Başlığımı “Janus” olarak belirledim. Bir çok nedeni var. Öncelikle Türkçede “iki yüzlü” sıfatını çağrıştırdığı için. Etimolojik olarak “Janus ” adı, daha farklı bir semantik alandan kaynaklanıyor. Bunun için Roma mitolojisini iyi okumak gerekiyor. İkinci olarak Janus tanrı sıfatı olarak kullanılıyor. Nasıl bir tanrı? Roma’nın beş resmi dinine göre okursak: Janus genellikle değişimin ve dönüşümün tanrısı olarak biliniyor. Cennetin kapılarının açılacağı ve kapanacağı zamanı kurgulayabilen bir tanrı. Diğer tanrıların gücüne erişemedikleri bir zaman mimarı. Roma’da savaş zamanı kapıları açan Janus, barış zamanında kapatıyor. Adına yapılan zafer kapısı Forum Boarium’da görülmeye değer bir eser. Başlangıçların tanrısı Janus her zaman iyi şeylerin başlangıcı da olmamıştır. Kış gün dönümü ardından (21-25 Aralık) gelen yılın ilk günü Ocak ayının biri Janus günü olarak kutlanıyor. Dönüşümün ve başlangıçların zamanı. Roma imparatorluğu bir çok dönüşümün başlangıcını yaşadı. Zaferlerin ve yenilgilerin, cumhuriyetin ve diktatörlüğün. Roma tarihi cumhuriyetçilerin diktatörlerle yaptıkları mücadelelerle dolu. Tarihi kimin yazdığına bağlı olarak M.Ö. beş yüz yılından başlayan cumhuriyet dönemi Julius Sezar’ın ile M.Ö. 44 yılında senato tarafından daimi diktatör olarak atanmasıyla son bulur. Beş asır süren Cumhuriyet dönemi halkın yönetime katıldığı hatta yönetimi oluşturduğu dönemlerdir. Sezar’ın başlattığı rejim değişikliğiyle Roma imparatorluğu dönüşmeye başlar. Dikta rejimiyle başlayan bozulma yıllar içinde tüm halk katmanlarına sızarak yıkımı hazırladı.
Osmanlı İmparatorluğu hiç bir zaman bir cumhuriyet olmadı. Olamadı. Bir monarşiydi. Monarşiler ise özünde dikta rejimlerine benzerler. Gücü elinde tutan kral/padişah tanrıdan aldığına inanılan gücü kendi kanından olan birine devreder. Mutlak itaatin beklendiği fakir fukara halkın bir köle statüsünde yaşamaya mecbur edildiği bir dönem. Çalışan onlar, savaşan onlar, ölen onlar ama kaderleri diktatörün iki dudağı arasında. Tüm monarşi bürokrasisi bu rejimin yaşatılması için çalışıyor. Halkın yani fakir fukaranın hiç bir değerinin olmadığı bir imparatorluk kültürüyle yoğrulan bu coğrafya altı asırda neyi başardı? Dünya çapında hangi bilim adamlarını, hangi sanatçıları yetiştirdi? Hangi düşünürler çağa yön verdi? Cevap çok basit. Koskoca bir sıfır. Yıkılan imparatorluktan geriye kalan parçaları bir araya getirmeye çalışan bir avuç vatanseverin kurduğu bu cumhuriyet tek öğünülecek değişim olarak karşımıza çıkar.
Bu coğrafyada Cumhuriyet (1923) rejimine geçeli doksan iki yıl olmuş. “Tanzimat Fermanının” ilanından (1839) bu yana ise yüz yetmiş altı yıl.
Birleşik Krallık ‘da ünlü “Magna Carta Libertatum”, (1215) imzasından bu yana sekiz yüz yıl, ABD’nin bağımsızlık ilanı (1776) dan bu yana iki yüz otuz dokuz yıl, Fransız devriminden (1789) bu yana iki yüz yirmi altı yıl geçmiş.
Kul ve tebaa statüsünden çıkmak isteyen toplumun aydın kesiminin padişaha direnişi uzun yıllar sürecekti. Yüzünü Batıya dönme kararı veren Tanzimat bürokrasisi hızla reformlara girişti. Gel gör ki bu hiç de kolay bir dönüşüm değildi. Muhafazakar kurumların direnişi sorunları da beraberinde taşıdı günlük yaşama.
Bireysel hak ve özgürlüklerin korunması ve eşitliğin sağlanması çabaları netice vermedi. Hakim güçler hakları gasp etmeyi sürdürdüler. Fakir ve güçsüz halk yığınları ağır bedeller ödediler. Cumhuriyetin ilanından sonra normalleşme kolay olmadı. Muhafazakar güçler eşitlik ve özgürlük isteyenlerin sesini bastırdılar. Sonra iktidar mücadeleleri başladı. Etnik aidiyetlerin ön plana çıkarıldığı sert ve kanlı mücadeleler. İdealistlerin hayal kırıklığı dönemine girdikleri kanlı bir dönem. Suçsuz yere hapse düşenler, ikbal uğruna ruhunu satanlar, yalakalıkla rütbe kapanlar curcunası başladı.
Önce özgürlük ve eşitlik vaatleri verdiler. Halkı aldattılar, dönüşü olmayan savaşlarda kırıldı fukara halk. Sonra etnik aidiyet vaatleri verip aldatmaya başladılar. Kan döküldü, Göçler oldu. Milyonlarca kişi öldü. Milyonlarca kişi evlerini bırakıp uzak diyarlara göç etti. Sonra din sömürüsü dönemi başladı. İnanç tüccarları sahneye çıktı. Fukara halk adalet arıyordu. Tanrının adaletini isteyen fukara halk din tüccarlarının eline düştü. Bağışlar verdiler. Milyonlar toplandı. Çekmeceler parayla doldu taştı. Din tüccarları zengin oldu. Halk yine fukara kaldı. Din onlara yar olmadı.
Şimdi ikbal sahibi din tüccarları köşe başlarını tuttu. Hanlar, hamamlar, gemiler, uçaklar, rütbeler aldılar. Holdingler kurdular.Ne isterlerse parayla yaptırdılar. Fukara halktan topladıkları parayla sefa sürdüler. Halk ne özgürlüğün tadını biliyor, ne de eşitliğin. Tanrının adaletini bekliyor. Ne yazık ki, tanrının adaleti bu yaşamda gerçekleşmiyor. Öteki dünyaya geçerken gerçekleşecek olan adaletin özlemiyle acılara göğüs geren fukara halkın kurtuluşu bir başka zamana kalıyor.
Aldatılan fukara halk bir türlü aklını başına toplayamıyor. Doksan iki yıllık cumhuriyet ve demokrasi tecrübesi yeterli değil. Sekiz yüz yıllık tecrübeye bakıp burun çeken entelektüellerin fukara halka güveni yok. Zamanın akışını durdurmak, hızlandırmak ya da eriye sarmak kimsenin yapabileceği bir şey değil.
İşte şimdi son dönemece girildi. Din tüccarlarına inanan fukara halkın oranı hala çok yüksek. Sanki uçuruma yuvarlanan bir ağaç gibi cumhuriyet ve demokrasi umutları sönüyor. Gerçekleri göremeyen, yalanlara inanan fukara halk kendi yok oluşunu hazırlıyor. Ne yazık ki bu gidişin sonu çok kötü. İyimser olmak için hiç bir neden yok.
Seçimlere üç dört gün kala yine şehitler, baskınlar, göz boyamalar, algı operasyonları gırla gidiyor. Hadef fakir fukara seçmenin aklını çelmek. Sınır şehirlerinde bombalar patlıyor, yine hakları gasp edilenler, haksız yere yargılanıp mağdur olanlar var. Halk sokağa çıkamıyor. Medya korkuyor. İşinden kovulan gazetecilerin sayısı binlere ulaştı. Medyanın yüzde sekseni artık taraf tutuyor. Sağdan soldan iki kelimeyi bir araya getiremeyen militan muhafazakarlar köşe yazarı olarak lanse ediliyor. Sadece başörtüsü/türban taktığı için gazetede yazmasına izin verilen fikri ve dünya görüşü olmayan, lisan bilmeyen eğitimsiz ama saldırgan kadınlar köşe yazıları yazıyor, TV programlarına çıkıp hamaset yapıyorlar. Sözüm ona gazeteciler büyük ihalelerde ara buluculuk veya taşeronluk rolüne soyunuyor. Namuslu gazeteciler arasında dayak yiyenler var. Tehditler savuran sözüm ona gazeteciler prim yapıyor.
Hiç bir dönem her şey hiç bu kadar kötü olmamıştı. Bir zamanlar Roma’da yaygın olan bir söz varmış. Rüşvetin tüm insanları sardığı dönemde iyi olanların da bu çarkın içine yuvarlanması üzerine söylenmiş bir söz.
“Corruptio Optimi Pessima.”
Türkçe meali ise aşağı yukarı şöyle: İyilerin bozulması en berbat olanıdır.
Doksan iki yıldır bata çıka, ağır aksak giden cumhuriyet ve demokrasi geleneği bir kenara atılıp, al baştan rejim değişikliği yapılma riski var. 1839 yılında yüzünü Batıya dönen Türkiye şimdi zorla Doğuya döndürülmek isteniyor. Laik devlet dindar devlete dönüştürüldü zaten. Geriye Janus’un diğer yüzü kaldı. Eğer 1 Kasım seçimlerinde sandıklardan 92 yıllık geleneğin güçlenerek devam etmesini mümkün kılacak bir koalisyon çıkmaz ise Janus’un bozulan yüzünü göreceğiz.
Dönüştürülmek istenen cumhuriyet rejimidir. Sivil darbelerle dikta rejimi kurulmak istenmektedir. 1 Kasım’da yeterli milletvekili sayısına ulaşılırsa dikta resmen ilan edilecektir. İtiraz edilenler susturulacak, yok edilecektir. Kanlı bir oyunun sonuna geldik. Janus’un bile parmağını ısıracağı bir pişkinlikle kurgulanan bir değişim. Bakalım diktatöre karşı oy kullananların oranı yeteri olacak mı?
—————————————————————————————————
Resim: Two-faced Janus, on a Roman coin, third century BC. A spirit of the doorway, he gave his name to the month of January, which looks forward to the new, backward to the old. Starting in 153 BC, the Roman year began in January. February was devoted to purifications (februa). Farming and war began in March, the month of Mars. (Museum of Fine Arts, Boston; Photograph © 2007 Museum of Fine Arts, Boston)