web analytics

Munzur Gözeler adı verilen yer Ovacık’a on yedi kilometre uzaklıkta. Munzur Dağları’nın eteklerinde. Belli ki Munzur’un suyu bu akan. Kırk gözeler de deniyormuş. Gözeler’e yaklaştıkça bir çok yerde gördüğüm “gözleme turizmi yapılaşması” nın  burayı da etkisi altına aldığını görüyoruz. Bölge SİT alanı ama düzenli değil. Bir takım yatırımlar yapılmış ama  yetersiz. Derme çatma stantlarda gözleme çay satanlar, alanın kutsallığını mum satarak  paraya dönüştürenler, incik boncuk satanlar, el işi satanlar her yerde.

Doğa turizminin bulunduğu her yerde bu yapılaşma var.  Kayseri Kapuzbaşı, Fethiye Saklıkent, gibi şelale olan her yere benzer bu tür oluşumlar neredeyse standart bir çirkinlik yaratıyor. Yetkililer de nedense (Kira geliri)  bu çirkinliğe göz yumuyorlar. Gözeler’in idari yetkisi galiba Erzurum bölge müdürlüğündeymiş. Nereden nereye. Ovacık belediyesinin sorumluluk alanına girmesi gereken bu yerin Erzurum tarafından kontrol edilmesi bir çok sorun yaratmış. Birincisi , her yerde ambalaj atıkları görülüyor. İkincisi ne var ne yok her türlü atık Munzur’a deşarj ediliyor. Üçüncüsü kutsal kabul edilen bu yeri görsel ve ses kirliliği dahil olmak üzere her türlü olumsuzlukla huzursuz bir yer haline dönüşmüşler. Kırk pınardan akan suların peyzajı yapılmamış; ilkel bir iki kalasla yürüyüş yolu yapılmış. Daha gözelere yaklaşırken içimden oradan kaçmak hissi geldi. Türkiye’nin en önemli tabiat harikalarından birine yaklaşırken orayı çekilmez hale getiren idarelere neyi nasıl anlatabiliriz ki? Sorumlu masada oturan kişi doğa hakkında ne kadar bilgi sahibi?

Munzur Dağlarından başka hiçbir yerde bulunmayan endemik bitkiler arasında Çan Çiçeği, Erzincan Kirazı, Bindebirdelik Otu, Munzur Kekliği, Munzur Düğün Çiçeği, Dağ Çayı, Munzur Dağı Oltu Otu ve Menekşe sayılabilir. Ovacık ilçesiyle Munzur Gözelerinden 1.5 km. aşağıda Munzur Suyunun iki yanında bölgenin karakteristik ağacı olan huş meşceresi bulunmaktadır. Ülkemizde ender bulunan ağaç türlerinden olan huş, bu bölgede su kenarında güzel gövde yapmakta ve bölgenin florasına önemli bir katkı sağlamaktadır. Milli Parkta hâkim ağaç türü meşe ve çeşitli türleridir. Tepeler ve yamaçlarda kayalık olmayan yerler meşe ormanları ile kaplıdır. Vadi tabanında ve su boylarında karışık olarak karaağaç, akağaç, kızılağaç, dişbudak, çınar, asma, huş, ceviz, yabani fındık, kavak, söğüt ve çalı türlerinden oluşan zengin bir bitki örtüsü bulunmaktadır.

O  idareci Munzur kenarından kestirip odun yaptığı ağacın “Liquidambar Orientalis” olduğunu biliyor mu? 65 milyon yaşında olduğunu biliyor mu? Anadolu günlük ağacı yani diğer bir deyişle “sığla” ağacının mucize bir ağaç olduğu hangi hastalıklara şifa olduğu kim tarafından biliniyor acaba? Milli parklardan ve tabiat parklarından sorumlu kişilerin bilgili olması gerekmez mi? Munzur Vadisi’nde 1518 bitki türü olduğu, 48 türün endemik olduğu ve kesinlikle bir yaprak bile koparılmaması gerektiği nasıl anlatılacak?

Bu cahil idarecileri ve ilkelliği bu ülke hak etmiyor, daha iyisi yapılabilir. Yönetmelik yanlış, idari organ yanlış, yetki yanlış, bilgi yanlış  özetle her şey yanlış. Fotoğraf olarak neyi çekeceğiz ki?  Bu çirkinliklerin mi fotoğrafı çekilecek? Belki uzun pozlama yaparız diye geldik ama, imkansız. Bir sağa bir sola selfie yapanların curcunası varken. Çaresiz on beş dakika sonra oradan ayrılıyoruz. Turizm ve milli parkların idari  anlayışı değişmedikçe bu tür yerlerdeki bu kirlilik bitmeyecek. Ziyaretçiler nereden geliyor olursa olsun su kenarında piknik yapmak için geliyor. Yiyeceklerini de yanlarında getiriyorlar. Önemli olan su olması. Bir dere kenarı da olabilir, bir göl kenarı da. Mangal yapılacak, bütün gün yenecek içilecek akşama doğru da tüm çöpler geride (su kenarında ya da suya atılacak) bırakılarak eve dönülecek. Turizm müdürü bile açıklamalarında “su  o kadar soğuk ki karpuzu beş dakikada çatlatır” diye açıklama yapıyor. Madem ki burası bir kutsal alan neden o kutsal alanın ritüeli neyse o yerine getirilmiyor da karpuz çatlatılıyor? Bölgeden sorumlu yetkililerin paradigma araştırması yapması gerekiyor. Öncelikle bu tür yerlerin Japonyadan tut ABD’ye kadar gidilip görülmesi oralarda yapılan uygulamaların incelenmesi ve daha sonra Türkiye’ye ve yerel koşullara adaptasyonu gerekli. Bu yapılmadığı müddetçe tüm SİT alanları, milli parklar, tabiat alanları mangalcıların istilasıyla çöplüğe dönecektir.

Bugün görünen tablo maalesef budur. Gözeler bir tabiat harikası esasında. Suyun fışkırdığı kayalıklar, akış yönü, oluşturduğu küçük şelaleler doğa fotoğrafçılarının arayıp ta bulamadığı görüntüler oluşturuyor. Ama ne yazık ki etrafta ne yaptıklarını neye baktıklarını bilmeden oradan oraya atlayıp zıplayan bir kalabalık var. Bu kalabalık ellerindeki cep telefonlarıyla selfie çılgınlığı yaşıyorlar. Neden? Neden batılı çocuklu bir aile sırt çantalarıyla yürüyüş botlarıyla ve kameralarıyla gelip  hiçbir çöp atmaden sadece ayak izini bırakıp gidiyor da bir Türk aile yerlere yayılıp etrafı taciz ederek ve çevreyi kirleterek sadece yiyip içiyor, karpuz çatlatıyor? Nedir bu fark? Ekonomik mi? Oraya gelen Türk aile de otomobille geliyor, mangal için pahalı etler alabiliyor. Öyleyse sorun ekonomik değil. Kültürel. Batılı aile çantasında evden getirdiği sandviçi yiyor, termosundan çayını içiyor, yürüyüşünü yapıyor. Türk aile ise yayıldığı ortamda doğayı  tahrip ederek, kirleterek ve etraftaki insanları taciz ederek gününü geçiriyor. Paradigma sorunu bu. Her yerde aynı sorunu görüyoruz.   Bizim için yolun sonu. Gözelerden derin bir hayal kırıklığıyla   ayrılıyoruz.

 

 

İkinci durağımız Seristan Nene’nin köyü. Seristan Nene, Munzur eteklerinde bir köyde tek başına oturuyormuş. Ama kış aylarında çocuklarının yanına gidiyormuş. Seksen beş yaşındaymış. On iki çocuğu olmuş. On dört yaşında kırk yaşında bir adamla evlendirmişler. Kocası öleli çok olmuş. Tek başına yaşamaktan hoşlanıyormuş. İnekleri ve tarlasıyla uğraşıyormuş. Misafiri çok olurmuş. Arada sırada da jandarma bile gelir, hem hal hatır sorar hem de ufak tefek hediyeler getirir yabancılara  yemek verip vermediğini sorarlarmış. O da misafirin karnını doyurmazsa ellerin ne diyeceğini jandarmaya sorar gülüşürlermiş.

Umut Ayata fotoğraf ve film çekimlerinde mutlaka Seristan Nene’ye de uğrar hal hatır sorarmış. Köy yollarındayız artık Kış aylarında geldiğimizde bu yollar karla kaplıydı. Kızık köyüne kadar gidebilmiştik. Seristan Nene’nin evi Kızık köyünün az ilerisinde bir tarla içerisinde. Geleneksel taş toprak karışımı  evlerden. Evin bir bölümü ahır diğer bölümü yaşam alanı. Evin kapısı, masa ve sandalyeleri mavi boyayla boyanmış. Bu bölgede mavi renk çok tutuluyor olmalı ki evlerin çoğunun kapıları mavi renge boyanmış.

Alnında dövme var Seristan nenenin. Dört yıldız dövmesi. Tam alnının ortasına dört tane yıldız dövmesi var. Kadınlarda alında dövmelerin acaba sembolik bir anlamı var mı diye soruyoruz. Bilmiyor. Sekiz on yaşlarındayken “Koçerler”[1] köyden geçerken köyün kızlarına ve kadınlarına süs amaçlı olarak dövme yapmışlar. “Deg” adı veriliyormuş dövmeye. Genellikle köyün yaşlı kadınları genç kızları süslemek için yaparlarmış.

Benim bildiğim  Kırmanç’ların “deg” yani dövme dedikleri, bazı dillerde “dak”, “Nesh”, “Vesm” çok kadim bir gelenek. Milattan önce binlerce yıllık geleneklerden. Bu konuda akademik çalışmaları seyahatten döndükten sonra inceledim Mersin Üniversites Sosyoloji bölümü öğretim görevlisi   Prof. Dr. Mustafa Çağlayandereli ve özgün seramik sanatçısı Hediye Göker’in ortak bir çalışmasını okudum.[2] Tunceli bölgesindeki dövme geleneğini araştıran çalışmalarında yaşları ellinin üzerinde on beş kişiyle yaptıkları yüz yüze görüşmelerden oluşturdukları sonuçlar benim beklentimin dışında  çok ilgi çekici sonuçlar ortaya koymuyor.

Birincisi bu dövme geleneği Tunceli’ye ya da Zazalara, Yezidiler  veya Kürtlere özgü bir gelenek değil. Dünyada hemen hemen her yerde, her kültürde olan bir gelenek. Dövmelerin yapıldığı yer, işlenen dövme sembollerine göre de farklılıklar gösteriyor. Kadın erkek dövmeleri de farklı. Üç  amaçla yapılıyor. Süsleme, inanç  veya işaretleme. Süsleme konusu çok yaygın. Özellikle de kadınlar arasında. İnanç gereği dövme yaptıranlar da hiç az değil. Dövmeler yeşil, siyah veya başka renklerde olabiliyor. Geleneksel dövmeler yüzlerce yıldır hep aynı usulle yapılıyor. Köyün yaşlı kadınları arasında dövme yapmayı bilenler var. Tencere veya kazan altındaki kurumları kazıyıp kız çocuğu emziren annenin sütüyle karıştırarak bir karışım elde ediyorlar. Daha sonra üç, yedi ya da dokuz iğneyi birbirine sıkıca bağlayarak bu karışımı deri altına aktarmak için cilt üzerinde küçük delikler açarak karışımın deri altına intikalini sağlıyorlar. Bu işlem son derece acı veren ve açılan yaraların zaman içinde iltihaplanmasına varan uzun bir süreci de ihtiva ettiğini söylemek gerekir. Yaralar iyileştiği zaman deri altından dövmenin ortaya çıktığı görülmektedir. Bazı kültürlerde daha farklı karışımların kullanıldığı bilinmektedir. Ağaç kabukları, ağaç katranları, çiçek boyaları da dövme karışımı olarak kullanılmaktadır.

Kadınların dövmeleri yüzlerine, ellerine, kollarına, göğüslerine ve ayak bileklerine yaptırdıkları erkeklerin ise yüz, boyun ve omuzlarına yaptırdıkları biliniyor. Örneğin Yezidi ve Kürt kadınlar dudaklarına ve dudak ve çene arasına, Araplar dudaklarına ve ellerine dövme yaptırmaktadırlar. Kullanılan semboller güneş, tarak, hilal, yıldız gibi kadim semboller olduğu gibi çeşitli geometrik şekiller, ağaç, kuş, at, akrep, boğa, köpek  gibi hayvanlar da olabilmektedir. Aslında bu dövme geleneği içinde Mithraizm sembollerinin çok sık kullanıldığını biliyoruz. Özellikle de antik çağda ve Roma imparatorluk yıllarında. Hemen hemen her halk grubu içinde güneş tanrısı Mithra sembolü kullanılmıştır. Romalı askerlerin omuzlarına ve göğüslerine Mithra sembolleri yani boğanın tanrı Mithra tarafından öldürülüş  sahnesini dövme olarak yaptırdıkları biliniyor.

Tunceli bölgesinde yaşayan Zaza, Kürt, Ermenilerin dövme geleneğini devam ettirdikleri, özellikle de Ermeni kızların küçük yaşta dövme yaptırdıkları biliniyor. Yapılan araştırmalarda bu dövmelerin bazılarının da haç işareti gibi dinsel semboller oldukları sanılıyor. Aslında Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık prensip itibariyle dövme konusuna sıcak bakmıyor. Dövmenin bir “pagan” geleneği olduğu gerekçesiyle. Arap kadınların özellikle çöl kabilelerinin kadınları dudaklarına ve çenelerine yaptırdıkları dövmelerle tanınıyorlar. Yezidi kadınları da benzer dövmeleri taşıyorlar. Tunceli ve diğer Anadolu vilayetlerinde dövmeler daha çok süs amaçlı yapılıyor. Dini bir anlamı yok. Zaman içinde belirli tılsımlar geliştirilmiş. Örneğin Sünni Kürt aşiretlerin kadınlarının  ellerine  yıldız dövmesi yaptıranların  üzerine “kuma” gelmeyeceği inancıyla dövme yaptıranlar var. Alevi Zaza aşiretlerin  alnına yıldız dövmesi yaptıran kadınlarının  mutlu olacağı inancı var. Bu sonradan aşiretten aşirete, köyden köye değişen adetleri araştırmak hiç te kolay bir iş olmasa gerek.

Seristan Nene’nin alnındaki dört yıldıza bakarken bunları düşünüyorum. Yıldızlar kırışan yüzünde aynı hizaya gelmişler. Aradan kaç yıl geçmiş o çocukken gergin olan cilt  şimdi buruşmuş. Havadan sudan konuşuyoruz. Fotoğraf çekiyoruz. O sırada inekleri getiriyor köyün çobanı. Aklı ineklerde bizi yarım kulak dinliyor. İneklerin sağılması gerekiyormuş. Daha fazla onu meşgul etmiyor kalkıyoruz. O da ineklerini sağmaya koşturuyor. O yaşta da olsa günlük işlerini aksatmadan yapıyor.

Bir sonraki durağımız İliç yolundaki vadilerden birinde bulunan doğal ceviz ormanı. Yayla yollarındayız artık. Zemin bozuk. Yer yer heyelanın sebep olduğu çöküntüler var. Bu bölge besicilik yapanların yaz mevsiminde hayvanlarını otlattıkları vadilermiş. Kurak bir bölge. Vadi tabanında cılız bir dere akıyor. Derenin iki yanı çınar, kavak, meşe ve söğüt ağaçlarıyla kaplı. Ceviz ormanının bulunduğu vadiye giriyoruz. Bu bölgede yaşayan bir çoban ailesi var. Onlara ceviz ormanını soruyoruz. Eliyle ilerdeki tepeyi gösteriyor ve ayılara dikkat etmemizi söylüyor. Ayılar cevizi çok severmiş. Çoban kadınların dereyi geçemeyeceğini oğlunun onları atla geçirmesini ve  bize rehberlik edeceğini söylüyor. Yirmi yaşlarında bir genç. Güler yüzlü.  Fotoğraf çektiğimizi görünce çok heyecanlanıyor. Ceviz ormanına gitmek için iki dere geçmemiz gerekiyormuş. Derelerin suyu oldukça gür akıyor. Taşlar üzerinden atlayarak geçmek mümkün ama kadın arkadaşlarımız at üzerinde geçiyorlar. Dereyi geçiş macerası tam bir eğlenceye dönüşüyor. İlk defa bir ceviz ormanı görüyorum. Yerler ceviz kabuklarıyla dolu. Arada ayı bokları da var. Belli ki ayılar burada kendilerine ziyafet çekiyorlar. İçimize bir ürperti geliyor. Çobanın oğlu eliyle sararmış yaprakları  gösteriyor. “Payiz” diyor. Sonbahar. Konuşurken biraz kekeliyor. Hareketlerinde de  hafif  bir aksam var. Konuşuyoruz. Okulu terk etmek zorunda kalmış. Okuyamamış. Epilepsi hastasıymış. Okulda çocuklar onunla alay etmişler anlaşılan. Dayanamamış. Akraba evliliği diyor. Annesiyle babası yakın akraba imişler. Epilepsi kardeşlerinde görülmemiş. Kader diyor. Belli ki daha çok dertleşmek istiyor. Sorular sormak istiyor ama ilerde çadırların oradan  babası elini kolunu sallayarak bir şeyler söylüyor. Çay hazırlamışlar diyor. Buralarda adet. Çay ikram ediyorlar her köyde. Yolumuz çok uzun ve hava kararmaya başlıyor. Bu yayla yollarında karanlığa kalmamamız gerek. Umut Ayata önden koşturup bizim adımıza mazeret bildiriyor ikramlarına teşekkür ediyor. Yola çıkıyoruz.

Dersim sonbahar foto safarisinin son günü de böyle sona eriyor. Yarın Elazığ üzerinden İstanbul’a dönüyorum. Ovacık Hozat yolu üzerinde inanılmaz bir renk cümbüşü olacak. Ama hava yağmurlu. Bu yağmurda fotoğraf çok zor. Artık gelecek sefere diyelim. Beklentimin çok üzerinde bir seyahat oldu. Bu coğrafyanın her mevsimi ayrı bir güzellik taşıyor.

 

Bakalım belki de gelecek yıl ters lalelerin fotoğrafları için gelirim.  Bahar’ı bekleyelim.

Dersim Fotosafarisi bölge coğrafyası tarihi ile ilgili bir çok ip ucu da getirdi. Kapalı bir “Pandora Kutusu” . Kutuyu açanlar da var. Örneğin Dr. Zeynep Türkyılmaz. Harekata katılan bir askerin günlüğünü bulmuş. Agos gazetesinde  “dosya” olarak yayınlamış. Herkesin okuması gereken bir makale bu. Genellikle bu tür yazılara “resmi” tavır “yok hükmündedir” oluyor. Gerçekleri saklamak, tarihi olayları başkalaştırmak ve halkı aldatmak nasıl bir devlet poltikasıysa artık. Okuyucu karar versin. Neyin doğru olup neyin yanlış olduğunu ispat etme yükümlülüğü devletin işi. Aşağıda Dr. Türkyılmaz’ın makalesinin bulunduğu sitenin linkini veriyorum. Okuyun ve siz karar verin.

http://www.agos.com.tr/tr/yazi/23286/dersim-soykirimi-ve-kotulugun-siradanligi

 

 

[1] Göçerler, gurbet de deniyormuş.

[2] Çağlayandereli, Mustafa,  Göker. Hediye, Tunceli’de dövme geleneği. Journal of Human Sciences, Volume: 13 Issue: 2 Year: 2016

 

Dersim’de Sonbahar IV

Post navigation