web analytics

Nihayet seyahat sırası antik çağdaki adıyla “Cappadocia”  bölgesine geldi. Luwi dilinde söylersek “Katpatukka”. Yıllar önce kısa süreli iş gezileri nedeniyle birkaç kez ziyaret ettiğim bu coğrafyaya şimdi keşif ve fotoğraf çekmek amacıyla gidiyorum. Zaman çok kısıtlı. Coğrafya çok geniş. Muazzam bir tarihi miras ve hiçbir şeyin farkında olmayan o şiddet meraklısı, bencil, ürkütücü, fanatik, köksüz, kendi tarihini bilmeyen, nereden geldiği bilinmeyen, farkındalığı eksilerde  insanlarla tıka basa dolu bir bölge.

Bu insanlarla  anlaşamıyorum. Anlaşma olanağı da yok. Olmayacak ta. Bu fanatik grubun dışında olanlarla yani az ya da çok aydınlanmış grupla bir sorunum yok. Onlarla evrensel çerçevede ortak paydada buluşabiliyoruz. O da şimdilik. İnsanların değil doğanın peşinde olduğum için Cappadocia’nın muhteşem dağ coğrafyasına geldim.

Endemik bitki türlerinin yüksek dağların platolarında ve kanyonlarında  bulunduğunu ve henüz yok olmadığını biliyorum. Erciyes Dağı, Hasan Dağı, Melendiz Dağı, Aladağlar ve Bolkar Dağları bu bölgenin çok önemli aktörleri. Bu dağlar olmasa Cappadocia bugünkü gibi yarısı çöl değil tümüyle çöl olurdu her halde.

Antik coğrafyacılar (Strabon, Servius, Pausanias, vb.) Kapadokya’nın sınırlarını Roma imparatorluk vilayetlerine göre şöyle çiziyorlar: Kuzeyinde Pontos (Karadeniz) batısında Tatta (Tuz) Gölü ve Phrygia, kuzeybatıda Galatia, güneyde Cilicia, Tauros (Toros) dağları ve Lykaonia (Konya), doğuda Euphrates (Fırat) nehri ve Melitene (Malatya), güneydoğuda ise Küçük Armenia ve Kommagene krallığı toprakları arasında yer alan coğrafya.

Hemşerimiz (Amasya) Strabon coğrafyayı tarif ederken güneyde  Kilikya Torosları, doğuda Armenia ve Kolkhis, kuzeyde Halys (Kızılırmak)  nehri ve batıda Pyrigia ve Laukonia olmak üzere Kapadokkia dili konuşan kabilelerin yaşadığı bir bölgeden söz eder. Antik çağ tarihçileri bölgeyi “Pontos Kappadokyası” olarak da nitelendirmişlerdir. Hellen tarihçilerin yöntemleri konusunda bir şey söylemek bana düşmez. Öte yandan bölgede belirgin olan coğrafi yapıya referans vererek yani dağlar, nehirler ve platolar, vb. daha anlaşılır bir fotoğraf ortaya koyacaktır düşüncesindeyim.

Luwi, Hatti  ve Hitit dönemlerinden bu yana yerleşim gören Cappadocia nedense günümüzde “peri bacaları” görülen vadiyle sınırlı görülüyor. Oysa Pathia Kralları döneminden Artaxias sülalesi dönemine kadar olan sürede bir Roma vilayeti statüsü elde eden beş yüz kilometre sınırı olan  ve yaklaşık 80, 000 km2 büyüklüğündeki bu coğrafya bir legatus yani “propraetor” tarafından yönetilen önemli bir vilayetten söz ediyoruz. İmparator tarafından üç yıl süreyle tam yetkiyle görevlendirilen kıdemli Roma senatörleri arasından seçilen propraetor yani bölge valisi, emrindeki lejyonlarla esas itibariyle Roma imparatorluk sınırlarını korumayı amaçlıyordu. Bu büyük vilayeti ve sınır bölgesini koruyan üç Roma lejyonunun varlığı biliniyor. Bu oldukça büyük bir güç.   O dönemde Part ve Commagene  kralları sınırlarda sürekli askeri veya korsan harekatlar düzenliyor köyleri kaleleri  yağmalıyorlardı.

Cappadocia tarihini incelemek, araştırmak görünen ve görünmeyen arkeolojik verileri toplamak hiç te kolay değil. Özellikle de HES çılgınlığının yol açtığı, baraj göllerinin verdiği tahribat bu bölgedeki arkeolojik kalıntıların bir çoğuna zarar vermiş durumda. Hirfanlı ve Keban bunların başına geliyor. Bu konuya daha sonra değineceğiz.[2]

Bölgeye antik çağ seyyahları gibi kara yoluyla girmeyi tercih ettim. Farkımız, ben otobüsle gidiyorum. Sabah gün doğarken girdik Cappadocia’ya. Hasan Dağı tüm heybetiyle orada bize selam veriyordu.  Yumuşak  iniş çıkışlarla dümdüz uzanan platonun baş aktörü Hasan Dağı beni selamlıyordu. Dağlarla hep dost olmuşumdur. Ne zaman bir dağ görsem içim sevinçle dolar. Uzun uzun seyrederim.  Sabah saat beş sularında girdik Aksaray’a. Gün doğumu tüm ihtişamı ve renkleriyle platoya yayılıyordu. Otobüs o mekanik hırıltısıyla asfaltta hızla yol alırken kızıl gün ışıkları Hasan Dağı’nın zirvelerini yalıyordu. Gün doğumları hep çok hızlı oluyor. Güneşin kızıl ışıkları kısa sürede kayboluyor. Bu bilinmeyenlerle ve jeolojik harikalarla dolu “Güzel Atların Ülkesi”ne bu kadar mı ihtişamlı girilir? Bu kadar mı güzel karşılanılır?

Anadolu’da yeni olan hiçbir şey yok aslında. Her şey eski ve yıpranmış, aşınmış. Vahşi doğa bile burada ehlileşmiş. Rüzgar ve güneş izlerini bırakmış her yere. Ve  insan eliyle yaratılmış o çirkinlik abideleri. Platonun üzerine kondurulmuş derme çatma, çirkin TOKİ yapıları mide bulandırıyor. Bu coğrafyaya hiçbir saygısı olmayan (Aslında hiçbir coğrafyaya saygıları yok bunların) paradigma yoksunu estetik boyutu gelişmemiş, sözüm ona  mimarların bol para ya da nüfuz karşılığı şişirdikleri derme çatma planlara göre dikilen beton yığınları insana sadece hüzün vermiyor. İnsanın içinde doğal olan bir şeyleri de yok ediyor. Bir zamanlar bu plato ve dağlar ormanlarla kaplıymış. Şimdi tek bir ağaç bile yok.

Milattan önce 12. Yüzyıldan itibaren yerleşim gören bu volkanik coğrafyada eskiyi ve doğal olanı arıyoruz. Fotoğraf için geldik. Kapadokya denince ilk akla gelen “Peri Bacaları” ve “Balon Turu” kalabalığından uzak durmaya çalışarak var olan eskiyi ve keşfedilmemiş olanı arayacağız. Turistlerden kaçarak kimsenin ayak basmadığı yerlere ulaşacağız.

Fransız gezgin Paul Lucas’ın  1712 yılında kral 14. Louis’nin emriyle çıktığı keşif yolculuğu sonrasında verdiği rapor “hayalperest” bulunmuştu. Lucas raporunda  piramit biçiminde kayalara oyulmuş apartmanlardan ve ikonalardan  söz ediyordu. Fransız bilim dünyası Lucas’ın bu raporunu ciddiye almadı. Adam her halde ya kahrından ya da 14. Louis marifetiyle  ölmüştür.  Yaklaşık yüz elli yıl sonra bir başka  Fransız araştırmacı olan Charles Texier (1867)  yılında yayınladığı ünlü eseri “Asie Mineure” Fransız bilim adamlarının dikkatinin Anadolu’ya ve Kapadokia’ya çevrilmesine sebep olmuştur.

Kapadokya platosunun ana aktörleri olan volkanik dağlar hemen dikkat çeker:  Argaios (Erciyes) dağı (3916 metre ), Nora (Hasan) Dağı (3298 metre), Melendiz Dağı (2063 metre) Volkanik olmayan  Anti Touros Dağları yani Toros sıradağları devamı olan Aladağlar (3767 metre) bugünkü Niğde, Kayseri ve Adana  illeri sınırlarındadır. Aladağların[3] kapladığı alanın bir bölümü milli park olarak ilan edilmiş bulunuyor.

Nevşehir ili sınırlarındaki Göreme vadisi, Aksaray ili sınırlarındaki Ihlara Vadisi ve Kayseri ili sınırlarındaki Soğanlı Vadisi volkanik kaya oluşumlarının ötesinde tüm Kızılırmak platosunun jeolojik oluşumu dikkat çekicidir. Görsel anlamda hemen dikkat çeken bu kaya ve toprak oluşumları MS. 1. Yüzyıldan itibaren baskı gören “İlk Hıristiyan”  toplulukların saklı yaşam alanlarına dönüşmüştür.

Garsaura’ya (Aksaray’a)  yaklaşırken foto safari programını düşündüm. FA ekibiyle bu dördüncü foto safarim. Bu gezinin ana teması “Tuz Gölü”. Ama jeolojik oluşumu çok ilginç olan “Celil Vadisi”, gece yıldız çekimi için “Kızıl Kilise”, uzaydan görünen “Andrew Rodgers” heykel parkı ve Kayseri’nin ünlü “yılkı atları”  çekimlerini de yapacağız. Bu programın devamında çok fazla ilgimi çeken  Aladağlar Yedigöller trekking de var. Fotoğraf ve vahşi doğayla dolu bir hafta beni bekliyor. Dağlarda bazı endemik bitki ve hayvan türleriyle de karşılaşmayı umuyorum.[4]

Platoya bakınca TOKİ ucubelerinin ötesinde  bölgenin antik çağdaki  görünümünü göz önünde canlandırmak için  araştırma ve literatür tarama gerekiyor. Issız plato göz alabildiğince uzanıp gidiyor. Nora (Hasan) Dağı’na kadar. Strabon’a göre bu platoda şehir anlamında yerleşim yeri yok denecek kadar azmış. Platoda at ve eşek yetiştirilirmiş. Ticaretin gelişimiyle birlikte bölgedeki nüfus artmış. Seyahate çıkmadan taradığım kaynaklardan bölgenin coğrafi yapısını ve tarihini inceleme fırsatım olmuştu. Yoğun bir okuma sonrasında bütün isimler birbirine karıştı.

Günümüze gelmeden önce bölge tarihinin ana hatlarını bir kez daha gözden geçirmekte fayda var. Anadolu tarihçileri  yedi  ayrı dönemden söz ederler.

  • Arkaik Dönem (MÖ. 625-480),
  • Klasik Dönem (MÖ. 479-330),
  • Hellenistik Dönem (MÖ. 330-33)
  • Roma dönemi. MÖ. 189-MS. 400),
  • Bizans Dönemi (MS.400-1453),
  • Osmanlı Dönemi (MS. 1300-1923)
  • Cumhuriyet Dönemi (MS. 1923-Günümüz)

Bölgenin coğrafyasına da özetle bir göz atmak gerekli. Cappadocia bölgesinin en yüksek dağı olan Argaios (Erciyes) 3917 metre ile çok belirgin. Harita yapıyor olsak Argaios’u bölgenin tam ortasına yerleştirmek gerekli. Güneyde Tauros sıradağları, Kuzeyde Pontos sıradağları ve doğuda Armenia sıra dağları ile çevrili olan bölge bin metre irtifalı sert iklimli bir platodur. Bölgeyi tam ortasından bölen ve Pontos dağlarından doğan Hititlerin Maraşşantia adını verdikleri Halys (Kızılırmak) nehridir.Bugün bu nehir üzerinde sekiz adet HES bulunmaktadır. Bu baraj göllerinin altında da  bir çok antik kent kalıntı olduğu söylenmektedir.  Nehir boyunca  bir çok antik kent kurulmuştur. Sebasteia (Sivas)  ve Kaisareia (Kayseri)  antik kentleri bunlar arasında sayılabilir. Cappadocia’nın başkenti olarak kabul edilen Mazaka,[5] daha sonra Roma döneminde Caiserai adını alan Mazaka bölgenin metropolü olma statüsüne kavuşmuştur. Diğer antik kentleri de sayarsak :Tyane(Kemerhisar), Andabilis, Kataonia, Ma kültü merkezi olan Komana (Şar), Kybistra (Konya Ereğlisi), Podentos (Pozantı), vb. Şimdi bütün bu antik kentlerin yerlerini tespit etmek, arkeolojik kalıntılara ulaşmak hiç de kolay değil. Bölgede artan nüfus ve yeni yerleşimler, açılan tarlalar, kurulan HES’ler bu eserlerin yok olmasına neden olmuş durumda. Bir zamanlar ticaret yolu olarak kullanılan döşeme yollar da büyük ölçüde yok edilmiş durumda. Yeri gelmişken antik yollara değinelim.

Bölgede üç  ana güzergah bulunmaktadır. Birincisi  Byzantion (İstanbul) üzerinden gelen ve Ankyra (Ankara), Garsaura (Aksaray), Tyana, Kilikia Boğazı (Gülek Boğazı) istikametinde güneye Kudüs’e giden yol, ikincisi ise Sinope (Sinop), Amisos (Samsun), Amaseia (Amasya), Tavion üzerinden Mazaka’ya ulaşan yoldu. Üçüncüsü ise Kral Yolu adı verilen yol da Persler tarafından yapılan Sardes’ten başlayarak doğuya doğru giden yoldu. İngiliz araştırmacı David H. French, Ankara İngiliz Kültür  Enstitüsü adına yaptığı on ciltlik eserle Anadolu’daki tüm mil taşlarını bulmuş, deşifre etmiş ve haritalamıştır. Meraklı okuyucu dipnotta verdiğim linkten bu haritaları indirebilir.[6]

Arkaik dönemde rahip krallar tarafından yönetilen Cappadocia bölgesi Pers istilasından sonra “satraplık” haline gelmiş, yine asil yerel beyler tarafından yönetilen ama Perslere vergi veren vilayetler olarak gelişimini sürdürmüştür. Persler İran’a çok benzeyen bu topraklarda kalıcı olmuş, kültürlerini ve inançlarını da birlikte getirmişlerdir. Ateş kültü Cappadocia’da yayılmış halk arasında kabul görmüştür. Anadolu tarihi diğer bölgelerde nasılsa burada da öyledir. Hellenistik dönem ardından gelen Roma dönemi giderek birbirine karışan halklar ve inançlar. Günümüzde bu tarihin kalıntılarını ve belgelerini bulmak çok zor. Böylesine zengin ve binlerce yıllık bir karışımdan geriye ne kaldı?

İşte ben bu geriye kalanları arıyorum. Tevratta Tubal, Asur dilinde Tabal adı verilen coğrafyayı ve Lidya  Kralı Kroisos’un güçlükle fethettiği Pteria antik kentini arıyorum. Heredot’un anlattığına göre, Medler ile Lidyalılar arasında yıllardır uzayıp giden savaşın altıncı yılında, muharebe bütün şiddetiyle devam ederken  tıpkı Thales’in o yıl için tahmin ettiği gibi güneş tutulur ve gün geceye döner.

Sonradan “Güneş tutulması muharebesi” olarak adlandırılacak bu olay, MÖ 585 yılının 28 Mayıs günü meydana gelir. Kilikyalılar ve Babiller’in arabuluculuğuyla imzalanan barış antlaşması ile sınırlar tekrar belirlenir.

Bundan sonrasını  Heredot anlatıyor; Med sehri “Pteria” orta Kapadokya bölgesinin  en güçlü şehridir. Kalın sur duvarlarıyla alınması imkansız bir metropol. Sur duvarlarının gerçek boyutları, Lidya Kralı Krezüs tarafından şehir yakıldığından ve güçlü taş duvarı en azından kısmen yıkıldığından ötürü 1999 yılı kazılarında  ortaya çıkarıldı.

Krezüs, Delfoi’deki ünlü kehanet merkezine Halys ’ı (Kızılıırmak) geçtiği takdirde ne olacağını sorar ve karşılığında “güçlü bir imparatorluk yok olacak” cevabını alır.

Tanrıların  desteğini alan ve  ordusuyla doğuya yönelen Lidya kralı Krezüs Pteria’yı kanlı bir savaş sonrasında ele geçirir ve şehri günlerce yağmalar. Bunun üzerine çok öfkelenen Pers kralı Kiros ordusunu toplayarak Pteria üzerine yürür. MÖ 547 yılında Lidya ve Pers orduları Pteria yakınlarında karşılaşır, fakat yenişemezler. Aracıların da yardımıyla bir barış sağlanır.  Krezüs başkenti Sardes’e dönerken o yıl içerisinde başka savaş beklemediği için ordusunun çoğunluğunu oluşturan paralı askerlerini terhis eder. Bu planı kuran  Kiros,  kralın peşine düşer ve sürpriz bir saldırıyla  Lidya başkenti Sardes’i zapt eder. Delfoi Kehaneti gerçekleşmiştir, Krezüs güçlü bir imparatorluğu yok etmiştir; Lidya  imparatorluğunu.

Bugün Pteria antik kenti kalıntılarının  Yozgat yakınlarında bulunduğu bilgisi vardır. Hiç kimse Cappadocia’nın oralara kadar uzanmadığını söylemesin. Anadolu’da o kadar çok kayıp şehir var ki. İki bin yılda her taşı farklı bir yere duvar olan antik kentleri kim bulacak acaba?

Haydi antik kent kalıntılarını bulamadık buralarda konuşulan dillerle ilgili bir ip ucu da mı bulamayız. Yerel halk burada çoğunlukla Türkçe konuşuyor. Cumhuriyet öncesi ve sonrasında  burada yaşayan yerli halk olan Rumlar ve Ermeniler de göç ettiklerine göre bir başka kültürel erozyondan söz edebiliyoruz. Kültürü taşıyan insanları bu topraklardan göç ettiriyorsun da yerine ne koyuyorsun?

Bir avuç yalan.

Buralarda başka bir dilin konuşulduğuna dair bir bilgimiz yok. Oysa klasik çağda Cappadocia bölgesinde  hakim olan dil Akhaimenidler’in dili olan klasik Aramice  idi. Bunun nedeni ise Pers istilasından sonra bölgeye yerleşen Pers halkı idi. Bu halk yerel halkla karışarak yeni bir etnik sentez oluşturmuş ve yerel dille karışan Aramice de resmi dil olmuştu.  Antik çağ tarihçileri bu dili ve bu dili konuşan halkı  detaylı olarak anlatıyorlar. Örneğin Strabon ve Pilostrarus. Aramice satraplık döneminde asillerin dili olarak tüm yazışmalarda kullanıldığı gibi Helenizasyon döneminde Hellence  de ikinci resmi dil olarak kulanılmaya balanıyordu. Antik tarihçi Pilostrarus’a göre yerel Kapadokya dili de MS. 4. Yy. sonlarına kadar kullanılmaya devam etti. Strabon Kapadokya halkının Seleukoslar döneminde Suriyeden geldiği  tezini ortaya atmış ama bu pek taraftar bulmamıştır. Bölgede yaşayan halklar karma etnik bir gruptur. Bunu homojen bir grup olarak görmek hatadır. Helenizasyon döneminin sonlarına doğru Anadolu’nun bir çok yerinde olduğu gibi Kapadokyada da  Rumca dili gelişimini tamamlamış, halkın konuştuğu dil olarak da kabul edilmiştir. Bazı şoven yazarlar bu gerçeği çarpıtarak farklı bir sonuca ulaşmak isterler. Oysa tarih hata kabul etmez. Birilerini yalanlarınıza inandırabilirsiniz ama bu tarihi gerçekleri değiştirmez. Gerek yerli gerekse de yabancı araştırmacılar Anadolu’nun etnik yapısını belgelerle ortaya koymuşlardır. Bu tartışmalara girmek bu yazının sınırlarını aşar. Bu tür polemikleri siyasetçilere bırakmak gerekir. Bir dilci olarak Anadolu ve Kapadokya Rumcası’nı inkar etmem mümkün değildir. Kapadokyada yaşayan insanlar bir  Rum Ortodoks kilisesinin yıkıntısına bakıp “kilise” diyor ama bunun Ermeni kilisesi mi yoksa Rum kilisesi mi  olduğunu bilmiyor. Ayrıca bu kiliselerin orada neden bulunduğunu da düşünmüyor. Aldırmıyor da. O kiliselerin cemaatleri yok olup gitmişler. Geriye yıkıntılar kalmış. Hepsi bu.

 

Devam edecek….

—————————————————————————-

[1] In the mythology of the Hittites and the Phrygians, the region of Nevşehir lies on the planet of Cappadocia, whose creation was the work of the Gods of the Volcanoes and which was shaped by the soft and magical hands of the Gods of the Rains and the Winds. Kaynak: http://www.physics.metu.edu.tr/opera/cappadocia.pdf

[2] Kapadokya, Persler döneminde “Katpatukka” adıyla anılmıştır. Katpatukka, iyi at yetiştirilen bölge anlamına gelmiştir. Ancak kelimenin Hatti, Luvit, Hitit ve Asurlu olduğu tartışması hala gündemdedir. Bu yüzden at ve atçılıkla ilgili kaynaklar araştırılmış ve önemli veriler elde edilmiştir.

Büyük Devlet zamanında da (M.Ö. 1460-1190), Hititler at yetiştirmeye büyük önem veriyordu. Bu amaç için Mitanni memleketinden uzman at yetiştiricileri getirttikleri ve onların tavsiyelerini tabletlere yazdırarak kuşaktan kuşağa intikalini sağladıklarını görüyoruz. Gerçekten de Boğazköy Devlet arşivi arasında Kikkuli isminde Mittanili genç bir at yetiştirme uzmanı tarafından yazılmış bir eser ele geçmiştir. Xenophon M.Ö. 401’de , Amasyalı Strabon M.S. 18 yıllarında, Nissalı Gregoir M.S. 334-394’te ve genç Maccanlı (Göremeli) genç bir bağcı (M.S. 495-515) bize, yöre tarihi hakkında önemli yazılar bırakmıştır.

kaynak: http://kapadokyayagidiyorum.com/katpatuka/

[3] Aladağlar Milli Parkı, 2873 sayılı Milli Parklar Kanunu’ nun 3. maddesi gereğince 1995 yılında Bakanlar Kurulu kararı ile Kayseri, Niğde ve Adana illeri dahilinde kalan 54.524 Ha. lık alanda kurulmuştur. Aladağlar Milli Parkı’ nın 10.750 Hektarlık ormanlık alan, 20.608 Hektarlık. ormansız alan olmak üzere toplam 31.358 Ha. lık kısmı Kayseri ili dahilinde kalmaktadır. Aladağlar Milli Parkının Uzun Devreli Gelişme Planı 24.03.2004 tarihinde onaylanarak yürürlüğe girmiştir.Aladağlar Milli Parkı 730 rakımdan 3756 rakıma kadar yaklaşık 3000 m. lik rakım farkıyla muazzam bir bio çeşitlilik örneği sergiler. Derin vadileri, eşsiz zirveleri, dik ve sarp buzul kayalıkları, mağaraları, görkemli kanyonları, yüksek platoları, doğal manzarası, yaban hayatı,(yörede yaşayan av ve yaban hayvanlarının başında dağ keçisi, su samuru, vaşak, kurt, yaban domuzu, tilki, tavşan, kuşlardan ise ur keklik mevcuttur.) ormanları, (Hacer ormanlarında karaçam, göknar, sedir, titrek kavak, meşe türü ağaçlar bulunur.) yaylaları, ile alpin bitki kuşağı içinde kalan Aladağların, bitki türleri bakımından zengin ve ilgi çeken bir yöre olduğu bilinmektedir. Kaynak: http://kayseri.ormansu.gov.tr/Kayseri/AnaSayfa/milli_parklar_ana_sayfa/aladaglar_milli_parki.aspx?sflang=tr

 [4] Türkiye bitki çeşitliliği yönünden dikkat çekici olduğu kadar endemik tür zenginliği bakımından da dünyanın önemli ülkelerinden biridir. Flora kayıtlarına göre ülkede 3700 kadar taksonun endemik olduğu belirtilmektedir (Davis 1965-1985; Davis ve ark. 1988; Güner ve ark. 2000). Endemik bitkilerin daha ziyade dağlara lokalize oldukları yapılan flora çalışmalarında görülmektedir. Öyle ki; bazı dağlarda hayat bulan endemikler başka hiçbir yerde bulunmamaktadır. Bunlara lokal endemik ya da nokta endemiği denilmektedir.

[5] Kapadokya Bölgesi’nde önemli bir yerleşim alanı olan Kayseri (Kaisareia), M.Ö. 4000 ile M.S. 2000 olmak üzere 6000 yıllık bir tarihe sahiptir. M.Ö. 2000 yıllarında Anadolu’ya gelen Hititler, Kayseri’ye 22 km. uzaklıkta bulunan Kayseri Ovasının en büyük şehri ve Anadolu’nun en büyük höyüklerinden biri olan Kültepe (Kaniş) şehrini kurmuşlardır.Kültepe’nin hemen yanında yer alan Karum’da (Pazarşehir) yapılan kazılarda bu döneme ait çivi yazısı ile çeşitli yazılı tabletler bulunmuş ve bu tabletlerden Asurlu tüccarlarla Hititli yerliler arasındaki ticari ilişkilere ait bilgiler elde edilmiştir. Kültepe, M.Ö. 4000 yılından Roma devri sonuna kadar devamlı bir yerleşim yeri idi. Ayrıca Kayseri’nin 68 km. kuzeydoğusunda, dağlık bir bölgede Helenistik ve Roma dönemlerinde uzun süre önemli bir kale olarak kullanılan Kululu adlı bir yerleşim yeri daha kurulmuştur. Kültepe ve Kululu, Tabal Krallığının da önemli şehirlerindendir. M.Ö.XI. ve VII.yüzyıllarda ise bu krallığın merkezi, Erciyes’in eteğinde yer alan Kaisareia (Mazaka)’dır. Bu bölge, M.Ö. VI. ve V.yüzyıllarda Med ve Perslerin egemenliği altında kalmıştır.Kapadokya Kırallığı, MÖ. 332 tarihinde Gaziura (Turhal) da I. Ariarathes tarafından kurulmuştur. Kral IV.Ariarathes zamanında Mazaka başkent yapılmış ve bu tarihten itibaren şehirde sikke darp edilmeye başlanmıştır.M.S. 17 yılında Romanın bir eyaleti olan bu bölgenin yönetimi için Roma’dan vali gönderilmiştir. Bugünkü Kayseri de, ismini Kaisareia’dan almıştır. 395 yılında Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu içerisinde kalan Kaisareia, politik alanda olmasa bile ticaret alanındaki önemini günümüze kadar koruyabilmiştir. Kaisareia, nüfusu 400 bin olan ve saray, kitaplık, misafirhaneler, cüzzam hastanesi, kilise gibi yapıların bulunduğu büyük bir şehir konumundadır.

Kaynak: http://antikdonem.tumblr.com/post/88357400826/kaisareia-mazaka-antik-kenti-kayseri

[6] https://biaa.ac.uk/publications/item/name/electronic-monographs

 

Cappadocia[1]

Post navigation