Sabah çok erken kalkmaların en kötü tarafı bir gece önce yatağa girdiğinde yaşadığın “heyecandan uyumama” sendromudur. Eğer saat dört buçukta kalkman gerektiğini biliyorsan bir şeyler seni uyutmaz. Uykusuz kalırsın. Normalinden çıkar olağan üstü durumuna geçersin. Seyahatlerin sevimsiz tarafıdır bu. Machael Foto safari seyahati de sabah çok erkenden başlayacaktı. Uyandıktan sonra bir şekilde gelişip gidiyor. Sabiha Gökçen Havalimanına varış, uçağa biniş ve yoldasın artık.
Kars hava alanına ilk kez iniyorum. İnişe geçtiğimizde ağaçsız uçsuz bucaksız ovalar dikkatimi çekiyor. Tek katlı kerpiç evler, otlayan inekler. Küçük ve tenha bir terminal. Belli ki trafik fazla değil. Uçakta yanımda oturan iki celeple sohbet ediyoruz. Artık hayvan bulmanın çok zor olduğundan söz ediyorlar. kars dahil nerede bulurlarsa kesim için hayvan satın alıp İstanbul’daki kasaplara satıyorlarmış. Tatlı kâr günleri geride kalmış. Şimdi artık yaylalarda hayvan besleyenler çok azalmış. Uçak inişe geçtiğinde gördüğüm uçsuz bucaksız yemyeşil ovalarda dönüşüm başlamış bile. Buralarda da yeşil alanlar betona dönüştürülüyor. Bir bilim kurgu filmi gibi. Sanki gizli bir güç işe yarar yavaş yavaş tüm yeşil alanları betona dönüştürüyor. Dünyalar savaşı filminde olduğu gibi yeşil düşmanı uzaylıların yaşaması için her yeri betonluyorlar.
Bavulumu sorunsuzca alıp dışarıda bekleyen minibüse doğru yürüyorum. Minibüste hiç tanımadığım insanlar. Foto safari seyahatini birlikte yapacağımız fotoğrafçılar.
Bir haftalık foto-safari için buradayım.
Yaylalara çıkacağız. Artvin yaylalarına. Program belli.
Lekoban yaylası sonra Maral Köyü ve Machael daha sonra da Beşparmak dağları eteklerindeki Dadala pansiyon.
İlk durağımız yolumuz üzerindeki Şavşat. Citta Slow şehir Şavşat.
İlk bakışta insan hayal kırıklığına uğruyor. Citta Slow özelliğini kanıtlayacak hiç bir emare göremiyorum. Sadece posterlerdeki ve bayraklardaki salyangoz resmi var. Seferihisar’da da aynı hayal kırıklığını yaşamıştım. Korna sesleri, otomobillerin fren sesleri dayanılır gibi değil. Neydi yavaş şehir olma kriteri?
“The Cittaslow idea in small towns. It is a relatively new idea based on the ‘Good Life’ concept which answers the need of many people seeking an alternative for a blistering pace of life in a large number of urban agglomerations.”
Büyük şehirlerdeki hayhuydan kaçıp cittaslow şehirlere daha kaliteli bir yaşam için yerleşmelerini teşvik etmek için yaratılmış yeni bir akım. Acaba oraya o amblemi asmak Türkiye’de yaşanan büyük şehirlere akını durduracak güçte mi? İnsanlar bu bayrakların üzerindeki salyangoz resimlerine bakıp mı gelecekler Şavşat’a. Birincisi şehir tek bir cadde üzerine kurulmuş gibi gözüküyor. Bu cadde de neredeyse 12 derece yokuş. Bu kadar düz alan varken yokuşa şehir inşa etmek de ayrı bir strateji her halde.
Şavşat’a büyük şehirlerden göç edecekleri olacağını hiç sanmıyorum. Son yirmi yılda tüm köyler ve küçük kasabalar boşaldı. Her yerde kapanan köy okulları, iş bulmak için göç edenlerden arta kalan terk edilen evler, bakımsız tarlalar görüyorum. Şavşat’ın da şehir olarak hiç bir özelliği “cittaslow” olmaya uygun değil. Belediye başkanları seçildikten sonra kendilerine tavsiye veren mürekkep yalamışların lafıyla son zamanlarda Türkiye’de artık her alanda sık görülen “Yahu kim anlayacak?” ile “Anlasalar kaç yazar?” arasında bir yerde üretiyorlar bu kampanyaları. Kargaların bile seyretmeyeceği kalitede sahnelenen bu asparagas oyunu “vay canına” diye seyreden dangalaklar sürüsü de yok değil aslında.
Şavşat’da bu bakımdan diğer yerlerden farklı değil. Bölgenin geçim kaynağı olan hayvancılık can çekişiyor, yeşil alanlar betonlaştırılıyor, çöp dağları yükseliyor, insanlar büyük şehirlere göç etmekten başka çare bulamıyor. Peki geriye ne kalıyor?
Yayla turizmi. Binlerce yıldır bölge ahalisinin yaşam biçimi olan “yaylaya göç, yayladan göç” döngüsü artık bozulmuş. Yayla evleri bakımsızlıktan viraneye dönmüş durumda. hali vakti yerinde olan bir kaç aile pansiyonculuk yapmak üzere yola çıkmışlar. Sayıları fazla değil ama etkili.
yaylalar iki bin üç bin metre irtifada bulunuyor. Kış mevsiminde bol kar yağıyor. Yollar kapanıyor. Köylerle irtibatı uzun süre sağlanamıyor. Buralar çok ciddi kar yağışı alan bölgeler. Ekim sonunda kapanan yollar Nisan sonuna kadar açılmazmış.
Şavşat’ta kısa süren bir alışveriş yapıyoruz. Marketleri işletenler bayan. Peynir, tereyağı, yoğurt, süt ve diğer hayvani gıdalar İstanbul fiyatlarının neredeyse üçte biri. İri dilim bir Kars kaşarı alıyorum. Kumanya için ideal. Ne kokar ne bulaşır. Dayanıklı ve güçlü bir gıda. İki kilo yeşil elma da bir haftalık meyve ihtiyacını karşılamaya yeter. Diğer katılımcılar yukarı markette alışveriş yapıyorlar. Onlarda ana tema alkol. Yiyecekten çok alkollü içeceklere ilgi gösteriyorlar. Bu grup birlikte bir kaç foto safari yapmış. Birbirlerini tanıyorlar.
Alışverişten sonra Lekoban yaylasına tırmana tırmana yükseliyoruz. Machael ‘in yeşili çok farklı. Rize yaylalarından daha da yeşil buralar. Yeşilin bu kadar çok tonu her halde başka yerlerde zor bulunur. Derin vadilerin içinden geçip kıvrıla kıvrıla yükselen toprak yollarda ağır ağır ilerliyoruz.
Lekoban yaylası ilk görünüşte “off ya..” dedirtecek bir yerde değil. İki vadi arasındaki geçide sıkışmış gibi duruyor. Kuzeye bakan tepe simsiyah bir kütle gibi duruyor. Tek bir ağaç bile kalmamış. Tepelere doğru ahşap yayla evleri göze çarpıyor. Evler tepenin eğimini sıfırlayacak şekilde yapılmış. Yağan karın çatıdaki ağırlığını azaltmak ve eğim yönünde kaymasını temin etmek için eski bir mimari teknikmiş.
Lekoban yaylasında ağaç az ama ilerde maden köyü ve Cancir yaylasına giden yol üzerinde yer yer koruluklara raslanabiliyormuş. Karaçam, akçaağaç, göknar ve kayın ağırlıklı bir orman örtüsü var. Göründüğü kadarıyla bu ormanlar da kısa sürede kereste olarak inşaat sektörüne geri dönecek. Yer yer taşeron ormancıların kesim yaptıklarını görüyoruz. Artık ruhsatlı mı belli değil, soran da yok herkes akraba, ormanlar bedava.
Yayla Pansiyon’a yerleşiyoruz. Murat Yavuz ailesinin işlettiği bu pansiyonun standardı oldukça yüksek. Geniş banyolu tertemiz odalar, elektrik (Dereye kurulu basit bir HES vasıtasıyla elde ediyorlar) , sıcak su ve muhteşem yemekler. Büyük gelin Songül Yavuz’un yaptığı yemekler çizgi üstü. Her şey organik, doğal. Unu civardaki bir değirmenden alıyorlar sanıyorum. Onun dışındaki her şeyi kendileri yetiştiriyorlar. Bu yayla aslında kendi kendine yeten bir eko sistem.
Gece çökerken “time-laps ” ve “yıldız pozlama” hazırlıkları yapıyorum. Bu seyahatte bu iki tekniği enine boyuna kurcalayıp ortaya bir kaç hoş fotoğraf koymayı amaçlıyorum. Fotoğraf üstadı Faruk Akbaş’ın rehberliğinde bu foto safari süresince güzel kareler yakalayacağıma inanıyorum.
Kameralar pilleri bitene kadar çalışıyor. Kuzey kutbunu hizalayıp çekim yapıyoruz.
Ertesi gün hedef Naçadirev gölü.
Sabah kahvaltısında süt, kaymak, iki çeşit bal (deli bal), yayık tereyağı, sabah folluktan alınan yumurta, çökelek, otlu peynir, zeytin, domates, maydanoz, roka, salatalık, sivri biler, pişi, saç ekmeği ve çay var. Lezzet şöleni. Her ağza alınan yiyeceğin lezzetini idrak etmeniz için bir an durup o anın farkına varmanız gerekiyor.
Bir süre minibüsle gitmemiz gerekiyor. Batı yönündeki tepeye kadar tırmanıp çeşme ve tekli mezarın oradan sonra yamacın öbür yüzünde bozuk bir yola girmemiz gerekiyormuş. Karçallara doğru yol alıyoruz. 2700 metrelerdeyiz. Naçadirev gölü aslında bir buzul gölü. Gölün bulunduğu yere doğru yürümemiz gerekiyor. Bu irtifada hava çok değişken. Sis vadiler arasında koşuşturan bir köpek yavrusu gibi bir orada bir burada. Gölün bulunduğu yere vardığımızda sisten gölü göremiyoruz. Büyük bir olasılıkla sis kolay kolay kalkmayacak. Faruk Akbaş B planına geçiyor ve Ziyaret Tepe’ye çıkmaya karar veriyoruz. 600-700 metre daha tırmanmamız gerekiyor. Grubun yarısı 3400 metredeki tepeye tırmanmak istemiyor. Alışık olmayan için ciddi bir irtifa çünkü. Altı kişi yola çıkıyoruz. Tırmanırken sis bizimle oyun oynuyor yine. Karçalları karşıdan gören bir tepeye tırmanıyoruz. Karçallar sis arasında bir görünüyor bir kayboluyor. Yolu yarılamışken ilk kez tırmanış yapan bir katılımcı geri dönmeye karar veriyor. Onun geri döneceğini duyan yakın arkadaşı da dönmeye karar veriyor. Beş kişi kalıyoruz. Ben bu irtifalara alışık olduğum için zorlanmıyorum. Tırmanmaya devam ediyorum. Bu grup dağcı grubu değil. Fotoğrafçı. Bu irtifalara tırmanmak için gerekli antrenmanları yok. Karçalları seyretmek bir ayrıcalık. Sisler arasından görünen yer yer buzul dilleri güneşin ışıklarıyla parıldıyor. Beş adım tırmanıyorsun arkanı dönüp baktığında sisin aralanıp bir başka güzelliği gösterdiğini görüyorsun.
Ziyaret Tepesi adı verilen yere saatler sonra tırmanmayı başarıyoruz. Yüksekliğin 3,400 metre olduğu söyleniyor ama Karçallar’ın en yüksek tepesinin 3,450 metre olduğu varsayılırsa olsa olsa metoduyla 3,200 lerde olduğumuzu da söyleyebiliriz. Hafif baş dönmeleri de hissettiğime göre irtifanın en azından üç binin üzerinde olduğundan kuşkum yok. Bu irtifaya alışana kadar baş dönmeleri “on and off” devam edecek. Tek yapabileceğim şey yudum yudum su içmek. Tripodumu kurup çekimlere başlıyorum. Aşağıda buzul gölleri sisler arasından göz kırpıyor. Sisle otomatiğe aldığım kameram cebelleşirken etrafımı seyrediyorum. Uçsuz bucaksız tepeler, ormanlar ve çok yeşil.
Landscape fotoğrafçılığı giderek beni daha çok çekmeye başlıyor bunu son bir kaç yıldı daha çok hissediyorum. Fotoğraf çekmeye ilk başladığım 70’li yıllarda portre çekmek daha hoşuma gidiyordu. İnsan yüzünün gizemlerini keşfetmek, gölgeler arasında anlamlar aramak biraz da Antoniony’nin “Blow Up” filminin ve portre fotoğrafçısı Lütfi Özkök’ün yönlendirmesiyle bana ilginç geliyordu. Stockholm’de fotoğraf ve film okullarında hemen hemen her konuda çalışma yapma fırsatım oldu. Özellikle de siyah beyaz fotoğraf alanı yaratıcılığın ortaya çıkabildiği olanaklar sunuyordu. Filmi tambura sararak karanlık odada banyo etmek, sonra agrandizörde büyütüp küçülterek , açıp kapayarak, eksilterek iyiyi aramak bir yaşam biçimi oluşturmuştu. İnsanları tanıdıkça bu merakım azaldı. Tekrar fotoğraf çekmeye başladığım son beş yılda ise doğa daha ilgi çekici gelmeye başladı. Bunda doğa yürüyüşlerine katıldığım gruplardaki fotoğraf çekenlerin de payı yok değil. Her grupta fotoğraf çeken bir kaç kişi oluyordu. Anı fotoğrafları demek doğru mu bilmiyorum ama çoğunluk manzara önünde kendi resminin çekilmesini istiyor. Çılgın Selfi’cileri hiç söylemiyorum. Onlar başlı başına bir grup. Sanırım sosyal medya tetikliyor bu çılgınlığı. Kendini beğendirmeye belki de daha iyi anlatmaya çalışan “ego” sosyal medya “tık”larıyla sakinleşiyor. Selfi’nin ulaşamadığı alanları da “Beni bir de böyle çek”, “hadi böyle çekinelim” yardımlaşmaları kapatıyor.
İnsan dolu fotoğraflar bazen vıcık vıcık olabiliyor. Özellikle de doğa grubu rehberleri vıcık vıcık insan dolu fotoğrafları hiç ayıklamadan “facebook” sayfasına boşaltıyor. Bunun ana nedeni gruba olan ilgiyi artırmak. Rehberler de her ne kadar aksini söyleseler de ticari bir amaçla bunu yaptıkları kuşkusuz. Küçük bir hesapla 27 ya da 28 kişilik bir grupla yola çıkan bir rehber kısa mesafelere Antalya’da 35-40 Tl , İstanbul’da ise 65-70 TL katılım ücreti alıyor. Otobüsün parası çıktıktan sonra geriye kalan para rehberlik ve organizasyon karşılığı olarak rehbere kalmaktadır. Bu da her turda en az 500-1000 TL gibi bir rakamı ortaya çıkarıyor. İstanbul’da rehberlerin bir bölümü bunu profesyonel olarak yani gelir kaynağı olarak düşündüklerini söylüyorlar. Durum böyle olunca da “popülizm” geçerli akça oluveriyor. Çoğunluk ne tarafa çekerse o tarafa yatan bir rehberin rehberliği de tartışılır hale geliyor. Doğa gruplarında zaman içinde bölünmeler oluyor. Özellikle dağ çıkışlarında birlikte yürüdüğüm Likya grubu ciddi bir üye kaybına uğradı. Bazı üyelerin günübirlik gezilerde “eğlence” eksikliği hissetmeleri yeni bir grup kurma ihtiyacını ortaya çıkarmış olmalı. Gözlemlediğim kadarıyla çoğunlukla haftanın beş altı gününü çalışarak geçiren kişiler doğaya çıktıkları pazar gününde bir çok ihtiyaçlarını aynı anda karşılamaya çalışıyorlar. Doğada olmak amaçlı gezinin kapsamına sosyalleşmek, arkadaş bulmak, kendini anlatmak,vb. gibi temaları da ilave edince ortaya bir çorba çıkıyor tabii.
Bizim foto safari grubunun da fotoğraf çekmenin ötesinde “içki içmek” gibi bir alışkanlığı da oluşmuş. Nitekim biz Ziyaret Tepe’ye tırmanırken grubun geri kalanı rakı şişesinde balık olmayı tercih etti. Portatif teypten Zeki Müren şarkıları dinlerken rakılarını yudumluyorlar. 2800 metrede yemyeşil bir vadinin ortasında Karçallar manzarasına karşı oturup kadeh tokuşturmak da başlı başına bir tarz sayılabilir.
Ziyarettepe’de bir iki saat çekim yaptıktan sonra dönüşe geçiyoruz. Sisle köşe kapmaca oynayarak aşağı iniyoruz. Görme mesafesi zaman zaman bir metreye kadar düşüyor. Yürüdüğümüz sırtın iki yanının uçurum olduğu düşünülürse ürkmemek elde değil. Üstüne üstlük çarşak zemindeyiz. Riske girmemek için farklı bir iniş açısı arıyorum. Vadinin daha az riskli yanağına doğru yürüyoruz ama bu sefer de dönüş yolunu uzatmış oluyoruz. Aldığımız yeni açı bizi minibüsten uzağa indirecek. Bu tür durumlarda teknik ekipmanın ne kadar önemli olduğu ortaya çıkıyor. Örneğin telsiz, GPS ve düdük. Yanımızda hiç biri yok. Rehberimiz Faruk Akbaş ve yardımcısı Ömer bu konuda deneyimli değiller. Babadan kalma usulle Gürcü bağırmasıyla yön bulmaya çalışıyoruz. Ömer Borçkalı olduğu için bağırmayı iyi beceriyor. Sesi kısılana kadar bağırıyor sonunda minibüsten bizi duyuyorlar ve korna çalıyorlar. Yönümüzü korna sesine göre düzeltip inişe devam ediyoruz. Minibüse elli metre kala sis aralanıyor. Kadeh tokuşturan arkadaşlarımızı görünce seviniyoruz. Naçadirev gölünü sisten göremedik ama Ziyarettepe’ye 3,400 metreye çıktık. İki buzul gölü gördük. Time-lapse çekimi yaptık. Daha ne olsun. Akşama da yıldız pozlama yapılacak.
Akşam yemeğinde Songül Yavuz’un yaptığı birbirinden nefis yemekler tek kelimeyle kusursuz. Fasulyeli karalahana çorbası, karalahana sarma, boğa kavurma, ciğerli bulgur pilavı, yöresel otlardan yapılan salata vce adını unuttuğum yöresel bir tatlı. Bu yemekler gerçekten insanı şımartıyor. Zaten tüm seyahat boyunca nerede yemek yediysek Songül’ün yemeklerini hatırladık. Bazı insanların tanrı vergisi bir yemek yapma becerisi var. Songül Yavuz da onlardan birisi.
Lekoban Yaylası’nda Machael yaylalarının tadını çıkarmayı sürdürmek istiyorduk ama daha gezilecek görülecek çok yer vardı. Bölgedeki endemik bitkileri incelemek için ayrı bir çalışma yapmak gerekiyor. Kurtpençesi ve orkide çeşitleri şimdilik gözüme çarpanlar. Ertesi gün çok eski ve tipik yayla evlerinin bulunduğu Cancir Yaylasını ziyaret edeceğiz.