“Aşure ayına girdik.” Cümlesini duyanlar da vardır duymayanlar da. Bir gelenek bu. Bir Anadolu geleneği. Bir halk geleneği. Yüzlerce yıl içinde katlanarak değişerek toplumun sosyal yaşamında önemli bir özellik haline gelmiş. Tek bir anlam vererek izah edilemez hale gelmiş, folklorik bir olay örgüsü.
Kutlama ile matemin aynı yerde aynı zamanda yapıldığı, inancına göre ya matem tutan ya da kutlama yapan tarafta bulunan aynı coğrafyanın insanlarından söz ediyoruz.
Annem zamanı geldiğinde aşure kaynatır komşulara dağıtırdı. Zamanını biz bilemezdik. Büyükler bilirdi. Komşular da kaynatır, onlar da bize gönderirdi. Bu muhteşem tatlıyı çok iyi hatırlıyorum. Çocukluk günlerimin küçük bir mutluluğuydu aşure. Annemin aşuresinde badem, kayısı, incir, ceviz, kuş üzümü, bakla, nohut, fasulye ve mevsimine göre meyve olurdu. Bir şölendi annemin aşureleri. Komşuların kaynattığı aşureleri sevmezdim. Bugün bile aradan bu kadar zaman geçmesine rağmen tadı hala damağımda annemin aşuresinin. Çok güzel yapardı rahmetli.
Bizim için aşure ayı işte o tatlıyı yemekten ibaretti. Neden pişirilir, neden dağıtılır sormazdık. Dinlemezdik sanırım. Aşureyi yemek her zaman daha baskın çıkardı. Yıllar geçti Anadolu’da aşure hala bir çok evde kaynatılıyor ve dağıtılıyor. Çocuklar bu çok değerli damak tadını büyük bir coşkuyla yaşayabiliyor.
Bu geleneğin ne zaman başladığı ve İstanbul’da nasıl kutlandığı konusunda bir çok kaynak var. Çok dinli çok mezhepli Osmanlı tebaası kendi milletinin (ait olduğu dini grubun) dini veya folklorik geleneklerini serbestçe sürdürmüş bu konuda “devlet” de bu geleneklere hoşgörülü yaklaşmıştır.
Sünni Nakşibendi tarikatı eğilimli Osmanlı devleti Alevi-Bektaşi ve Şia inancının önemli günlerinden olan muharrem ayının onunda kutlamalara halka aşure dağıtarak katılmıştır. Osmanlı tarihçileri Gelibolulu Mustafa (ö.1599), Katip Çelebi ( ö. 1657), Efdalüddin Bey, Sır Kadısı Salah efendi, vb. muharrem ayının onunda İstanbul’da aşure gününde olup biteni nakletmişlerdir. Osmanlı sarayı aşure ayında özellikle Üsküdar semtinde vakıf mutfaklarında kazan kazan aşure kaynatır halka dağıtırmış. Dinsel bir ritüelden ziyade fakir halka yiyecek dağıtımı olarak sarayın bilinçli olarak organize ettiği bu gelenek, yüz yıllar içerisinde değişerek ve gerçek anlamını yitirerek günümüze kadar ulaşmıştır.[1] Bugün halka aşure dağıtan kim var bilmiyorum. Belki de belediyelerin bu geleneği sürdürmesi gerekir.
Muharrem”[2] kelimesi Arapçadan gelen bir kavram olarak Tükçeye girmiştir. Erkek ismi olarak da kullanılmaktadır. Aslında Arapça ay isimlerini erkek çocuklarına vermek (Recep, Ramazan, vb.) ne zaman başladı bilinmez ama yaygın olduğunu söylemek gerekir.
Muharrem, Arapça sözlük anlamı olarak: “haram kılınan, yasaklanan; kutsal olan, saygı duyulan” demektir. Mekke’de “Cahiliye dönemi”nde[2] “Haram Aylar”dan biri olarak kabul edilen Muharrem ayı, savaşılmayan kutsal aylardan biri olarak bilinmekteydi.
Kimi araştırmacılara göre Âsûrâ Günü , Yahudi geleneklerine göre Musa Peygamber ve kavminin, Firavun’un zulmünden kurtulduğu ve oruç tutmakla mükellef olunduğu bir gündür. Kimilerine göre de Nuh Peygamber’in tufan sonrasında gemisi Cudi dağında karaya oturunca gemide geriye kalan tüm yiyeceklerin karıştırılarak yapıldığı çorbanın adıdır. Örnekleri çoğaltmak mümkün.
Dediğimiz gibi belirli amaçlarla (siyasi) aşure gününe tek bir dinin ya da mezhebin elbisesini giydirmek mümkün değildir.
İslam dininde muharrem ayına atfedilen kutsallık bazı inanç sistemlerinde de özel kutlamalarla, farklı ritüellerle de irtibatlandırılarak günlük yaşamın akışında farklılık yaratacak bir konuma erişmiştir.
Örneğin Metin And’ın bazı çalışmalarında da etraflıca değindiği ritüeller ve değer yargıları karşımıza çıkmaktadır.
“Bektâşîler, Alevîler, Kızılbaşlar vb. kesimlerde Muharrem’in ilk on günü ve gecesinde su içilmez, tıras olunmaz, çamasır degistirilmez ve yıkanmaz/yıkanılmaz,aynaya bakılmaz, bir sey koklanmaz, sarkı söylenmez, çalgı çalınmaz, dans edilmez,gülünüp eglenilmez, dügün gibi toplantılara gidilmez, canlılar –böcek bile- öldürülmez,cinsel iliski olmaz, tütün içilmez, Ayn-ı Cem yapılmaz, zinet esyası takılmaz. Bu süre zarfında bir mâtem içerisine girilir. On iki İmam için on iki gün oruç tutulur.”[3]
Bu inanca göre ibadet edenlerin uymaları gereken kurallar bütününü özetleyen Metin And günümüzde giderek önemi artan bir Alevi Bektaşi geleneğini tasvir etmektedir.
Muharrem ayı aynı zamanda İslami yılbaşı olarak da kabul edilmektedir. Her inanış sisteminde özel günler vardır. İslam inanışına göre Muharrem ayı kutsal bir aydır. Bu ayla ve özel günlerle alakalı Kur’an’da ayetler mevcuttur.
“Doğrusu ayların sayısı Allah yanında on iki aydır. Gökleri, yeri yarattığı günkü Allah yazısında, bunlardan dördü haram olanlardır. Bu, işte en payidar, en doğru dindir; onun için bunlar hakkında kendini,ze zulmetmeyin de müşrikler sizinle topluca savaştıkları gibi, siz de onlara topluca savaşın ve bilin ki, Allah korunanlarla beraberdir.”
Tevbe Suresi, 2-36 Kur’an –ı Kerim’in yüce meali, Elmalılı m. Hamdi Yazır, s.109
“Hz. Peygamber’in torunu Hz. Hüseyin’in ve çoğu Ehl-i Beyt mensubu 70’den fazla insanın siyasi ihtiraslar uğruna Kerbela’da şehit edilmesi nedeniyle Müslümanların ortak hafızasında büyük bir acının tarihidir.” T.C. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez
Muharrem ayının İslam dininde en büyük ayrılığın tohumlarının atıldığı bir ay olmasını da unutmamak gerekir. Haram aylardan kabul edilen bir ayda meydana gelen ve bir katliamla sonuçlanan saldırı islam dininde tamiri mümkün olmayan bir çatlak meydana getirmiştir. Bu olayı Prof. Dr. B. T.Menemencioğlu’ndan[4] okuyalım.
“Hicri takvime göre, Muharrem ayı Bektaşiler ve Aleviler için özel bir önem tasır. Muharrem ayını bu denli özel kılan, Bektasi ve Alevi dünyası için yine çok özel olan, “Kerbela” olayının bu ay içinde meydana gelmis olmasıdır. Her yıl “Kerbela” olayının yıldönümüne denk gelen dönemde, özel törenler uygulanır. Türkçe karsılıgı “tasa” anlamına gelen “kerb” sözcügünden hareketle olayın gerçeklestigi yere, “Kerb-ü bela” adı verilmistir. Bagdat’ın 90 km kadar güneybatısındadır. Fırat’a olan uzaklıgı ise 25 km.dir. Kerbela olayı sadece Bektasi ve Alevilerce degil, tüm islam dünyasınca bilinen, anılan ve üzüntü duyulan bir olaydır. Ancak, bu olay, Bektasiler’de ve Aleviler’de çok derin izler bırakmıstır ve bir “ibret olayı” olarak yasantılarında, günümüzde de önemli yer tutmaktadır. Kerbela olayının temelinde iki temel karsıtlıgın savası yatar. Bu karsıtlıklardın biri “iyi”yi, digeri “kötü”yü simgeler. Esit kosullarda bir savas olmadıgı için, diger bir deyisle taraflardan biri, bir anlamda tuzaga düsürüldügü için ise , “mazlum” ile “zalim”in savasıdır ve bir zulmün hikayesidir.”
Kerbela’da meydana gelen katliamın detaylı bir geçmişi de var. Günümüzde etkisisini sürdüren ve İki akraba ailenin birbiri ile mücadelesinin , bir iktidar mücadelesinin de trajik hikâyesidir bu. [5]
Kerbela olayı, bir çok din tarihçisi tarafından İslam dininde hizipleşmenin, mezhepleşmenin ana nedeni olarak gösterilir. Bu tartışmalarda görüldüğü kadarıyla ”Şia” ve ”Sünni” ve ”Harici” mezhep ayırımının ”teolojik” yanından çok siyasi sebep ve sonuçları belirginleşir. Din ve siyaset giderek ”inanç” ve esasları, ritüelik aykırılıklar, farklı bakış açıları yerine iktidar ve ”halifelik makamı” kutuplaşması büyük bir öneme sahip olur.
Muharrem ayı, günümüzde toplumun Şia kesimi tarafından ”Matem” ayı olarak kabul edilir. Bu matem Kerbela’da Yezid’in katliamının matemidir. İnananlar bu ayda oruç tutarlar. Muharrem orucu 12 gün sürer. Muharrem ayının onuncu günü ise âşure kaynatılır ve matem sona erer. Muharrem Orucu, bir susuzluk orucudur. Kerbela’da Yezid tarafından uzun süre susuz bırakılan ve sonra katledilen Hz. Muhammed’in torunu Hz. Hüseyin’in ve ailesinin anısına yas tutulur, su içilmez bir tür empati yapılır. Muharrem ayı ve onu takip eden Sefer ayı boyunca yas tutulur. Caferiler özel olarak ”Taşura” (dokuz) ve Aşura (on) günlerinde siyahlar giyerek, elleriyle başlarına ve göğüslerine , ellerindeki zincirlerle de sırtlarına darbeler indirerek yürürler. Bu yürüyüş Hz. Hüseyin ve ailesinin çektiği ızdırabı remzeder.
Hz. Muhammed’in vefatından sonra (MS. 632) oluşan idari ve ruhani boşluğu doldurmak amacıyla ”Halifelik” makamı etrafında ileri gelen kabileler arasında bir iktidar mücadelesi ortaya çıkmıştır.[6] Bilindiği gibi İslam şeriatında din ve devlet aynıdır. Hz. Muhammed hem devlet başkanı hem de dini lider olarak müstesna bir iktidara sahipti.
Ebubekir’in (632-634) ilk halife seçilmesi konusunda farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Ali taraftarları Ebubekir’in halife seçilmesini ruhani değil siyasi bir manevra olarak görürler. Esas fikir ayrılığı Kur’an’ın muhtevası üzerinde değil, Hz. Muhammed ile ”kan bağı ” konusunda ortaya çıkmaktadır. Ali taraftarları ”Ehl-i Beyt” mensubu olmayan birinin halife seçilemeyeceğini ileri sürerler. Bazı tarihçilere göre Hz. Muhammed sonrası ”Dört Halife Dönemi” olarak bilinen dönemde hilafet mücadelesinin çok kanlı geçtiği anlatılır. Doğrudur da suikastlar birbirini izler. Ebubekir’in vefatı etrafında da farklı görüşler vardır. Onun vefatıyla vasiyeti üzre yerine Ömer(634-644) seçildi.
Ömer’in bir suikastla öldürüldüğünü de unutmayalım. Ömer’in vefatı üzerine halife olan Osman(644-656), Mısır, Küfe ve Basra’dan gelenler tarafından Miladi 656 yılında öldürüldü. Onun yerine Ali (656-661) seçildi. Burada seçimlerde belirgin rol oynayan Haşimi, Emevi, gibi kabilelerin ileri gelenleri olduğu söylenir. Ali’nin halifelik dönemi anlaşmazlıkların arttığı, kabileler arasında husumetin çoğaldığı bir dönem oldu.
“Cemel savaşı”, “Sıffin savaşı”, Ali, Ayşe, Muaviye taraftarları arasında binlerce (verilen sayı on beş bindir) Müslümanın öldüğü üzücü olaylardır. Ali’nin de bir suikastla öldürülmesi ardından Ali’nin oğlu Hasan, belirli bölgelerde halife ilan edildi. (Mekke ve Medine)
Mısır ve Şam valileri ise Muaviye’ye biat edip Hasan’a itiraz ettiler. Savaş kaçınılmaz olmuştu. Hasan, kan dökülmemesi için Ehl-i Beht mensuplarının can güvenliği ve hilafet makamının saltanata dönüştürülmemesi şartlarını ileri sürerek halifelik talebinden vaz geçebileceğini Muaviye’ye bildirdi. Muaviye şartları kabul etti ve halife seçildikten sonra oğlu Yezid’i Halife ilan edeceğini duyurdu. Yezid, Hasan’ı zehirleyerek öldürmesi için eşi Ca’de yi bir rüşvetle ikna etti. Sözlü tarihe göre Yezid’in , Ca’deye 10 bin dirhem gümüş, Irak’ta 10 pare köy ve kendisini alacağını vaat ettiği söylenir. Hasan ’ın yüz kadar kadınla evlilik yaptığı ve boşadığı da rivayetler arasındadır. Bu Arap rivayetleri son derece can sıkıcıdır. Gerçek olup olmadığı bilinmeyen yüzlerce dedikodu üretilmektedir. Hasan’ın karısı Ca’de’nin de cinayet sonrasında Yezid’le buluşmaya gittiği Şam’da Yezid’in babası Muaviye tarafından oğluna da ihanet eder gerekçesiyle öldürtüldüğü söylenir. Yine bir söylenti.
Muaviye dönemi, İslamiyet Tarihi’nin dört halife döneminde başlayan ”hilafet”[7] geleneğinin ”saltanat”[8] haline dönüştüğü ve rekabetin ortadan kaldırılması için, cinayetlerin işlendiği suikastların ve toplu katliamların yapıldığı çok kanlı bir dönem olmuştur. Zaten İslam dininin yayılması da teolojik olarak değil siyasi olarak gerçekleşmiştir. Tam anlamıyla siyasetin dinin önüne geçtiği ve bunun kurumsallaştığı dönemler birbirini izlemiştir.
Yezid babası Muaviye’nin işaret ettiği düşmanları; Ehl-i Beht mensuplarını yani muhtemel muhalefeti ortadan kaldırmak için kendisine biat eden valilere Hüseyin ve tüm Ehl-i Beyt mensuplarının ortadan kaldırılması talimatını vermiştir. Hüseyin’in Medine Valisi aracılığıyla Yezid’e biat etmeyeceğini öğrenen Küfe halkının ileri gelenleri ve valisi Müslim, Hüseyin’e mektuplar yollayarak ısrarla gelip Küfe’ye yerleşmesi için davet ettiler. Hüseyin ailesini toplayarak büyük bir kervanla Medine’den Küfe’ye gitmek üzere hareket etti. Oysa bunun bir Yezid tuzağı olacağı başından belliydi.
Yezid’e bağlılığıyla bilinen Ubeydullah, Küfe valisi Müslim’i bir suikastla öldürerek yerine geçti. Yezid’in bu suikastte parmağı olduğu söylenir. Yezid’in talimatlarınaa göre hareket eden Küfe valisi Ubeydullah, Rey valisi tayin ettiği kıyıcılığıyla bilinen Ömer’i Hüseyin ve ailesinin kervanına saldırarak aileyi ortadan kaldırmakla görevlendirdi.[9] Bunu haber alan Hüseyin, bir aylık yolculuktan sonra yaklaştığı Küfe’[10]ye gitmekten vaz geçerek Mekke’ye gitmek üzere geri döndü. Kervanda birlikte seyahat ettikleri Iraklı Küfe’liler ayrılıp kervanı yalnız bıraktılar. Korumasız kalan kervana Rey Valisi Ömer büyük bir ordu ile saldırdı. Kerbela adı verilen susuz bir bölgede konaklamaya mecbur bırakılan Hüseyin ve ailesi günlerce susuz bırakıldı. Su alabilecekleri kuyulara nöbetçiler diken Ömer, tekrar Hüseyin’in Yezid’e biat etmesini istedi. Hüseyin kabul etmedi. Katliam başladı ve yetmiş Ehl-i Beyt mensubu hunharca katledildi. Başları kesilerek Küfe’ye Ubeydullah’a yollandı. Hüseyin’in yirmi yaşındaki oğlu Zeynel Abidin ve Hüseyin’in haremi zincirlere vurularak Şam’a götürüldü. Muharrem ayının onuncu günü (MS. 10 Ekim 680 tarihinde) vuku bulan bu katliam, tüm İslam aleminde büyük bir infial yaratmıştır. Bu nedenle her yıl Muharrem’in onuncu günü Şia mezhebinde matem günü, Aşura Günü, olarak bilinir. Aradan geçen 1339 yıla rağmen bu katliamı bir kan davası olarak hatırlayan büyük bir kitlenin olduğunu da unutmamak gerekir. Emevi Yezid İslam camiasını bir daha bir araya gelmemek üzere ikiye bölmüştür.
Öte yandan bu matem gününde Yezid’in katliamını alkışlayan Sünni Emevi zihniyetin de kutlamalar yaptığını, Ali taraftarlarına besledikleri kin ve düşmanlığı her fırsatta ortaya dökmeye hazır olduklarını da unutmamak gerekir.
Hilafet konusunda da bir kaç söz söylemek gerekir. Bilindiği gibi Emevi hanedanından sonra yine kan dökerek Mısır kökenli Abbasi hanedanları İslamın halifeliğini üstlenmişlerdir. Hilafet hep kanla ve kılıçla alınan bir savaş ganimeti olmuştur. Bu da İslam dininin aslında siyasi eğiliminin bir sonucudur. 6 Temmuz 1517 tarihinde Kahire’ye kılıç zoruyla giren Yavuz Sultan Selim Han, o zamanın Abbasi halifesi Ebu Bekir Bağdadi’nin halifelik unvanını kendi üzerine aldığını ilan etti. Halifelik makamının tüm sembollerini de yanında İstanbul’a getirdi. Oysa Araplar bu halifeliği asla kabul etmediler alttan alta kendi halifelik düzenlerini sürdürdüler. Osmanlı tarihi boyunca yirmiden fazla Arap isyanının temelinde hilafet konusu vardır. Günümüzde dahi Vehabilik ve Selefilik tarikatlarının ana amacı hilafet üzerinedir. Hilafet konusu çok derin bir konudur bir başka yazımızda bu konuya değineceğiz.
——————————————————————————————–
[1] Şii ve Sünni Topluluklarda Muharrem Ayı Etkinlikleri,Nuh Çakır, Yüksek Lisas Tezi, Erzurum 2008
[2] “Muharremü’l-Haram”
[3] Metin And,
[4] Bektasi ve Alevi Geleneklerinde “Muharrem”Prof. Dr. Belkıs (Temren) Menemencioglu
[5] Menemencioğlu
[6] Kerbela Methiyeleri, Bünyamin Çağlayan,Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstütüsü, Doktora Tezi, Ankara 1997
[7] “Bir fıkıh terimi olarak hilâfet, İslâm toplumumun ve devletinin başkanlığını ifade etmektedir. Hilâfette:
- a) Hâkimiyetin kaynağı Allah’tadır, bunu, -Allah böyle istediği için- ümmet temsil eder ve bir elde toplanması gereken selâhiyetleri seçim ve bey’atla halîfeye devreder, ümmetin denetim selâhiyet ve sorumluluğu devam eder. Halkın hâkimiyeti Allah’tan geldiği ve O’nun rızâ ve irâdesi istikâmetinde kullanılıp temsil edildiği için hilâfet demokrasiden de farklıdır. Demokrasilerde hâkimiyet -teorik olarak- kayıtsız, şartsız halkındır.
- b) Halîfe ümmetin rızâsı ile iktidara gelir ve iktidarda kalır.
- c) Halîfe olma vasıfları devam ettiği ve görevini uygun bir şekilde yürüttüğü müddetçe iktidarda kalabilir.
- d) Teşrî yetkisi Allah’a aittir (Kanun vâzıı Allah Teâlâ’dır). Ümmetin, müctehidlerin ve bunlardan birisi olarak halîfenin yetkisi, araştırma, yorum, ictihad, istişare yoluyla ilâhî kanunu keşfedip ortaya çıkarmak ve uygulamaktır. İlâhî kanunların kaynağı vahiy ve akıldır. Hüküm ve kanun önce açık vahiy ifadelerinde (âyetlerde ve hadîslerde) aranır, burada bulunanlar kanun şekline sokulur ve uygulanır. Meselenin, hâdisenin, konunun özel hükmü vahiy kaynağında yoksa, bu kaynağın genel (çerçeve) hükümlerine bakılır. Burada da aranan bulunamazsa yine -geniş mânâda vahye dayanan- fayda prensibine (akla) başvurulur; akıl, dînin amaçlarını ve bilimi, tecrübeyi, ihtiyacı.. göz önüne alarak en faydalı olan çözümü, uygulamayı keşfeder ve bu kanunlaştırılarak uygulanır. Zamanın ve şartların değişmesi ile fayda ve zarar durumu ve hükmü değişirse kanun da buna göre değiştirilir ve yeni kanun yine ilâhî ve şer’î olur (çünkü uygun metodlarla hep O’nun irâdesi keşfedilmeye çalışılmıştır, O’nun irâdesine uygundur diye benimsenmiştir).
Kazâ ve icrâ yetkileri ümmet adına halîfededir; halîfe bu yetkileri, ümmetin temsilcileri ile danışmalar yaparak Allah’ın irâdesine ve ümmetin menfâatine uygun olarak kullanır, kullandırır.
- e) Halîfenin yerine geçecek olanı belirleme selâhiyeti halîfeye değil, ümmete aittir. Halîfe aday gösterebildiği gibi, başkaları da aday gösterebilir. Adayın halîfe olması ümmetin seçip, rızâ gösterip bey’at etmesine bağlıdır. Halîfenin çocuklarının ve yakınlarının, yerine geçme bakımından bir imtiyazları yoktur.
- f) Hükümdarlar diledikleri kimselere danışarak veya hiçbir kimseye danışmadan devleti yönettikleri hâlde halîfe ümmete veya onun temsilcilerine -yönetimin amaca uygun olabilmesi için kimlere danışmak gerekiyorsa onlara- danışarak devlet işlerini yürütür.” Kaynak: http://www.hayrettinkaraman.net/kitap/meseleler/0988.htm
[8] Hilafet şûra esasına dayanır. Yani halife müslümanların istişâresi ve seçimi (bey’at) sonucunda işbaşına gelir. Saltanatta ise buna yer yoktur. Saltanat babadan oğula geçen bir hak olarak kabul edilir.
[9] Ahmet Cevdet, Kısas-ı Enbiya ve Tevârih-i Hulefa,
[10] Medine Küfe arası 1500 kilometre, Medine Mekke arası 600 kilometredir. Deve kervanları bir günde ancak 40-50 kilometre yol alabiliyorlardı.
[1] Dr. Baş, Eyüp, Aşure Günü, Tarihsel Boyutu ve Osmanlı dini hayatındaki yeri üzerine düşünceler, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, AüiFD XL V (2004), s’!)7 I, s. 167-190
[2] Cahiliye Dönemi: Cehl kökünden türetilmiş olup eski sözlüklerde bu kelimeye ilmin zıddı olarak genellikle “bilgisizlik” anlamı verilir. İslam din tarihçilerinin kullandığı bir kavramdır. Araplar’ın İslâm’dan önceki dönemine “Câhiliye” veya “Câhiliye çağı” (asrü’l-câhiliyye), adı verilir.