Ünlü İsveçli şair Gunnar Ekelöf[1] Bizans tarihine duyduğu ilgiyi şiirlerine de yansıtmıştır. Sardes ziyaretinden sonra ise ilgi alanının sadece Bizans ile sınırlı olmadığı da görüldü. Budizm, Sünni ve Şia İslam, antik çağ mistisizmi ve paganizm gibi konuları da şiirlerinde imgeleştiren şairin Tekfur sarayı olarak bilinen Bizans İmparatorlarının sarayı Blakernai ‘a yaptığı ziyaretin fırtınalar yarattığını biliyoruz.
Tekfur Sarayı’nın restorasyonu tamamlanmış. On yıl süren restorasyonun sonucu tam bir skandal.[2]
Sosyal medyada örgütlenen “Arkeoku grubu” konuyu gündeme getiriyor. Tekfur Sarayı’nı ilk kez Gunnar Ekelöf ile bağlantılı olarak duymuştum. Karya müzesine yüz metre mesafedeki sarayın çok bakımsız olduğunu Osmanlı tarafından büyük bir ihtimalle Bizans’ı aşağılamak için ahır olarak kullanıldığını okuduğumu hatırlıyorum. Fil ve deve ahırı.
Mutlaka kayıtlarda vardır. Osmanlı sultanları “Blakernai” yani Tekfur sarayını kullanmayıp kendilerine daha farklı bir saray inşa ettirmişler. Neden acaba?
Tüm kiliseleri alel acele camiye çevirme konusunda son derece başarılı olan 2. Mehmet idaresi neden sarayları kullanmadı? Bu sarayın mimarisini mi beğenmediler? Yoksa stratejik konumu mu ters geldi? Belki de sarayın temsil ettiği saltanatın kaderinden korktular. Bu araştırılması gereken bir konu. İki kral ve saltanatı arasında ciddi gelenek farklılıkları var. Bizans sarayı her şeyden önce bin yıllık Grek-Roma saltanat geleneğini sürdürüyor. Öte yandan yüz yıllık Osmanlı krallığı gelenek oluşturma aşamasında. Kültürel farklılıkların çok derin olduğunu zaten yapılara bakınca görüyoruz. Bizans sarayının o aristokrat işlevselliği ve bürokrasisi uymuyor. . Bu farkın sarayın dekorasyonundan kaynaklandığı da düşünülebilir. Dini konulu mozaikler ve heykeller Sünni padişahları rahatsız etmiş olabilir. Oysa haremleri çoğunlukla Hristiyan olan padişahların Bizans geleneklerine bakarak kendi saray yaşamlarını değiştirdikleri de biliniyor. Bizans Osmanlı’nın İslama günlük saray yaşamına ve bürokrasisine bakışını mutlaka değiştirmiş olmalı. 2. Mehmet Blakerai Sarayı’nda yaşamadı ama tüm saray bürokrasisini kullandı. On ikinci asırda inanç da siyaset de farklı yaşanıyor olmalıydı.
Gunnar Ekelöf’ ü İsveç’te yaşadığım yıllardan bu yana biliyorum. İsveç akedemisi üyesi olan ve İskandinav edebiyatının en büyük şairlerinden biri olarak kabul edilen Ekelöf ‘ün 1965 yılında eşi Ingrid ile İstanbul’a yaptıkları ziyarette Tekfur Sarayı’nı ziyaret ederler. İmparatorların her Cuma sabahı yıkandıkları sarayın kutsal ayazmasında hala su vardır. Ekelöf Bizans tarihi konusunda son derece bilgiliydi. Sarayın geleneklerini hangi odada ne olduğunu, hangi mahzende hangi tutsağın işkence gördüğünü biliyordu. Ayazmayı bulmakta gecikmediler. Sarayın bekçisinin cesaretlendirmesiyle ayazmada ellerini ve yüzlerini yıkarlar. Akşam otele döndüğünde yazmaya başlar. Ekelöf triolojisini o gece yazmaya başlar. Sarayda o ayazmada ne olduysa olmuş büyük bir şiir doğmuştur. Divan.
Anadolu kültürü ve İbn Arabi bağlamında derin izler taşıyan “Divan ” adlı eserinin ilk dizeleri İstanbul’da Hilton otelinde yazılır. Divan üç bölümden oluşuyor : Prens Emgion, Fetumeh efsanesi ve Cehennemler için rehber.
Ekelöf’ün Türkçe’de yayınlanan şiirleri Lütfi Özkök ve benim yılar önce yaptığımız çevirilerde bir kaç örnek olarak yayınlandı. Kitap olarak YKY ‘da Hüseyin Baş ‘ın Fransızca ‘dan çevirisiyle “Emgion prensi için Divan ” adıyla ve Jean Clarence Lambert önsözüyle yayınlandı.
Benim daha çok ilgimi çeken bölümü Divan üçlemesidir. Nitekim bu ilk yazıda 29. şiirini çevirdim. Kitaptaki çeviriden farklı yerleri var. Bunun nedeni de benim İsveççe ‘den çevirmem olabilir. Bu üçlemenin derinliklerine dalmadan önce biraz Ekelöf’ü ve yaşadığı ortamı tanımakta yarar var.
1907 yılında doğan İsveçli Gunnar Ekelöf için bir çok sıfat kullanılabilir: şair, sanatçı ve entelektüel. Günümüzün kültür yaşamına ışık tutan mistik başvuru kaynağı kabul edilen eserleriyle çok önemli bir düşünür olarak karşımıza çıkmaktadır.
1968 yılında vefat eden şairin küllerini İsveç ‘ten Salihli ‘ye taşıyan eşi, vasiyeti gereği bir sabah Sart Irmağı ‘na bir şeyler mırıldanarak onun artık karbonlaşan bedenini savuruyordu. Lidya (1) uygarlığının başkenti “Sardes” kentinin yamacına kurulduğu Bozdağların derinliklerinde saklı altınların tozunun aktığı Sart Irmağına . Külleri altın tozuna karışan Ekelöf acaba burada ne keşfetmişti ?
Buraya bu kültüre onu bağlayan ve ölümü sonrasını geçirmek istediği bu coğrafyayı neden seçmişti ? Belki de Lidya uygarlığı Ekelöf’ün bütünleşmek istediği ana tanrıça Kybele ‘nin gizemleriyle onu kendine çekmişti. .Nitekim Ekelöf şiirlerinde bu konuda ipuçları veriyor olabilir miydi?
Lidya uygarlığının gerçek tarihini ve gizemini bugüne kadar çözmek yolunda ortaya konan önemli bir eser yoktur. Genel olarak MÖ 12. yüzyılda Hitit uygarlığının parçalanması sonrasında oluşan uygarlık “Maionia” olarak da bilinmektedir. “Maionian” adı verilen ve “Luvi” dili konuşan bu insanlar Kybele tanrıça kültünün temsilcileridir. Sardes ve Midas efsanesi Grek mitolojisine göre tanrı Dionysos, Frigya kralı Midas’a dokunduğu her şeyi (buna ayaklarıyla dokunduğu şeyler de dahildi), altına dönüştürme gücü vermişti.
Midas’ın krallığının hayat kaynağı, bölgedeki Sart Nehri’ydi. Bu su yatağının Antikçağda altın madeniyle dolu zengin alüvyonlar içerdiği artık biliniyor. Kuşkusuz, Kral Midas bu nehirde dolaşırken ayaklarının dibindeki altın tortuları ortalığı parıldatıyordu. İzmir-Ankara karayolu üzerinde, Manisa’ya 70 km kadar uzaklıkta bulunan Sardes, Lidya Devletinin başkenti idi ve MÖ. VI ve VII. yüzyıllarda, ekonomik ve politik büyük bir güce sahipti. Lidyalılar servetlerinin önemli bir kısmını, şimdi Sart çayı adıyla anılan “Paktolos” nehri civarındaki altın madenlerini işleterek elde etmişlerdi. Kral Midas da her dokunduğu şeyi altına çevirme gücünden bu nehirde yıkanarak kurtulmuştur. Helenistik döneme ait Artemis tapınağı, Mermer Avlu-Jimnasyum Kompleksi ve MS. 17 yılındaki depremden sonra yapıldığı sanılan Sinagog, Sardes Ören yerindeki görülmeye değer kalıntılardan bazıları. Harabeleri gezerken Ekelöf’ü böylesine etkileyen şeyin ve Divan şiiriyle bağlantısını düşündüm. ,
Her şeyden önce Emgion Prensi’nin bir Kürt Prensi olduğunu söylemeliyim. Neden Kürt prensi de Bizans prensi değil. 4. Romen Diyojen’in hayatının Ekelöf tarafından etraflıca incelendiğini de biliyoruz. İmparator Diyojen ile Emgion Prensi’nin bağlantısı nerede? Sardes bu ilişkidde ne rol oynuyor. İşte bu bulmacaları art arda sıralarsak ortaya daha büyük bir bulmaca çıkıyor.
Ekelöf’ün ünlü yapıtı “Emgion prensi için divan ” ‘ın 29. şiirinde ana tanrıçaya bir gönderme yapıyor. Bu ana tanrıçanın “Bakire “,”Ana ” özellikleri tüm Anadolu tanrıçalar kültünde yer alan Kibele kültüyle bağlantısı üzerinde dikkatle durmak gerekir.
” Ey tesellinin anası
kimsen yok senin
bekleyen
örtülerin altından çıkan küçük yüzler-
Ey tüm dünyaya sahip olan
herkesin
ya da hiç kimsenin anası
Göğüslerin yetiyor herkese
Yalnızsın sen ,
herkes için yalnızsın
Hiç bir şeyi olmayan ve
Herkes için hiç bir şey olan sen .” Y.Ç çevirisi
(1) Lidya uygarlığı Hitit imparatorluğu parçalandıktan sonra kurulmuştur. Maeonia olarak da bilinmektedir.
[1] İsveçli Entellektüel şair Gunnar Ekelöf Doğumu 1907, Ölümü 1968. Londra’da doğu dilleri üzerine eğitim gördü. Doğunun mistik yanı hep ilgisini çekti .Eserlerinde bu mistisizmin izlerini sürmek mümkündür.
[2] Tekfur Sarayı’na Bizans oyunu
Restorasyona alınan 1000 yıllık Tekfur Sarayı’na ahşap pencere, alüminyum korkuluklar eklendi. Klima, merdiven ve çatı yapılarak kapalı bir mekâna dönüştürüldü. Uzmanlar Ortaçağ’dan kalan bir yapıya yapılan müdahaleleri “felaket” olarak nitelendirdi
Bizans İmparatoru Porfirogenetos’un emri ile bin yıl önce yaptırıldığı tahmin edilen Tekfur Sarayı, 12.yüzyıldan İstanbul’un fethine kadar Bizans’ın yönetildiği Blakernai Saray Kompleksi’nin içindeydi. Dünyaca ünlü Kaşıkçı Elması’nın çöplüğünden çıktığı rivayet edilen Tekfur Sarayı, İstanbul’un fethinden sonra çeşitli amaçlarla kullanıldı. 18. yüzyılda çini, 19. yüzyılda cam imalathanesi olarak kullanılan ve 1864 yangınında büyük zarar gören saray, uzun yıllar harabe halinde kaldıktan sonra 2002’de restorasyona alındı. İhaleyi Alpek Müteahhitlik firması kazandı, mimarlığını ise Şirin Akıncı üstlendi.
10 yıllık restorasyon çalışmalarında sona gelinirken, bin yıllık maziye sahip saraya monte edilen ahşap camlar ile teras kısmına konulan alüminyum korkuluklar görenleri şaşırttı. Orjinal yapıya monte edilen bu eklentileri eleştiren sanat tarihi uzmanları, yapıya ayrıca merdiven eklenmesini ve çatı yapılarak kapalı bir mekâna dönüştürülmesini büyük bir hata olarak değerlendirdi. Restorasyona yönelik eleştiriler ve yanıtları şöyle;
‘Temalı tatil köyünü andırıyor’
Mimarlık Tarihçisi Prof. Dr. Uğur Tanyeli; “Restore edilen eser adeta yeni bir bina haline getirilmiş. Tarihsel nitelik kaybedilmiş, yeni bir Bizans eseri ortaya çıkmış. Sarayın restore edilmiş haline baktığımda Antalya’daki temalı tatil köylerinden farksız görüyorum. Ahşap camlar da neyin nesi! Bizans yapısında ahşap pencere mi olur? Merdivenlerin nereden çıktığı tam olarak bilinmiyordu. Restorasyonda merdivenler eklenmiş. Soğuk demirciye yaptırılan parlak korkuluklar gülünç olmuş. Bu kadar kolay hoyratlık olmaz. Ortaçağ’dan kalan bir yapıyı adeta yeniden inşaa etmişler.”
‘Restorasyon felaketi’
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Engin Akyürek; “Bizans saray mimarisi konusunda önemli bir bilgi kaynağı olan yapının başına ne yazık ki ‘restorasyon felaketi’ geldi. İnşaat alanına konulan tabeladaki başlık, ‘Tekfur Sarayı Tamamlama İnşaatı’. Sadece dört beden duvarı kalmış olan yapı, mevcut haliyle konsolide edilip korunmak yerine tamamlanıyorsa, özgün niteliği yok olacak demektir. Bütün pencereler orijinal biçimleri bilinmemesine karşın, çift camlı pencere kanatları takıldı. Üçüncü Şapel dışarıdan algılanmayacak biçimde tamamlandı. Şapelin harika mimarisi dışarıdan bakıldığında kolayca algılanıyorken, artık bu görüntü fotoğraflarda kaldı. Şimdi şapel bina duvarına asılmış bir kutu gibi duruyor. Yapıya son darbeyi de vurmak üzere getirilen çok sayıda büyük boy klima cihazı, yapının tasarlanan işlevi konusunda fikir veriyor. Bu yapı, artık 12. yüzyıl Bizans sarayı kalıntısı olmaktan çıkmış, mimari bütünlüğü ve özgünlüğü bozulmuştur. Ne yazık ki çok değerli tarih yok olmuştur. Bütün bunlar da bir ‘bilim heyeti’nin öneri ve onayı ile yapılmıştır.”
‘İnfial uyandırdı’
Sanat Tarihi Uzmanı Prof. Dr.Zeynep Ahunbay: “Mimar Sinan Üniversitesi 1990’ların sonuna doğru sarayı bir kalıntı olarak korumayı öngörürken, şu anda uygulanan proje sıradan bir yapı gibi yeniden yapıma yöneldi. Önceki proje Sadettin Tantan’ın Fatih Belediye başkanlığı döneminde ortaya çıkmış; sarayın görkemli cephesini bir fon olarak kullanarak, avluda konser ve kültürel etkinlikler yapmak üzere geliştirilmişti. Son projede ise üst seviyelerine ulaşılan bir kapalı mekan yaratılma yoluna gidildi. Bu kadar önemli bir eserin ikinci derece tarihi eser muamelesi görmesi üzücüdür. Bu eserin cahil cesaretiyle, özgürce bütünlenmesi Bizans uzmanları, arkeologlar ve mimarlar arasında infial uyandırmıştır.”