerinin sadece göçmenlerin ekmek ihtiyacı için kurulmadığı bir gerçek. Bugün tam olarak yerleri belli değildir. Tahminler vardır. Fotoğrafı bir internet sitesinden kopyala yapıştır metoduyla aldım.[28] Bugün artık izi bile kalmayan yel değirmenlerinin taşları olduğu iddia edilen yuvarlak taşlar Karakolhane Caddesi girişinde sergileniyor. Yeldeğirmenlerinden geriye kalan değirmen taşları oraya konmuş ama hiçbir bilgi yok. Taşların üzerinde yemek artıkları ve köpek ve kedi dışkıları var. Semtin adı bile değişmiş “Rasimpaşa” olmuş. Eski Yeldeğirmeni semtinden geriye kalanlar aslında yirminci yüzyılın başında Haydarpaşa Tren Garı’nın inşasını yapan Alman ve İtalyan personelin lojmanları olarak inşa edilen apartmanlar. “Valprede,” “Menase” ve “Kehribarcı” apartmanları inşa tarihlerinin 1905-1908 yılları arasında olduğu biliniyor. Bugün bu apartmanlar hala yerlerinde duruyor. Aslında belediyenin arşivlerinde bu apartmanların çizimlerinin olması gerekir. Oysa semt on yedinci yüzyılın başından itibaren göç almaya başlıyor. Bahçe içindeki büyük konakların bulunduğu semtin bin sekiz yüzlü yıllardan sonra sokakları şekillenmeye başlamış, taşradan göç eden Rum ve Ermeni nüfusun yanı sıra büyük bir Yahudi topluluğu da Kafkasya’dan, Bulgaristan’dan ve İstanbul’un bazı semtlerinden Haydarpaşa’ya göç ediyorlar. Gayrimüslim halkın bu göçleri hangi nedenle ve hangi şartlarda yaptıklarını da bilmiyoruz. Bu konularla ilgili elde veri yok. Ama tahmin edebiliriz. Yangın, salgın hastalık, baskı veya savaş. Tanzimat dönemine kadar sınırlı haklara sahip olan gayrimüslimlerin ve özellikle de Yahudilerin, Rum ve Ermeni ayaklanmalarından sonra yıldızının parladığı, sarayla kurdukları iyi münasebetler neticesinde millet olarak bazı ayrıcalıklar elde ettikleri biliniyor. Deniz ticareti ve bankerlikle uğraşan Yahudi tüccarların Tanzimat sonrasında devlet bürokrasisi ile çok iyi ilişkiler içinde oldukları ve yüksek mevkilerde memurluklar elde ettikleri çok zenginleştikleri söylenebilir. İstanbul’un bir çok semtinde ve adalarda gösterişli konaklar, apartmanlar inşa ettikleri Batı burjuvazisi standartlarında bir yaşam sürdükleri de biliniyor.
Yeldeğirmeni semtini nasıl oldu da keşfettim tam olarak hatırlamıyorum. Aylak aylak gezinirken yolumu kaybedip o sokaklara sapmış; ya da bir adresi ararken tesadüfen bulmuş olabilirim. Kadıköy nüfus idaresinde halletmem gereken bir iş vardı hatırlıyorum. O zaman bu karanlık sokaklar, yıkık dökük tarihi apartmanlar dikkatimi çekmişti. Esas dikkatimi çeken ise “Art Nouveau” tarzında inşa edilmiş apartmanların çokluğu idi. Karakolhane Caddesinde o vakitler sadece “Café 70” ve “Choice” adlı iki café ve İzzettin Sokakta Dallas birahanesi vardı.
Şimdi Karakolhane Caddesi üzerinde onlarca ara sokaklarda yüzlercesi açılmış olan “Café” lerden söz edelim. Nedir bu “Café” ? Adı üzerinde Fransız tipi çay kahve içilen mekanlar. Tam olarak Fransız da değil. Alkollü içki yok. Ne var peki? Çoğunda yiyecek olarak salata, kirsh, simit, tost, tart, kek vb. gibi atıştırmalık türü şeyler satılıyor. Genel olarak “İtalyan tipi kahve” konsepti üzerine kurulu bu mekanlar. İnternet en önemli konu. Laptopunu alan öğrenci soluğu bu cafélerden birinde alıyor. Öğrencilerin çoğunlukla tercih ettikleri bu mahallede apartman dairelerinde ucuza oda bulmak da mümkün. Örneğin benim oturduğum dairenin üst katını satın alan iki yatırımcı daireyi beş altı odalı bir apart hotele dönüştürdü. Bunu da bizden veya belediyeden izin almadan yaptı. Bu odalarda Anadolu’dan gelen orta halli öğrenciler kalıyor. Yemeklerini büyük bir olasılıkla dışarıda yiyorlar. Bu gençlerin sosyalleşecekleri mekanlar da bu caféler aslında. Sayısal olarak bakıldığunda cafélerin sayısı geometrik olarak artıyor. Apartmanların çoğunun zemin katlarında dükkanlar var. Ucuz kiralı bu dükkanlar birer birer kapanıyor onların yerine caféler açılıyor. Bakalım doyum noktasına ne zaman ulaşılacak?
Favori mekanlarımdan olan “Café Mu” da hayallere dalmış bunu düşünüyorum. Hulki Aktunç’un “Bir Kadıköy’ oğlu” kitabını daha yeni bitirdim. Hulki Aktunç’un yaşadığı çarşıdaki Üzerlik sokağı gibi ben de Yeldeğirmeni Sokağının geçmişini yaşamış olmak isterdim. Geçmiş yıllarda acaba bu evlerde kimler yaşıyordu? Aya Yorgi Kilisesi’nin yapılış tarihi 1953 olduğuna göre nüfusun belirli bir bölümünün Rum olduğu kolaylıkla söylenebilir. Hemtad İsrael Sinagogu Yahudi cemaati de düşünülürse bu bölge halkının etnik ve dini kimliklere göre dört farklı kültürü yaşadığını söyleyebiliriz. Yahudi, Rum, Ermeni ve Türk. Nüfus kayıtlarına bakmama bile gerek yok. Artık İstanbul’un bir çok semtinde olduğu gibi burada da Osmanlı nüfus dokusu geçerli.[29] Üç ibadethane arasında bölünen halk çarşıda birleşiyor.
İstanbul’un nüfusu 1844 yılında 213 bin civarında iken 1885 yılında 874 bine fırlıyor. Kafkasya’dan gelen göç dalgalarının tesiriyle ciddi bir nüfus artışı gerçekleşiyor. Bu göç dalgasıyla birlikte Müslüman nüfusun oranı yükseliyor: İstanbul’un nüfus yapısında inanç ayırımı ortalama olarak %25 Rum, %22 Ermeni, %7 Yahudi iken 1906 yılında Ermeni nüfusun toplama oranı %7’lere düşüyor. Osmanlı Rus savaşlarının tesiriyle Osmanlı’nın Ermeni tebaası üzerinde ciddi bir baskısı oluşmuş görünüyor. Shaw’ın tablolarında Kadıköy ile ilgili istatistikler de yer alıyor. Sadece erkek nüfusun sayılabildiği düşünülürse toplam nüfus bilgilerinin sağlıklı olmadığı sonucuna varılabilir. Kadıköy semtinin 1885 yılı nüfus sayımında ortaya çıkan inanç haritası şöyle:
- Toplam erkek nüfus : 15072
- Müslüman 6615 %44
- Rum Ortodoks : 3907 %26
- Ermeni Ortodoks+Katolik : 3950 %26
- Yahudi 600 %4
Bu nüfus yapısının oluşturduğu kültürel atmosfer Kadıköy’ün eski semtlerine yansımış durumda. İmparatorluğun başkentindeki “Millet” adı verilen ayırımın göçler, siyasi baskılar ve ekonomik faktörlerle değişim gösterdiğini de söylemek gerekir. Öte yandan 1900’lü yıllardan sonra Moda ve Bağdat Caddesi boyunca gelişen bir başka nüfus hareketi Kadıköy’e çok farklı bir kültürel kimlik getirmiş olmalı. Kadıköy’ün Osmanlı nüfus dokusu bugün tümüyle değişmiş durumda. Gayrimüslim halk, birkaç istisna dışında tümüyle göç etmiş veya bilinmeyen sebeplerle yok olmuş durumda.
İstanbul’a 1750 yıllarından sonra başlayan köylerden gelen iç göç “millet” üzerinde siyasi baskı kurarak kültürel çeşitliliğin yok olduğu ve Sünni Müslüman egemen bir yapının ortaya çıktığını göstermektedir. Kadıköy tarihi kitabında Adnan Giz, Yeldeğirmeni semtini ve ahalisini anlatıyor. Halkın yaşama biçimi de nüfus hareketleriyle birlikte değişiyor. Tam olarak bu değişimi anlamak gerek. Modernitenin tanzimatla birlikte bu topraklara biraz da olsa aydınlanma getirdiği varsayılırsa umutlanan aydınların ortaçağ karabasanından kurtulacakları umuduna kapıldıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Aydınlanmış gayrimüslimlerle ortaçağ düşüncesinde ısrarla kalmayı tercih eden Sünni Müslüman topluluğun çatışması kaçınılmazdı.
Farklı dinden ve etnik kimlikten olan insanların burada Yeldeğirmeninde umutlanmalarına neden olan sebepler de varmış. Aslında hiç kimse güvende değil. Yine de aynı yerde doğup büyüyen, bir iş sahibi olan insanlar bir süre de olsa huzurlu bir yaşam sürmek istiyorlar. Felaketler bir biri ardından geliyor. Öncelikle yangınlar, salgın hastalıklar ve savaş. Aile fertleri yatağında uyurken bir gece yarısı aniden alevler evi sarıyor. Bir gecede tüm birikimi yok olan etnik kimliği ne olursa olsun, hangi aile olursa olsun bir aile ne yapabilir? Rum cemaati, Ermeni cemaati ya da Yahudi cemaati ne kadar destek verebilir ki? Ömrünü sabahtan akşama kadar çalışarak tüketen bir Rum ya da Yahudi balıkçı bir gecede evsiz barksız kalabiliyor. Kendisi neden olmasa bile dikkatsiz komşusunun çıkardığı yangından o da zarar görüyor. İstanbul yangınları saymakla bitmiyor. Ahşap evler bir anda yanıp kül olabiliyor. Hamile karısı küçük çocuğu per perişan olan fakir esnaf da gayrimüslim. Üstelik yedi göbek İstanbullu. . Sokakları pislikten geçilmeyen bir mahalleye taşınan bir Yahudi ailenin komşularından gördüğü etnik baskı azımsanacak bir ıstırap mı? “Aman oğlum sakın onlara gitme seni iğneli fıçıya koyarlar” gibi anti-semitik söylenceler hiç te az değil. On sekizinci yüzyılın başında bir yanda acımasız savaşlar sürerken öbür yanda savaşmayan ama üreten devlete vergisini veren insanların refah içinde daha özgür yaşaması gerekirken karabasanların dozu artıyor. Osmanlı İmparatorluğu giderek Wahabi Sünni İslam dininin ortaçağ karanlıklarına batıyor. Yasaklar, jurnaller, tutuklamalar, iftiralar hep ya iktidarı korumak ya da maddi menfaat elde etmek için. Rüşvet almış başını gidiyor. Rüşvet ödenmeden hiçbir çark dönmüyor. Kolluk kuvvetleri, jandarmalar ve kadılar rüşvetin taşeronları olarak rüşvet toplama ve dağıtma işini yapıyorlar.[30] Rüşvet almayan kadı hemen hemen yok gibi. Dolayısıyla adalet de ona göre tecelli ediyor. Bakmayın siz o namuslu kadı hikayelerine.[31] Parası olmayanın kaybettiği acı veren bir oyun bu.[32] Birinci savaşın sonuna kadar bu bozuk düzende yaşıyor Yeldeğirmeni ahalisi. Sonra felaketler başlıyor. İstanbul’un işgali bir çok şeyi değiştiriyor. İngiliz işgal kuvvetleri etnik yapıda sarsıntılara neden oluyor. Bir kısım vatansever gayrimüslim var gücüyle işgal kuvvetlerine karşı koyarken bir diğer kesim ise işbirliği yapıyor. Toplumu ayrıştıran bu güç dengesi Cumhuriyet döneminde de sürüyor.
Lozan Anlaşması kapsamında 1923 yılından itibaren “mübadele” adı verilen nüfus değişimi yaşanmıştır. Bu dönemde Türkiye’den Yunanistan’a resmi kayıtlara göre bir milyon üç yüz bin Rum göç etmiştir. O zaman nüfusun on üç milyon olduğu düşünülürse bu istatistiki olarak çok ciddi bir nüfus hareketidir. Göç edenlerin ne kadarının Yeldeğirmeninden olduğunu bilen yok. Bugünkü mahalle nüfusunun on bin civarında olduğu düşünülürse göç edenlerin rahatlıkla beş bin civarında olduğu söylenebilir. Kesin rakamlara ulaşmak mümkün mü bilmiyorum ama önemli olan bu mahallenin nasıl bir nüfus yapı değişikliğine uğradığının hayal edilmesidir. Çünkü bu değişimin kültürel boyutları var. Mahalle hayatı yıllar boyunca belirli bir yolda giderken birden göç dalgasıyla her şey değişiyor. Lokantalarda yenen yemekten tut da mağazalarda satılan mallara, özel günlerden kılık kıyafete kadar bir dizi kültürel kalıp değişiklik gösterecekti. Kadınların ve erkeklerin giyimi, düşünce yapısı farklılaşacaktı. Sistematik bir şekilde yürütülen Rum, Ermeni ve Yahudi düşmanlığı artık bir devlet politikası haline getirilecekti. İstanbul’un çok kültürlü, çok dinli nüfusu yok edilmek isteniyordu. Milliyetçi akımların yüzyılıydı bu. İngiltere ve Rusya imparatorluğun gayrimüslim azınlıklarının hamisi olmaya soyununca işler değişti. Muhtemel imparatorluk dağılma sürecinde kiliseler merkez olmak üzere Batı yanlısı güçler örgütlenmeye başladı. Toplum ayrıştırıldı. Müslümanlar ve gayrimüslimler kutuplaştılar.
Aslında Yeldeğirmenindeki kilisenin (Aya Yorgi) 1953 yılında yeniden inşa edilmesi anlaşılır gibi değil. Zaten cemaat mübadeleden sonra adamakıllı küçülmüş. Tek tük kalan gayrimüslim esnaf da yaşam mücadelesi veriyor. Sonra 6-7 Eylül olayları bir kabus gibi geliyor. Yine bir yalan haber, bir Hoax. “ Selanik’de Atatürk’ün evini Rumlar bombaladı.”[33] Bindirilmiş kıtalar hemen devreye alındı. Bir çok teori üretildi bu olayla alakalı olarak. Meraklı okuyucu temel kaynaklara başvurarak araştırma yapabilir.[34] Çok ciddi bir baskı kuruluyor İstanbul’un Rum ahalisi üzerinde. Kimine göre Rumların “devlete ihaneti” buna sebep oldu. Kimine göre de Hıristiyan oldukları için öldürülmeleri gerekiyordu. Tahrip olan işyerleri, kiliseler, konutlar, tecavüzler ve hırsızlık olayları kayıtlarda var. Olaylardan sonra yüz bin belki de iki yüz bin Rum mecburen yüzlerce yıldır yaşadıkları topraklardan ağlaya ağlaya göç ediyor. Bunu soğukkanlı bir şekilde seyreden fanatik Sünni Müslümanlar ve devrin iktidarı çok memnun.
Üçüncü göç dalgası ise 1960’lı yıllarında gelmiştir[35]. Bu resmen “devletin” kurguladığı faşist bir şiddet hareketidir. “Yirmi kilo, yirmi dolar” adı verilen harekettir.[36] Yunan uyruklu Türk vatandaşlarının sınıdışı edilmesini kapsayan bir göç hikayesidir bu. Yaklaşık elli bin kişinin mağdur olduğu (Ülkelerine döndüler) hareketidir.
Basın bu ülkede hiçbir zaman (Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri dahil) gerçek görevini ifa etmemiştir. Hep bir yan amaç, farklı bir kulvar açma gayreti içinde olmuştur. Halkın haber ihtiyacını karşılamak yerine halkın duyması gereken haberi ulaştırma gayreti içinde olmuştur. Hep iktidara bir şekilde yaslanmış, resmi yalanlardan derledikleri haberlerle kamu oyunu yönlendirmeye çalışmışlardır.
Yunanistan potansiyel düşman ilan edilmiştir. Bazı güçler Yunanistan’ı hedef seçmiştir. Aslında seçilen hedef gayrimüslim ahalidir. Oysa İstanbullu Rum’la Yunanlı çok farklı. Ama gel de bunu gözü dönmüş sürülere anlat. Fotoğraflara bakılınca bu kurgulanan yağma daha iyi anlaşılıyor. Beyoğlu, Samatya, Kadıköy başta olmak üzere tüm sahibi gayrimüslim olan mağazalara taşlarla, kalaslarla saldırılmıştır. Bu saldırının Türk milli istihbarat teşkilatı MIT ve İngiliz İstihbaratı tarafından planlanıp yürütüldüğü konusunda güçlü belgeler ortaya çıkarılmıştır. Bu konuda çok yazıldı çizildi. Nazi Almanya’sı taktikleriyle milliyetçilik duyguları yükseltilirken siyasi ve ekonomik rant sağlamaya çalışan kesimler gayrimüslim azınlığın sahip oldukları birikimleri önce devletleştirip sonra kendi hesaplarına aktarmışlardır. Bu yapılan cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik ve siyasi hırsızlığıdır. Basının bu olaylarda aldığı tavır ise ayrı bir utanç kaynağıdır.[37] Dileyen okuyucu belgeleri ilgili dipnottan görebilir.
Nerede oturduğumu[38] soranlara ”Yeldeğirmeni’nde” dediğimde genellikle “Neresi orası?” diye bir soru daha alıyorum. Çaresiz daha bildik bir ad olan Kadıköy kartını kullanıyorum. Kadıköylü olmak daha tanıdık geliyor insanlara. Cihangir’e benzeyen evleri ile eski bir İstanbul mahallesi diye anlattılar. Oysa Cihangir Cumhuriyet döneminde kurulan bir mahalle oysa Yeldeğirmeni en az iki yüz yıllık bir mahalle. Uzun bir yolculuk oldu Yeldeğirmeni’ne geliş serüveni. Cihangir’e benzeyen bu semtte henüz kaybolmayan mahalle hayatını mı gördüm bilmiyorum. Aslında batıda gördüğüm şehirlerin eski şehir bölümleri tüm yapılarıyla hala ayakta. Hem de orijinal halinden hiç te farklı değil. Şimdi burada Karakolhane Caddesi üzerinde Aya Yorgi Kilisesi’ni gören bir apartmanın üçüncü katında oturuyorum. Her pazar günü saat onda kilisenin çanı sessizce çalıyor. Penceremden çanı çalan zangocu görebiliyorum. On ya da on beş kişilik bir cemaat var. Pazar duasını müteakip birlikte yemek yiyorlar. Cumartesi günleri de Hemtad sinagogunda Şabat var. Orada da mütevazi bir Yahudi cemaat toplanıyor. Eski günleri anımsayanlar da var.
Bir zamanlar Moda, Kadıköy yakasının benim için en güzel yeriydi. Levent’in seksenlerde çimento demir çalarak yapılan derme çatma apartmanlarından birinde oturduktan sonra Moda Burnundaki taş yapılardan birinin balkonundan Ayasofya üzerine batan güneşi seyretmek çok farklıydı. Moda burnunda oturmanın avantajı bu olsa gerek. Sonra daha büyük bir yerde oturmak gerekti. Fenerbahçe’ye taşındım. Daha sonra yurtdışı görevlerim oldu. Arizona Phoenix, İrlanda Dublin.
Yurda dönüşte önce Fenerbahçe sonra Kemer Country orman evleri. Şehirden uzakta yaşama denemesi fazla uzun sürmedi. Tekrar şehre döndüm. Cihangir. Cumhuriyet döneminde yabancıların oturduğu semt şimdi “entel” tabir edilen dizi film oyuncularının yaşam alanı ve film seti. Göç alıyordu Cihangir. Ankara, İstanbul ve diğer illerden İstanbul’a gelen, Suadiye, Nişantaşı, Kurtuluş, Bakırköy den gelen genç akademisyen, sanatçı entelektüel kitle oraya yerleşiyordu. Nasıl oluyordu da bu apartmanlar el değiştiriyordu? Gayrimüslimlerin İstanbul’u terk etmesinden sonra Cihangir ve Beyoğlu’nun diğer semtlerine Doğu ve Güney Doğu’dan aileler yerleşmişti. Yok denecek bir paraya sahip oldukları bu evleri şimdi büyük paralar karşılığında zengin aile çocuklarına satıyorlardı. İki yıl gibi kısa bir sürede Cihangir çok hızlı bir dönüşüm yaşadı. Birbiri ardından açılan kafeler, restoranlar, barlar, butikler tıklım tıklımdı. Geceleri İstanbul’un her semtinden gelen meraklı kitle barları restoranları kafeleri dolduruyor dizi film oyuncuları adım başında karşınıza çıkıyordu. Dizi film setine dönüşen Cihangir kabuk değiştirirken o eski mahalle yaşamından uzaklaşıyordu. Kiralar ve marketlerdeki fiyatlar artmaya başlayınca dar gelirli ahali Cihangir’i terk ediyor onların yerine ana babalarının hali vakti yerinde öğrenci gençler doluyordu. Bu değişim ilginç bulduğum mahalle yaşamını yok ediyordu. Öğle saatlerinde kahvaltı edenlerin sayısı giderek artıyordu. Sabaha kadar içki içerek eğlenen öğleden sonra uyanıp yeniden eğlenceye hazırlanan dekadansa daha fazla dayanamazdım. Arayışım bir buçuk yıl sürdü. Mahalle yaşamı henüz bozulmamış semtleri araştırmaya başladım. Kurtuluş, Yeşilköy, Bakırköy, Yeniköy, Kuzguncuk, Sarıyer’e baktım, Neden sonra aniden karşıma çıktı Yeldeğirmeni.
Yeldeğirmeni. Cihangir kaçaklarının sığınağıydı Yeldeğirmeni. Daha önce Cihangir’de oturan ama kiraların yükselmesiyle oradan göç eden öğrenci kesiminin ve orta halli beyaz yakalıların sığınağı. Üstelik gençlere evlerini kiralayan ahalinin hiçbir baskı uygulamadığı bir semt. Birkaç arkadaşın bir arada kiraladıkları evde kız erkek kalabiliyorlar. Ev sahipleri bu konuyu kurcalamıyor. Izgara tipi sokakları sayarsak toplam on on iki sokaktan söz ediyoruz. Karakolhane Caddesi denize paralel Yeldeğirmenini boydan boya ortadan tam tabiriyle omurgadan kesiyor. Bu caddenin ben taşındıktan sonra nasıl değiştiğine şahit oldum. Bu kadar hızlı bir değişimi izlemek heyecan verici. Sanki gizli bir el apartmanların dış cephelerini boyuyor. Temmuz 2014 ‘de cadde üzerinde olan Choice, No 70 gibi kafelere ek olarak son altı ayda otuza yakın kafe daha açıldı. Yenilerinin de yolda olduğu söyleniyor. Kafelerde oturan gençlik grubu giderek büyüyor. Neden bu kadar talep var? Müşteri profiline bakıyorum. Yirmi beş yaş altı üniversite gençliği. Çoğunluk sigara içiyor. Orta gelir grubuna ait oldukları belli. Büyük bir olasılıkla çoğu İstanbul dışından. Erasmus talebeleri de var. İçki ve yemek servisi yapılmayan bu cafélerde akşama kadar oturuyor gençlik. Sosyalleşme adına mı, yoksa farklı bir nedeni mi var? Laptoplarıyla ve cep telefonlarıyla son derece meşgul bir gençlik.
Bazı apartmanların adları değişmiş ama yine de tanıdık olanlar var. Bunlardan en ünlüsü “Vapreda Apartmanı.” Bir başka adla anılıyor şimdi. “İtalyan Apartmanı”. Haydarpaşa Garını inşa eden mühendisler ve aileleri için lojman olarak inşa edilen bu yapıların hepsinin çok özel hikâyeleri olsa gerek. Diğer adları hatırlanan apartmanlar ise sırasıyla Kehribardjı, Menase, Celal Muhtar, Demirciyan, Sünget.[39] Yel değirmeni mahallesinin tarihini yazanlar arasında mimar Arif Atılgan da var.[40] Bu apartmanların çoğu Alman ve İtalyan mimarlar tarafından dönemin modası olan taş, tuğla ve mermer kullanılarak “Art Nouveau”[41] tarzında süslenerek inşa edilmiş.
1872 yılındaki Kuzguncuk yangınından sonra bazı Yahudi ailelerinin yangına dayanıklı olarak yaptırdıkları apartmanlara ve evlere yerleştikleri dönemde semtin çehresi değişmeye başlıyor. İskele Sokak üzerinde bulunan, Levi Kehribarcı tarafından inşa ettirilen Kehribarcı Apartmanı ve Haydarpaşa İstasyonu’nun inşasında çalışan İtalyan taş ustalarının barınması için inşa edilen ve günümüzde İtalyan Apartmanı olarak adlandırılan Velpreda Apartmanı semtin ilk taş ve tuğla kullanılarak inşa edilen örneklerinden kabul ediliyor.[42]
Bu tarihi mekanı yeniden canlandırmak adına Kadıköy Belediyesi[43] bir proje başlatmış. Çekül Vakfının da katılımıyla[44] çevreye duyarlı bir proje olması amaçlanmış olmalı. Çekül Vakfı web sitesinde projeyle ilgili detaylı bilgi bulmak mümkün. 1895 yılında manastır, okul ve kilise olarak kullanılan tarihi Notre Dame du Rosaire Kilisesi, Kadıköy Belediyesi tarafından restore edilmiş.[45]
Yeldeğirmeni mahallesinde tarihi eser olarak sayabileceğimiz bir çok yer var. Ayrılık Çeşmesi, Haydarpaşa Garı, Ramim Paşa Cami; bugün artık yıkıntılarını bile bulamadığımız dört ya da beş adet yel değirmeni. Belki bu yel değirmenlerinin bir gün maketleri yapılır da yöre müzesinde teşhir edilir belki.
Bir mahallenin ahalisinin iki yüz yılda nasıl değiştiğini anlamak için elimizde yeterince kaynak yok. Öte yandan yabancı seyyahların bin yedi yüzlü yıllardan itibaren imparatorluk topraklarında arkeolojik ve teolojik amaçlı geziler düzenleyen İngiliz, Fransız, Alman ve Amerikalı seyyahların anılarından, gravürlerden ve fotoğraflardan çok şey öğreniyoruz. Bu anılarda çoğunlukla Batı düşüncesine ve hayat tarzına alışkın gayrimüslim ahali ile tümüyle şark kültürü tabir edilen Arap kültürüne göre yaşayan Türk ahaliden söz edilmektedir. Oryantalist bakış açısıyla yaklaşan Batılı seyyahların Türkleri kaba, şişman, çok esmer, kavgacı, hırsız, kadın düşmanı, vahşi, gibi sıfatlarla ifade etmelerine karşın kendilerine yabancı bir kültürü anlamak için hiç gayret sarf etmediklerini de söylemek gerekir. Bunu akılda tutarak eski fotoğraflara bakarak çok ciddi hayat standardı farklarını görmek de mümkün. Sokaklarda tıraş yapan berberlerin, kahvede oturup nargile içenlerin, Beyoğlu caddesinde alışveriş yapanların, Galata Köprüsü’nde yük taşıyan hamalların, sokak ortasında balık satanların fotoğrafları oldukça etkileyici. Dikkat çeken
Yeldeğirmeni’nin eski halini ve ahalisini hayal etmeye çalışıyorum. Bunun en kolay yolu halen ayakta olan yapıları ve eski fotoğrafları incelemek. Bunun için de fotoğrafları bulmak gerek. Eski İstanbul fotoğraflarını tarıyorum. Ortak özellikler arıyorum. O kadar çok fotoğraf var ki. Binlerce fotoğraf. Bu fotoğraflarda ortak noktalar arıyorum. Geçmiş yaşamın ortak noktalarını.
İlki sokaklar. Bir atlı araba geçebilecek genişlikte bitişik düzen cumbalı ahşap evlerin iki yanında uzanıp gittiği toprak veya parke taş döşeli dar yollar. Bazı yolların ortasından ark veya dereye benzer su akıntılarının geçtiğini görüyoruz. Temizlik açısından hiç te iç açıcı görünmüyor bu sokaklar. Sağda solda çöp yığınları toplanmayı bekliyor. Arkın içi de çöp dolu. İkinci ortak nokta sokaklarda dolaşan başıboş köpekler. Hemen hemen her yer başıboş köpeklerle dolu. Yabancı seyyahların anılarından okuduğum kadarıyla şehir bu köpeklerin istilası altında. İdare köpekleri ne yapacağını bilemiyor. Aklı evvel bir paşa köpekleri toplayıp bir adaya sürüyor. Yeter ki göz önünden kalksınlar. Paşanın bilim dünyasıyla ve Batının konuyu nasıl çözümlediğine dair hiçbir fikri olmadığı için sürekli hata yapıyor. Binlerce köpek aç susuz adada sabahlara kadar uluyor. Köpek ulumaları İstanbul’un her yerinden duyuluyor. Onun üzerine adaya yiyecek götürüyorlar ama yetmiyor tabii. Hayvanseverler kayıklarla yiyecek taşıyorlar. Aç köpekler bu sefer kayıklara saldırıyorlar. Bir rezilliktir gidiyor. Bu hikâyeyi bir İsveçli gazetecinin anılarında okumuştum. 1910 yılında İstanbul’a gelen Carl Ramberg, “Profetens Söner”[46] adlı seyahatnamesinde sokak köpeklerine de bir bölüm ayırmış. Hayvan hakları savunucusu Batılı organizasyonlar kıyameti koparınca köpekler tekrar ana karaya geri dönüyor. Tam bir trajedi. O dönemde bütün Batı gazeteleri Osmanlı İmparatorluğu başkentindeki köpek katliamını yazıyor. Savaşın tam göbeğinde olan Avrupa yaklaşan tehlikenin farkında değil. Belki de farkında da bu tür haberleri yayınlamak daha işine geliyor. En büyük sıkıntı o dönemden kalan anılar yok. Anlı şanlı paşalar veya birkaç dil bilen her türlü enstrümanı çalan eğitilmiş saray kadınlarının yazma alışkanlığı yok. Kimse yazmıyor, resim de yapmıyor heykel de. Sanat alanında kurumuş topraklar. Elimizde yok denecek kadar az bilgi var.
Şehir yaşamının fotoğraflara yansıyan bir başka noktası da sokak hayatı. Bir fotoğrafta sokakta taburelerin (oturak) üzerine oturan müşterilerini tıraş eden berberleri görüyoruz. Bu sokak berberlerinin bulunduğu sokaklar İstanbul’un bir çok yerinde var. Neden bu berberler kapalı mekanlarda değil de açıkta daha doğrusu sokakta yaparlar bu işi anlamak mümkün değil. Dükkanı bir tabureden ibaret olan berber sabahtan akşama kadar saç sakal tıraşı yapıyor, belki de diş çekiyor, usturalarıyla küçük cerrahi müdahaleler yapıyor.
Fotoğrafa bakınca kesilen saçların ve sakalların sokakta kaldığını görüyoruz. Bu pisliği birisi alıp bir yere atıyor mu belli değil. Çöplerin denize atıldığı çok belli. Bir çok yerde bunu görüyoruz. Deniz ve sokaklar çöp kutusu gibi kullanılıyor. Kadınlar çöplerini ve kirli sularını sokağa atıyorlar. Şehir yaşamının en temel konusu ıskalanmış. Aslında hala öyle. Bir çok yerde bunu görmek mümkün.
Balık, lakerda, turşu, et, tavuk, yumurta, sebze ve meyve akla hayale gelebilecek her şey sokakta satılıyor. Yeldeğirmeninde dükkanlar oluşmaya başlamış durumda. Oysa binlerce yıldır bilinen bir şey dükkanlar. Antik şehirlerde som derece muntazam dükkanlara rastlıyoruz. Muhtemeldir ki Bizans kültürü de Roma’nın devamıydı. Peki nasıl oldu da İstanbul’da bu düzensizlik ortaya çıktı? Cevap son derece basit. Göçlerle İstanbul’a doluşan insanların yarattığı bir kaos bu. Rumların, Ermenilerin ve Yahudilerin dükkanları var ama göçmenlerin yok. Her milletin alışveriş ettiği esnaf belli.
Yeldeğirmeninde yirminci yüzyılın başında örnek bir şehir hayatı var. Berberler, eczaneler, kasaplar, aktarlar, balıkçılar, tuhafiyeciler. Bir düzen kurulmuş belli. Ta başından beri belirli bir dükkan düzeninde çalışıyorlar. On sekizinci yüzyılda nasıl olduğu hakkında bir fikrimiz yok. Ancak hayal gücümüzü kullanarak düşünebiliriz. Kadıköy çarşısı, Eminönü ve diğer semtlerde ve merkezlerde bir toptancı ağı mutlaka vardı. Bu mal dağıtımını da beraberinde getiriyor. Yeldeğirmenindeki dükkanlar nasıl olsa mal tedarikini bir şekilde sağlıyorlar. Toptancılardan herkes alıp üzerine kâr koyarak satabilir. Eski pazarcılık usulü.
Padişahın korku imparatorluğunda yaşamak için gayrimüslimlerin en büyük silahı İngiltere ve Rusya gibi garantör devletlerin yanı sıra rüşvet verecek kadar paraya sahip olmaktı. Rüşvetin her kademede geçerli olduğu bir imparatorlukta yeterli parası olanlar için hiçbir sorun yoktu. Ama konumuz bu değil. Yeldeğirmenindeki hayatı düşünüyoruz. Fotoğraflar yalan söylemez. İki farklı yaşam, iki farklı kültürde insanlar görünüyor bütün fotoğraflarda. Batılı giyimli, zengin gayrimüslimlerle paçavralar içinde esmer tenli fakir fukara büyük bir olasılıkla Sünni Müslümanlar. Bu ayırım nasıl oldu? Nasıl açıldı bu uçurumlar? Ne zaman açıldı bu fark? Tanzimat dönemi öncesinde yok muydu? Vardı. Şehirleşmiş gayrimüslimlerin bin yıllık tarihi süreç içerisinde çok farklı birikimleri oldu. Göçebe yaşamı süren Türkmen boyları ise daha farklı kültür kalıpları içerisinde yaşadılar. Kimseye vergi ödemeden yaşamaya alıştılar. Sonra asker almalar başladı. Vergi vermediler ama asker vermek zorunda kaldılar. Kanla ödediler vergilerini. Savaşçı Türkmenler (Turkoman) imparatorluğun askeri kanadını oluştururken gayri Müslimler de vergi kanadını oluşturdular; ticaret, sanat, bilim gibi çok daha farklı alanlarda kendilerini yetiştirdiler ve geliştirdiler. Batılı devletlerin gelişimine ayak uydurdular. Fotoğraflarda gördüğümüz bu bariz fark her geçen yıl daha da belirginleşiyor. Aslında bugün bile böyle. Karakolhane caddesinde yürüyenlere bakıyorum. Kara çarşaflı kadınlar var. Sarıklı cüppeli erkekler var. Sanki tarihin tozlu sayfalarından fırlayıp da gelmişler gibi. Sanki aradan iki yüz yıl geçmemiş gibi. Değişim kolay olmuyor. Cumhuriyet yeni Türkiye insanını kurgulamak isterken çok iyimser davranmış. Halkın yarısı yani gayrimüslim halkı göçe zorlayarak, yok ederek bir anlamda kendi bindiği dalı kesmiş. Bunu şimdi anlayabilenler var mıdır bilmiyorum ama heyhat. Aynı görüşte olmayanlar da vardır. Gayrimüslimlerin ihanet içinde oldukları, kiliselerin yutdışı bağlantılarla iç isyanları körüklediği söylentileri var. Bu konuda belgeler de gördüğümü hatırlıyorum. Bugün eskiyi yargılamak çok kolay. Oysa eskinin şartları ve oluşumu kendi iç dinamiklerini de içinde barındırıyor. Öyle bugünden bugünkü medeniyet seviyesinden geriye bakıp yargılamak ve sonuçlara varmak doğru değil.
Bitmek tükenmek bilmeyen göç bu toprakların bir yerde kaderi olmuş. Yaşamak için sadece çalışmanın yetmediği birikimini korumak için savaşmanın da şart olduğu yıllar. Tam her şey yoluna girdi derken ters giden bir şeylerin eksik olmadığı kederli yıllar. Balkanlardan aç susuz dağ tepe kaçan insan toplulukları İstanbul’a gelir gelmez önce bu zenginliği görüyorlar. Sonra bu şehirde yaşayamayacaklarını görüp Anadolu’nun içlerine doğru yollarına devam ediyorlar. Yeldeğirmeni işte bu göç eden insanların da kısa bir süre de olsa uğradığı yer. Mahallenin dört ana ekseni var. Karakolhane caddesi, kilise, cami ve sinagog. İnsanlar yaşadıkları evlerle çarşı ve tapınakları arasında yaşıyorlar. Çoğu esnaf olan bu ahalinin zengin olanları ise Karaköy’de Sirkeci de yazıhanesi olan tüccarlar. Onlar da işlerine vapurla gidip vapurla geliyorlar. Fark bu. Din yine en önemli ayırıcı unsur. Osmanlı hayranı romantiklerin söylediği gibi olsaydı Yahudiler, Rumlar, Ermeniler ve Müslümanlar kavgasız gürültüsüz uyum içinde yaşarlardı. Ne yazık ki milletler arasında ciddi bir rekabet var. Birbirlerini nedense çekemiyorlar. Rumlarla Ermeniler çatışıyor. Her ikisi de Yahudilere karşı hurafeler üretiyorlar. Müslümanlar da aslında hepsine (gavurlar, kefere) karşı. Bir arada yaşamışlar ama sürtüşmeler de eksik olmamış. Özellikle devlet dediğimiz egemenler Müslim-Gayrimüslim ayırımını en baştan ortaya koymuşlar. Gayrimüslim isen asker olamazsın, silah tutamazsın. Hemtat Sinagogunun yapılması engellemek için Rumlar ve Ermeniler bir çok engel çıkarmışlar. Bunun nedeni de yer tahsisi. Ermeniler bu arsanın kendilerine tahsis edilmesini istiyorlar, Rumlar da aynı sebeple karşı çıkıyorlar. Yahudiler ne yapıp edip tahsisi çıkartıyorlar. Devletin bir politikası yok. Tapınaklara yer ve kaynak tahsisi konusunda belirlenmiş ilkeler olmasına rağmen uygulamada farklı sonuçlara varılıyor. Bunun nedeni de rüşvet çarkı. Devletin her kademesi ayrı bir rüşvet çarkının içinde. Kim daha çok para veriyorsa o kazanıyor. Çünkü adalet yok, sürekli tetikte yaşamak zorundasınız. Aslında sadrazamların başarısızlık veya iftirayla kellesinin vurulduğu bir sistemde hiç kimse güvende değil. Kaçacak saklanacak bir yer de yok. Nereye gideceksiniz?
Arap Sünni kültürünü benimseyen ve sosyal hayata adapte eden Osmanlı bürokrasisi dinin insanlar üzerindeki tesirini nasıl kullanabileceğini Bizans’tan öğrenmişti. Geçen yüz yıllar içinde tarikatlar vasıtasıyla Sünni İslam Alevi inancındaki Türkmen halk arasında dayatıldı desek yeridir. Cami hocaları ve imamlar alim yerine konarak toplumda saygın bir yer edindiler. Sözü dinlenen kişiler sınıfına dahil oldular. Bilim adamları ise horlandılar, şeytanla işbirliği yaptıkları söylendi. Dini bilgi pozitif bilimlerin önüne geçince toplumda gerileme kaçınılmaz oldu. Bu gerileme hala sürüyor.
Yukarıdaki fotoğraf yirminci yüzyılın başında nispeten ayakta kalmış evleriyle temiz bir sokağı gösteriyor. Evler aslında harap görünümünde dolayısıyla çok eski bir fotoğraf sayılmaz. Bugün bile buna benzer sokakları bulmak mümkün. Daha geçtiğimiz kırk elli yıl öncesinde sokaklar parke taş döşeliyken görüntü buydu. Pek ala 1940-50 yıllarından kalma bir fotoğraf olduğu da söylenebilir. Bir ailenin yaşadığı iki katlı küçük cumbalı evler. Yarı ahşap olduklarına bakılırsa yangın sonrası kurulan mahallelerden biri. Cibali yangınında yirmi bin evin yandığı söyleniyor. Diğer yangınlar için de sayı vermek mümkün. O iki katlı ahşap evlerin çoğu yangınlarda kül olmuş. O cumbaları birbiriyle tokalaşan ahşap evleri şimdi artık sadece Karagöz perdesinde dekor olarak görebiliyoruz.
Eski fotoğraflarda görüldüğü kadarıyla İstanbul’da şehirleşme batı şehirlerinden farklı bir çizgide gelişiyor. Bazı mahallelerde ızgara düzeninde sıralanan binalara karşın bazı yerlerde binaların gelişigüzel sıralandığını görüyoruz. İsteyen boş bulduğu yere istediği yapıyı konduruyor. Belediye hizmetleri batılı anlamda verilemiyor. Şehir planlaması hem yapılıp hem de yapılamayan İstanbul batı metropollerinden çok farklı. Bugün sanki daha mı iyi? Şehirde yeşil alan neden kalmamış durumda acaba? Var olan yeşil alanlara da büyük inşaat şirketleri göz dikmiş durumdalar. Yeşil alanlar hızla yok ediliyor.
İnşaatçıların desteklediği AKP iktidarı yeşili yok etmede hiç çekinmiyor. Her yeri betonla kaplamaya yönelik imar planlarında yeşil alanlar yok denecek kadar az. Yapılaşma dolu dizgin devam ediyor. Yeşilin yok edilmesine paralel olarak akarsulara HES yapımı marifetiyle ekolojik dengede tehlikeli bir biçimde tahribat yapılıyor. Büyüme hızının birkaç misli hızla kereste üretilen ormanlar alarm zilleri çalıyor. Bütün bu tahribatlara ek olarak şuursuzca ve kontrol dışı maden ocağı ruhsatı verilmesi su deposu dağları da yok etmeye neden olacak gibi görünüyor. Şehir planlama hemen hemen bütün şehirlerde dikkate alınmıyor. Belediyeler rant üretme uğruna şehirleri ve sosyal hayatı kurban ediyorlar. Eski mahalle kültürü yok olmak üzere. Köyler boşaltılıyor, şehirlerde yüksek apartmanlara hapsolan taşra insanları ciddi sosyal ve psikolojik sorunlarla karşı karşıya. Bu insanlara din bir reçete olarak sunuluyor. Kadınlar iş yaşamından çekiliyor bu vasıta ile işsizlik oranları düşürülüyor. Üreten bir ekonomi değil tüketen bir ekonomiye dönüşüyor ülke ekonomisi. Aynen Osmanlı imparatorluk döneminde olduğu gibi. Kadının İslam toplumunda bir mal gibi alınıp satılması, küçük yaştaki kızların yaşlı adamlarla evlendirilmesi normal karşılanıyor. İnsan hakları ve demokrasi sürekli darbe alıyor İslam toplumunda. Dikta , tek ses, tek lider ideolojisi hakim kılınıyor. Alternatif sunulmayan, düşünme yeteneği olmayan bir seçmen kitlesini dini sembollerle ve korku veren masallarla uyutan siyasetçiler yönlendiriyor. Ortak noktaları ise tek din, tek yol Sünni İslam. Alevi İslam da değil. Diğer dinler ise dikkate bile alınmıyor.
Yukarıda gördüğümüz fotoğrafta Kadıköy’ün nispeten hali vakti yerinde bir sokağı görünüyor. Henüz motorlu taşıtlar yok. Bu da on sekizinci yüzyıl ortaları demek olur. Büyük bir olasılıkla elektrik de yok. Kandil veya gaz lambası dönemleri. Makinelerin daha ortaya çıkmadığı bir zaman. Çok farklı bir sosyal yaşam, her şey zor. Kepenkleri kapalı binalara da bakılırsa bir tatil günü. İki yüz yıl öncesinin yaşamını düşünmek bile zor. Sürekli savaşan bir halkın ne kadar huzuru olabilir ki? Geniş topraklara sahip olan bir imparatorluk. İmparatorluk ahalisinin çoğunluğu Hıristiyan. Devlet ise Sünni Müslüman ve katı bir şeriat düzeni var. Endüstri devrimi tüm batıda hızla yayılırken imparatorluk bünyesinde “din dışı” ilan edilmiş durumda. Makinelerin hepsi ithal. Batıya borçlanarak alınan silahlar ne kadar koruyabilir sizi? yok ama top tüfek var. Her şey adam öldürmek için. Rusya ezeli düşman. On altıncı yüzyıldan itibaren başta Kırım Hanlığı olmak üzere bir çok konuda ihtilaf içinde bulunulan Rus Çarlığı ile birbiri ardından savaşlar çıkmış ve bu savaşlarda kaybeden taraf hep Osmanlı olmuştur. Sonra felaketler zinciri sarıyor mahalleyi. Yukarıda siyasi olaylara değindik.
Şimdi o eski yok oldu gitti. Bir daha geri dönmemek üzere hem de. Yeni Yeldeğirmeni ise bir çok soruyu üzerinde taşıyor. Bu cafélerde oturanlar kim? Ne yapıyorlar? Kalıcılar mı? Mahalle yaşamına olan etkileri ne? Eski apartmanlar (Örneğin Valpreda) ne zaman restore edilecek? Kim finanse edecek? Haydarpaşa garı yeniden açılacak mı? Kaçak ve uyumsuz yapılar yıkılacak mı? Bilmiyoruz.. Hiç bir şey bilmiyoruz.
[1] Adnan Giz’in Bir zamanlar Kadıköy, kitabından alıntıdır.
[2] http://www.arkitera.com/gorus/350/eski-bir-yeldegirmenliye-mektup-2
[3] http://www.mimdap.org/?p=134500
[4] http://www.mimdap.org/?p=134500
http://www.arkitera.com/gorus/350/eski-bir-yeldegirmenliye-mektup-2
[6] Zaytung sosyal hayat, gündem ve siyasete yönelik hem mizahi, hem ironik hemde eleştirel bir bakış açısıyla haberler yayınlayan, “Dürüst, tarafsız, ahlaksız haber” sloganıyla 2010 yılında Hakan Bil tarafından kurulmuş Türkiye merkezli bir internet sitesidir. Amerika’da kurulmuş olan “The Onion News” adlı mizansen haberler yapan sitesinden etkilenilerek hazırlanmıştır. Zaytung adı, Almanca’da gazete anlamına gelen “Zeitung” kelimesinden gelir. Şu anda yaklaşık 50.000 üyesi bulunmaktadır. Kaynak: http://www.ilkkimbuldu.com/zaytung-kimin-sahibi-kim/
[7] “Günümüzdeyse çeşitli partiler aracılığıyla yaygın bir şekilde kullanlılan internet trollüğü, insanları tahrik ederek ve kızgınlıkla yazılmış cevaplar vereceklerini umarak, e-posta veya çevrimiçi grup mesajları göndermek olarak tarif edilir. Trollük internetteki sosyal ortamlardaki iç hukukun ihlalidir.” https://onedio.com/haber/internet-ve-sosyal-medyayi-kendine-mesken-tutmus-18-troll-tipi-567641
[8] Sık Rastlanan Bazı Asılsız Hikayeler:
MSG (Monosodyum Glutemat) kanser yapar: Yapmaz, ama fazla alınırsa çarpıntı yapabiliyormuş. Bir nevi tuz, aman aman zararlı birşey değil.
Yanık Yerlere yumurta, krem, vs sürmek: Bir yeriniz yanarsa sadece soğuk TEMİZ su yararlı, hastaneye gidinceye kadar. Başka birşey koyarsanız, Enfeksiyon kaparsınız. Sakın yapmayın.
Kansere karşı limon suyu veya çimen filizi, vs.. Asılsız.
1000 kisiye gonderirseniz, microsoft/disney/ibm/falanca size bedava bir tatil/uçak/yazılım/vs. gönderecek!
(Halbuki email sayacak bir teknoloji dünyada yok)
“uyandigimda buz dolu bir kuvetin icindeydim, ve bobreğim yerinde yoktu!!”
(Herhangi bir yerde olduğuna dair bir kanıt yok)
Uzerine oturunca bir acı hissettim, iğnenin yanindaki kagitta “AIDS’liler arasina hos geldin!” yaziyordu.
(Asılsız)
Yeni Türk Lirasinin uzerinde “Republic of Turkey” yazacak! (Yok canım, bak – yazmıyor.)
Bu pulların uzerindeki LSD, yalayanları LSD bagimlisi yapıyor! (Asılsız)
icecek kutularinin ustundeki fare idrarı.. Fare idrari aslinda zehirli degil. Bahsedilen ölum vakalari asilsiz, ancak Leptospirosis hakikaten var, ve hasta hayvanlardan kapilabilir.
Falanca kuruluşun dedigine gore, yalniz basiniza kalp krizi gecirirseniz, sunlari yapın.
(Falanca kuruluş tarafından bol miktarda yalanlandı.
O dedikleri şey, sadece çok özel bir durum içinmiş, ve onun yerine yere uzanmak daha iyiymiş)
Plastikler isitilinca/sogutulunca kanser yapiyor! (Asılsız)
Basliginda “good times/vacation/ben saftirikim/vs” yazan hiçbir emaili açmayin! (Asılsız)
Bu mektubu 10 kisiye gondermezseniz suratinizda sivilceler çikar/basiniza kötü şeyler gelir/köpeğiniz evden kaçar/vs!
(Eskiden postayla gelirdi saadet zinciri mesajları. Şimdi modern teknolojiye geçtiler)
Falanca hastanede yatmakta olan kanser hastasi kız/kalp hastası oğlana kartpostal/email/vs gönderin.
(Son 10 senedir falan yatıyor herhalde hastanede!.Aynı email dolaşıp duruyor da.)
Deodorantlar kanser yapar! (Kullanmamak ise çevredekileri.. Iyyk 🙂
Aspartame de kanser yapar! (Hayır ama sakarin, normal dozun 3000 misli verildiğinde farelerde kanser yapmış hakkaten.
Ama o kadar sakarin içerseniz herhalde kanser yerine başka birşeyden ölürsünüz!)
Hatta, asagidaki maddelerin hepsi kanser yapar (E001, E002, E003.. akliniza gelen her rakami ekleyebilirsiniz) Kaynak: http://www.kalfaoglu.com/Hoax%20Hikayeler.html
[10] https://webrazzi.com/2016/10/26/online-dezenformasyonu-engellemek-isteyen-dogrulanmis-haber-platformu-teyit-org-yayinda/
[11] https://tr.euronews.com/2018/06/20/medya-sahipligi-turkiye-de-medyayi-kim-kontrol-ediyor-
[12] https://yalansavar.org/2017/04/05/uydurma-haberler-ve-medyada-sazan-avi/
[13] Alpak, Ceyda Rüzgâr, Yel değirmeni Öyküleri, NotaBene Yayınları, İstanbul, 2018
[14] Hemdat İsrael Sinagogu: Uzun Hafız Sokağından Hemdat İsrael Sinagogu İstanbul’un en eski sinagoglarından. Beylerbeyi’nde yanan Dağhamam Sinagogu’nun yerine 1899‘da yaptırılan ibadethanenin adı, ‘İsrail Oğullarının Şefkati’ anlamına geliyor. Bunun da bir hikâyesi var. Hikâyeyi “Haydarpaşa’da geçen 100 yılımız” adlı kitaptan öğreniyoruz. Kendisi de yüz yıllık bir Yel değirmeni ailesinden gelen Anri Niego’nun derlediği ve Sami Yanni tarafından sinegogun yüzüncü yılı münasebetiyle yayınlanan anı kitabında eski Yel değirmeni hayatından da anılara yer vermektedir. 1839 yılından itibaren azınlıklar konusunda daha hoşgörülü davranmaya özen gösteren idarenin Rum ve Ermeni azınlıklara karşı daha sert bir tutum takındığı tespit ediliyor. Bunun bir çok nedeni olabilir. Sonuçları itibariyle devlet kademelerinde çok yüksek mevkilerde olan Rum ve Ermeni bürokratların güçlerini kaybettikleri, bu boşluğu da Yahudilerin doldurduğu söylenebilir.
Anri Niego’nun derlediği kitaba göre iki Musevi cemaatine mensup ailenin sahibi olduğu arsaya padişah fermanı ile sinagog inşa edilmesine izin verilir. İnşaatı iki bin altına mal olan sinagogun halen asılı duran yüz altın lira değerindeki avizesi, Yıldız Sarayı mücevhercisi Aron de Leon’un oğlu Jak tarafından bağışlanmış. Ehal’in mermer merdivenleri ise İsak Roza tarafından yaptırılmış.
[15] Kütükçü, Tamer, Kadıköy’ün Kitabı, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2014
[16] Niyego, Anri, Haydarpaşa’da geçen 100 yılımız, Hemdat İsrael Sinagogu Vakfı, İstanbul, 1999
[17] Güleryüz, Naim, A, İstanbul’un Sinagogları, Yapı Kredi Yayınları, 2009, İstanbul
[18] Aya Yorgi Kilisesi :Karakolhane Caddesi üzerinde Rumlar 1918`de, bir okul binası yapıp eski okul binasını Aya Yorgi (Ayios Yeoryios) Kilisesi haline getirdiler. 1933 yılına kadar ahşap olan kilise yangın tehlikesine taş yapıya çevrilmiş ve 1953 yılında yeniden inşa edilmiş. Küçük bir avlu içinde yer alan kilise aslında kubbeli bir bazilika örneği. Kilisenin 19 yüzyılda tasarlanıp 20. yüzyılda inşa edilmesinden dolayı Bizans tarzı kilise özelliğine sahip az rastlanan mimariye sahiptir. Ayios Yeorgios Rum Ortodoks Kilisesi, İstanbul’un en yeni ve en son yapılmış Rum kilisesidir. Ayrıca kilisenin çanı da demiryolu raylarından eritilerek dünyaca ünlü usta Samatyalı Zilciyan tarafından yapılmış.
[19] International Middle East Studies, The population of Istanbul in 19th Century,Sayı 10, Yıl 1979, sayfa 265
[20] https://www.devletialiyyei.com/93-harbi-1877-1878-osmanli-rus-savasi-sayfa-4.html
[21] https://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/04/150420_soykirim_mi_tehcir_mi_beril1
[22] http://www.lozanmubadilleri.org.tr/arastirma/mubadele-gocmenleri-gungor-mazlum/
[23] http://www.avlaremoz.com/2016/11/12/varlik-vergisi-1942-ya-da-sermayenin-turklere-nakli-hamit-erdem/
[24] https://www.wikisosyalizm.org/6-7_Eyl%C3%BCl_Olaylar%C4%B1
[25] https://m.bianet.org/biamag/toplum/173121-1964-te-goc-ettirilen-rumlar-bir-daha-donmedi
[26] Satış, İhsan, Kırım Savaşından Sonra Anadolu’ya göçler, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, Yaz 2012
[27] Burada Hıristiyan dinine mensup Osmanlı vatandaşlarını anlamak gerekir
[28] http://www.yeldegirmeni.kadikoy.bel.tr/altsayfa.aspx?id=2060
http://www.istanmood.com/kadikoyde-gizli-bir-kose-yeldegirmeni/
[29] Stanford J. Shaw, ‘The Ottoman Census System and Population, I831-1914,’ International
Journal of Middle East Studies, 9, 3 (August I978), 325-336.
[30] http://www.acarindex.com/dosyalar/makale/acarindex-1423911648.pdf
[31] http://www.eglencelitarih.com/?Syf=26&Syz=441571
[32] https://listelist.com/osmanlida-rusvet/
[33] 6-7 Eylül 1955 tarihinde dönemin iktidar partisi DP’ye yakın bazı gazetelerin ‘Selanik’de Atatürk’ün evi bombalandı’ haberleriyle birlikte, gayrimüslim azınlıkların mallarına veya dükkanlarına yönelik saldırılar patlak vermiş, bu saldırılar ve yağma neticesinde binlerce gayrimüslim vatandaş zarar görmüş 12 vatandaş hayatını kaybetmişti. Dönemin Başbakanı Menderes bu çatışmaları bastırmak adına fazlaca gayret göstermemekle eleştirilirken, perde arkasında Menderes’in planlarını geçirebilmek için bu saldırıları organize ettiği söylenmişti. Özellikle bu saldırıların hemen akabinde DP iktidarı tarafından getirilen sıkıyönetim kararları ve başta komünistler olmak üzere toplumun muhalefet katmanında yer alan önemli isimlerin gözaltına alınması DP iktidarının baskıcı tutumunun başlamasının ilk fişeği olacaktı. Kaynak: http://haber.sol.org.tr/blog/serbest-kursu/caglar-ezikoglu/ne-80ler-ne-90lar-50lere-donuyoruz-haberiniz-var-mi-131082
[34] http://www.yavuzcekirge.com/?p=7093 Dr. Dilek Güven, Cumhuriyet Dönemi Azınlıklar Bağlamında 6-7 Eylül Olayları, Çeviren, Bahar Şahin, Tarih Yurt Vakfı Yayınları, 2005
[35] https://www.birgun.net/haber-detay/bir-bavula-sigan-surgunun-hikayesi-20-dolar-20-kilo-68715.html
[36] Yıl 1964. İstanbul’da yaşıyorsunuz. İsminiz bir gazetenin tehcir listesinde yayımlanıyor. Doğup büyüdüğünüz ülkeyi terk etmeniz için 48 saat ila 10 gün arasında vaktiniz var. Yanınıza yalnızca 20 kiloluk kişisel eşya ile 20 dolar karşılığı Türk lirası almanıza izin veriliyor.
[37] https://m.bianet.org/bianet/medya/149698-6-7-eylul-1955-i-basin-nasil-gordu
[38] Bu “oturmak” deyimine de bir türlü ısınamadım. “Nerede yaşıyorsunuz?” yerine “nerede oturuyorsunuz?” diye soruyorlar.
[39] Kaynak: http://www.kendingez.com/PageDetail.aspx?PageID=10707
[40] http://www.kadikoylife.com/YELDEIRMENI__NDE_YENILEME_KORUMA_AMACL_OLMAL/345
[41] 1900 yıllarında ortaya çıkan yeni sanat olarak da adlandırılan, zarif dekoratif süslemelerin ön plana çıktığı, kıvrımların ve bitkisel desenlerin sıklıkla kullanıldığı bir sanat akımıdır.
[42] Art Nouveau tarzı
[43] http://www.yeldegirmeni.kadikoy.bel.tr/
[44] Kaynak: http://www.cekulvakfi.org.tr/haber/kadikoyun-tarihi-yeldegirmeni-mahallesi-canlaniyor
[45] Akademik makaleler: Engin Eyüboğlu, Arif Atılgan, Adil Serhan Şahin, Guse Tarkay,
[46] Carl Ramberg’in kitabını Stockholm’de eski kitaplar satan bir kitapçıda bulmuştum. Orijinal baskısıydı. Kitabı hala saklarım.