web analytics

 

Yürümek bir spor dalı mıdır? Aslında sorulması gereken soru spor nedir? Yürümek nedir? İnsanın yaşamında yürümenin önemi nedir? Bütün bu soruların çok basit cevapları da var, karmaşık cevapları da. Herkesin yaşam tecrübesine göre şekillenen bu kavramların anlam alanları da farklı. İnsandan insana değişiyor. “Peripatos”[1] antik Yunanca bir kelime. Gezinmek anlamını taşıyor. MÖ. 3. Asırda Aristoteles’in kurduğu felsefe okulunun adı da Peripatos Okulu imiş. Aristoteles derslerini bahçede gezinerek anlatırmış. Öğrenciler yürüyor ve dinliyor. Bugünkü gibi oturup sıkıntıdan patlamıyor.

Küçük yaşlarımda başladığım doğa yürüyüşlerinin benim için çok farklı bir anlamı vardı. Vaz geçemediğim bir tutku idi benim için  yürümek. Düşüncelerimi toparlamak, hayallere dalmak için yürümek çok önemliydi.  Doğa yürüyüşlerine tam olarak ne zaman başladım hatırlamıyorum. Küçük yaşlardan beri yürüdüğüm yaylalar, dağlar, ormanlar hafızamın bir yerlerinde hala duruyor. Tüm detayıyla olmasa da çoğunu hatırlıyorum, dereleri, dumanlı dorukları, çiçekleri, hayvanları, kokuları.

Babamın görevi gereği on beş yaşıma kadar Anadolu’da dolaşmadığımız yer kalmadı desem yeridir: Sivas, Erzincan, Bitlis, Siirt, Bolu, Ankara, Eğirdir, Isparta benim hatırladıklarım. O bölgelerde okullarda edindiğim arkadaşlarla doğa yürüyüşleri yaptığımızı hatırlıyorum. O zamanlar doğa bugünkü kadar işgal altında değildi. Evlerin çok büyük, meyve ağaçlarıyla dolu  bahçeleri vardı. Evlerin damları ağaçlardan görünmezdi. Evlerin arasından akan dereler vardı. Suları  temizdi. Okula gitmediğimiz zamanlar birkaç arkadaş yanımıza ekmek (kara buğday köy ekmeği), peynir (maydanozlu çökelek), domates, biber  alıp yörenin en yüksek tepesine  çıkar oradan manzarayı seyrederek karnımızı doyururduk. Tepelere  çıkmak ne kadar sürerdi hatırlamıyorum. İnerken koşarak inerdik. Ayakkabılarımız, giysilerimiz günlük kullanıma uygun basit şeylerdi, taşlar ayağımıza batar, rüzgar, yağmur  içimize işlerdi. Aldırmazdık. Çünkü özel doğa kıyafetlerinin varlığından haberdar değildik. Tek bildiğimiz şey asker postallarının taşlara, kayalara dayanıklı olduğuydu.  Postal bulmak çok zor değildi.

Şimdi yıllar sonra düşünüyorum da bizim yaptığımız tırmanışlar, yürüyüşler, kamplar, bisiklet gezileri spor faaliyeti olarak kabul edilebilir miydi? Yoksa boş zamanımızı değerlendirmek için keşfettiğimiz  eğlenceler   miydi? Çok eğlendiğimizi hatırlıyorum. O dağların zirvelerinden aşağılara kuşlar gibi çığlık çığlığa uçardı çocuk ruhumuz. O zamanlar dağ bisikleti yani o kalın tekerlekli çelik gibi “mountain bike” yoktu. Robusto marka bisiklerimiz vardı.  Dağ ve orman yollarına sürerdik bisikletleri. Ormanlarda, göl kenarlarında izci kamplarına giderdik. Amerikan, İngiliz, Belçikalı  ve Alman  izcileriyle birlikte kamp yaptığımız da olurdu. NATO yılları ne de olsa. Yabancıların giyim kuşamlarına, araç gereçlerine içimizi çekerek bakardık. Sırt çantasını, yürüyüş botunu ve yürüyüş batonlarını  ilk kez gördüğüm günü hatırlıyorum. Amerikalılar en iyi ekipmana sahipti. Kızılderililerin geleneklerini kurumsallaştırarak izcilik bilgilerine dönüştürmüşler. Çok bilgili yabancı oymak başlarıyla beraberiz. Ok atıyoruz, balta atıyoruz, iz sürüyoruz, yenmesinde sakınca olmayan otları öğreniyoruz, zararlı ve zararsız canlıları tanımlıyoruz. Gökyüzünü ve yıldızları öğreniyoruz. Harita okumayı, haritada yön bulmayı, pusula kullanmayı anlatıyorlar. Uygulamadan öğrenmek zor. Başımızda usta izciler var. Teğmen rütbeli hepsi. Yirmili yaştalar.  Rütbeler ok simgeleriyle veriliyor. İlk ok işaretini almak için doğada iki gece yalnız geçirmek gerekiyor. Sonraki oklar ise bilgi derecesine göre veriliyor. Usta izci olmak için yirmi yaşını doldurmak ve beş ok almak gerekiyormuş. İlk ok işaretimiz için bir akşamüstü beni ve birkaç kişiyi ana kamptan çok uzakta bir yerlere götürdüler. Usta izcilerden biri  bana dere kenarında bir bölge gösterdi. Buluşma noktasına birlikte taş toplayarak bir “baba” yaptık. İki gün sonra beni oradan alacağını, saklanmak gerektiğini  söyleyip gitti. Ateş yakamam. Saklanmak şart. Eğer bölgeyi tarayan öncüler gece seni bulurlarsa diskalifiye oluyorsun ve  işaretini alamıyorsun. Havanın kararmasına bir iki saat var. Bu süreyi saklanacak bir yer arayarak değerlendirmek istiyorum. Korkuyor muyum? Evet. Usta izcinin bana gösterdiği buluşma noktasından uzaklaşmam gerektiğini düşünerek dereyi takip ederek orayı kuş bakışı gören tepelerden birine tırmanıyorum. Sedir ağaçları arasında saklanmak daha kolay. Kayalık araziye gelince geceyi geçirebileceğim bir yer arıyorum. Bir kayanın dibinde kuytu bir yer buluyorum. Etrafımı çalılarla kamufle ediyorum. Burada beni kimsenin bulamayacağını düşünüyorum. Nitekim gece öncülerin aşağıda ellerinde fenerle arama yaptıklarını görüyorum. Benim bulunduğum tarafa kimse gelmeyince rahatlıyorum. Birinci ve ikinci geceler böyle stres altında geçiyor. Suyumu ve yiyeceklerimi idareli kullanıyorum. Ok almayı başarıyorum. Doğada olmak, gizlenmek, yapayalnız kalmak iyi bir eğitim esasında. Gece milyarlarca yıldız altında varoluşunu hissediyorsun. Doğada insanın en büyük yardımcısı yine kendisi esasında. Doğada olmak spordan da öte bir şey. Bir yaşam biçimi esasında. Spor da öyle değil mi? Yaşamının önemli bir parçası haline getirdiğinde sana katacağı çok şey olan bir çalışma esasında. Çoğu kişi elit spor ile sağlık için yapılan sporu birbirine karıştırır. Spor yıldızlarını yüceltir, sağlığı için spor yapanları aşağılar. Bu tavır özellikle Türkiye’de var. Nitekim kavramın tarifleri de aşağıdaki gibi yapılıyor:

“Spor teknik, kurallar, puanlama ve rekabet meselesidir, durmadan öğrenmeyi ve çalışmayı gerektirir, duruşları tanımak, doğru hareketleri bir araya getirmektir. Doğaçlama ve yetenek çok sonra gelir. Spor skor tutmaktır.”

Bu yukarıdaki spor tarifi sanki elit sporcular için yapılmış; her etkinliği kapsamıyor,  yeterli bir tarif değil. Doğa sporları için literatürde verilen tarif de eksik gibi görünüyor:

“ 1786 yılında biri doktor iki Fransızın Avrupa’nın en yüksek doruğu olan Güney Doğu Fransa’da bulunan Mont Blanc’a 4807 metre tırmanmasıyla, modern doğa sporları başlamıştır.”

Dağ tırmanışı ötesinde antik çağdan bu yana ticari, dini ya da askeri amaçlarla yapılan yürüyüşler vardır. Bunlar arasında en önemlisi yine batı kaynaklarına göre, St.Paul, Marco Polo’nun seyahatleridir. Keşif amaçlı doğa etkinliklerini de doğa sporları sınıflandırması içinde görebilir miyiz?

İnsanların  her şeyi bir yere bağlama düşünce tarzının bir diğer göstergesi de bu. Sanki daha önce hiç kimse o yüksekliklere tırmanmamış gibi bir milat başlatma eğilimi. Eğer dünyada merkezi bir kayıt ünitesi olsaydı ve tüm olan biten bu deftere kaydedilseydi  belki daha inandırıcı olurdu. Oysa biliyoruz ki zirve defterleri öncesinde de zirve yapanlar bir şekilde bir kayıt bırakıyorlardı doruklara.

“Spor” kavramı Türkçe’ye yabancı dillerden giren kavramlardan biri. Oysa antik çağlardan bu yana  spor karşılaşmaları yapılıyordu. Rekabet unsuru içeren oyunlar da spor kavramı içinde sayılıyor. Spor aktiviteleri boş zamanla da irtibatlandırılan bir kavram. Avcılıkla geçinen toplulukların milyonlarca yıl doğa sporu yaptıklarını söylememiz her halde çok komik olur.  İnsanlık, günümüzden on bin yıl öncesine kadar, yaklaşık olarak 2-2,5 milyon yıl boyunca, avcı-toplayıcı bir geçim ve yaşam tarzı sürdü. Bu zaman dilimi hiç te azımsanır bir süreç değildir. Bu hem bir geçim hem de bir yaşam tarzıydı. Oysa günümüzde avcılık bazı çevrelerce  bir spor olarak kabul ediliyor.  10,000 yıl öncesine kadar devam eden iklim ve çevre koşulları, böyle bir yaşamı ve geçimi zorunlu kılmış, insanlar da  doğada hazır bulunan ya da kendi kendine yetişen besin kaynaklarının tüketilmesi üzerine yaşamlarını kurmuşlar. Günümüzün avcıları spor adına yüzlerce canlının yaşamına son veriyor ama öldürdüklerini yemiyorlar. Bu paradoksu çözmek için mücadele veren STK’la var: sonuç almak için avcılık sektörünü kullanan silah tüccarlarının sıkı denetimlere tabi tutulması gerekir.

Tarım toplumuna geçiş insan yaşamını da değiştirmiştir. Daha sonra modern endüstri yaşamı ise insanı doğadan uzaklaştırmış şehirlere yerleşen insanların doğal yaşamı bir tür “recreasyon” , yeniden doğuş gibi algılayarak, doğa sporlarına yönelmesine neden olmuştur. Şehirlerdeki parklar ve bahçeler doğa özlemini yeterince tatmin edememektedir.

Doğa yürüyüşleri kırsal alanda yaşayan insanların günlük yaşamının bir parçasıdır. Köyde ya da yaylada yaşayan insanın bir yerden bir yere spor yapmak amacıyla değil de yaşamının bir parçası olduğu için yürüdüğünü düşünmeliyiz. Karadeniz yaylalarında yaşayanlar gidecekleri yere tırmanmadan varamazlar. Aralarında kaç kişi acaba Kaçkar zirvesine tırmanmayı düşünür? Oysa büyük şehirlerde yaşayan gezginler dağlarda zirve tırmanışları, fotoğraf turları düzenlemektedirler.

Yürüyerek bir yerden bir yere gitmek binlerce yıldır insanların yaptığı bir şey esasında. Hangi amaçla olursa olsun yürüyerek bir yerden bir yere gitmenin belirli bir amacı olması gerekiyor. Öte yandan Aristoteles’den bu yana felsefecilerin çoğu yürümenin erdemleri üzerinde durmuşlardır. Örneğin Friedrich Nietzsche (1844-1900) :

“Ben,” der Zerdüşt, “bir gezgin ve dağcıyım; düzlüklerden hoşlanmam ve görünüşe göre uzun süre kıpırdamadan oturamam. Beni bekleyen kader her neyse, yaşayacak daha neyim varsa, yürümek ve dağa tırmanmak olacak içinde: kişinin tecrübe edeceği şey nihayetinde hep kendisidir.”

Nietzsche için çıkmak, tırmanmak, yükselmek demektir yürümek. Yürümenin erdemleri saymakla bitmez. Bir başka düşünür de şöyle demiştir:

“Yürürken kendine güvenin ve cesaretin sahici göstergesi yavaşlıktır. Fakat burada tam anlamıyla hızın zıddı olmayan bir yavaşlıktan söz ediyorum. Bu öncelikle adımların son derece istikrarlı olmasıdır, yeknesaklıktır.İyi, yürüyüşçü süzülerek gider ve adımları yarım daireler çizer. Kötü yürüyüşçüyse bazen hızlı ilerleyebilir, süratlenebilir, sonra yavaşlayabilir. Hareketleri kesiktir, adımları köşeli açılar çizer. Ani süratlenmelerle kazandığı hızın ardından soluk soluğa kalır. Coşkuyla hareket etmenin, bedeni itip kakmanın sonucu kan ter içinde kalmış kıpkırmızı bir surattır. Yavaşlık tam olarak aceleciliğin zıddıdır.”

Doğru söze ne denir? Özellikle kalabalık gruplarla yürüyüş yapıldığında aksaklıklar ortaya çıkmaya başlar. Likya Yolu’nu ilk yürümeye başladığım yıllarda kalabalık gruplarla yürümek zorunda kalıyordum. Bir otobüs, iki otobüs bazen üç otobüs dolusu insan aynı parkurda yürüyüş yapıyorduk. Farklı yürüyüş kapasitesi olan insanların olduğu varsayılarak büyük grup ikiye ayrılıyordu. Uzun parkur grubu 15-20 km. Kısa parkur grubu 8-10 km. Her iki grupta da yürümek kolay değildi. Gözlemlediğim kadarıyla başta ve sonda yürüyen rehberlerin tecrübesine göre değişen bir hızda yürüyüş yapılıyordu. Bu gruplarla yürürken en rahatsız olduğum  konu arkamdan gelenlerin mesafe ayarını yapmayıp ikide birde bana çarpmaları, dikkatimi dağıtarak dallara çalılara takılmama neden olmalarıydı. İlk tecrübelerden sonra en arkadan artçı adı verilen rehberin önünde yürümeye başladım. Grubu belirli bir tempoda yürütmek isteyen gayretkeş rehberler neredeyse koşar adımla gidiyorlardı. Kalabalık gruplarla yürümenin sakıncaları iki yönlü: Birinci yönü doğaya verilen zarar; ezilen çiçekler, sürgünler, kopartılan meyveler, öldürülen doğa canlıları. Bazı grupların başta rehber olmak üzere ellerinde taşlarla yılan kovaladıklarını da gördüğümü söylemeliyim. Yürüyüş grubu doğaya zarar veren bir mekanizmaya dönüşüyor. Rehber ticari düşündüğü için kimseyi küstürmek istemiyor. Ticari doğa rehberlerinin  grubu ne kadar kalabalık olursa kazandıkları para da o kadar fazla oluyor. Amatör ruhla doğa yürüyüşü düzenleyen rehberleri de çok gördüm. Her türlü insan var. Ama burada önemli olan konu doğa yürüyüşüne katılan kişinin psikolojisi. Eğer katıldığı grup psikolojisini bozuyorsa o etkinlik bir işkenceye dönüşüyor olabilir. Nitekim yürüyüş sırasında car-car konuşanlar, müzik dinleyenler, bağırıp çağıranlar kısacası doğanın ve yürüyüşçülerin sükunetini bozanlar varsa o etkinlikten bir fayda sağlamak mümkün değildir.

Yürümenin sırrı biraz da burada gizlidir. Yürüyüşçü günlük yaşamında zaten bir çok olumsuzlukla cebelleşmektedir. İş yaşamı olsun, özel yaşamı olsun var olan olumsuzluklardan biraz olsun uzaklaşmak, tahammülünü artırmak, hoşgörüsünü çoğaltmak için doğaya çıkmıştır.

Onun psikolojisini aşağıya çeken esasında doğa değil etrafındaki insanlar ve onların bilerek veya bilmeden kurguladığı olaylardır. Doğa yürüyüşünde olumsuz davranan insanlarla karşılaşmak ise çok büyük bir talihsizliktir. Doğa gruplarında her tür insan bulmak mümkündür. Grupla gidildiğinde seçme hakkı oldukça kısıtlıdır. Otobüste yanınıza kimin  oturacağını seçemeyebilirsiniz.

Genellikle yürüyüş yapılacak olan parkurun başlangıç noktasına varış bir iki saat sürer. Bu süre içinde eğer yanınıza kilolu, sigara içen veya geveze biri oturursa daha yürüyüşe başlamadan enerjiniz yarı yarıya düşer. İkinci olarak yürürken önünüzdeki ve arkanızdaki kişiyi seçemeyebilirsiniz ama geri kalarak veya ileri giderek onlardan kurtulabilirsiniz. Üçüncü olarak da dönüş yolunda  bangır bangır “Ankara’nın Bağları” müziği çalmak isteyenlere hayır diyemezseniz bu doğa yürüyüşünün size geri dönüşü kabus gibi olacaktır.

O an otobüsü ve o müziği çaldıranları da seçemeyebilirsiniz. Seçme hakkınız çok kısıtlı. Kulaklığınızı takıp, gözlerinizi kaparsınız ya da en arkada kalıp artçı rehberin üzerine oynarsınız. Ama bütün bunlara ne gerek var diye düşünüyorum artık. Kalabalık gruplarla doğada yürüyüş yapmayı kabul ettiğiniz anda tüm yukarıda saydığımız olumsuzluklara davetiye çıkartıyorsunuz. Yürümek için büyük gruplara ihtiyacınız yok. Bu büyük gruplar biraz da sosyalleşmek isteyenler için rehber tarafından uygun hale getiriliyor. Bir tür “eş-bulma” seansı gibi düşünmek lazım. Bu da bir ihtiyaç. Yürüdüğüm gruplar içinde arkadaş arayanlar da vardı arkadaş bulanlar da. Aranan arkadaş bulunduktan sonra gruba gerek duymuyorlar genellikle. Ortadan kayboluyorlar. Tecrübeli bir rehberin gözlemlerine göre bu tür arkadaşlıklar kısa vadeli oluyormuş.

Yürürken tek hareket eden şey yürüyenlerdir. Başkla hiçbir şey hareket etmez. Yürüdükçe manzara değişir. Eğer bir dağ tırmanışı ise perspektif değişir, manzara küçülür, zirve yakınlaşır. Yürürken bizi çevreleyen doğa, renkler, kokular, tatlar harmanlanır, damıtılır bize hoşluk olarak geri döner. Eğer olumsuz etkiler varsa bu hoşluk ıstıraba dönüşür. Her doğa grubunun kendi çekirdek katılımcısı oluyor. Bunlar aynı yönde düşünen, birbirlerinin dilinden anlayan arkadaşlar. Her hafta sonunda birlikte yürüyorlar. Beklentiler biliniyor. Yürüyüş sırasında kimin hangi davranıştan rahatsız olacağı da biliniyor. İşte böyle grupların çekirdek kadrosu taş çatlasa dört ya da beş kişi oluyor. Dernekleşen fakat kurumsallaşamayan doğa grupları da var. Rehberin egosu ön planda olmak üzere katı disiplin uygulanıyor. Katılımcılar belirli kurallara uymaya zorlanıyorlar. Bu tür grupların genellikle katılımcıları kalıcı olmuyor. Zorla güzellik olmuyor. Doğada ego şişkinliği genellikle ters teper.

O zaman akla şu soru geliyor: Acaba insan doğada yalnız mı yürümelidir?

Nietzsche, Thoreau, Rousseau gibi “Peripatos” ekolünden gelen düşünürler insanın yalnız yürümesinin daha doğru olduğunu söylerler. Neden mi? Yürümenin felsefesini incelemiş olanlara kulak verelim:

“Birlikte yürürken adımlar çarpışır, aksar, yanlış hızda gider. Yürürken öncelikle temel ritminizi bulmanız, onu korumanız lazımdır. Doğru temel ritim size uygun olan, sizi yormayan ve tükenmeden on saatten fazla yürümenize olanak veren ritimdir.Bir başkasının ritmini yakalamak, yani normalden daha hızlı ya da yavaş yürümek zorunda kaldığınızda bedeniniz bu adımları gerektiği gibi takip edemez. Ama yine de mutlak yalnızlık şart değildir. Yanınızda 3-4 kişi olabilir, bu şekilde konuşmadan ilerleyebilirsiniz.”

Doğada olmak bazı kişiler için pek fazla bir şey ifade etmez. Gürültülerine devam ederek etrafı taciz etmeyi sürdürürler. Öte yandan doğayı tanımak isteyen, öğrenmek isteyen ve giderek doğayla bütünleşmek isteyenler her şeyi gözlemlerler. Canlı cansız karşılarına çıkan tüm hareketsiz ve hareketli şeyleri gözlemler, anlamaya çalışırlar. Onlar için doğada yürümek sanki kütüphane rafları arasında kitap okumak gibidir. Sessizdirler. Doğanın sesini dinlerler. Tüm dikkatlerini yürüdükleri doğa parçasına verip sakinleşirler. Yürünen zemin çok büyük bir önem taşır. En keyifli yürüyüş parkurları orman içi patikalardır. Öncelikle orman toprağı yumuşaktır. Yürüyüşçünün kaslarının sertleşmesine sebep olmaz. Ağaçlar karbon dioksit gazını abzorbe ettikleri için ormanda solunan hava şehirlere göre  çok daha sağlıklıdır.

Orman sürprizlerle doludur. Her an karşınıza endemik bir canlı çıkabilir.  Bir sincap, bir kuş, bir orkide belki de bir tilki sizi selamlayabilir. Rüzgârı hiç hafife almayın. O tatlı esinti, derelerin şırıltısı, böceklerin vızıltısı doğanın sizin için çaldığı bir senfonidir. Yağmur da yağıyorsa eğer unutulmaz bir gün geçireceksiniz demektir. Yağmur damlalarının ağaç yapraklarına, toprağa düşmesini tatlı bir mırıltı halinde duyabilirsiniz. Yağmurun o kendine has kokusu ormanın ruhuna karışır. Bir mucizeye tanıklık edersiniz yürürken. Orman patikası sizi bir tepeye ulaştırır. Oradan tüm vadiyi kuş bakışı seyredersiniz yağmur altında. Ormandan yükselen sisin yayılışını izlersiniz. Bulutlar aralanır güneşin ışıkları ormanın üzerine düşer. İşte gök kuşağı tüm renkleriyle vadide bir renk kubbesi oluşturuyor. Sadece sizin için.

Gördüğünüz, görebildiğiniz  her şey size özel. Doğanın bir parçasısınız artık. Varoluşunuzun en kutsal anını yaşıyorsunuz. Bu anı hiç kimse sizin elinizden alamaz. Bu an ebediyen hafızanıza kazınacak ve orada kalacaktır.

Yürümek biraz da özel anları biriktirmektir.

Genellikle çok az kişinin  ayak bastığı platolarda, yaylalarda yürümek bende çok farklı duygular yaratıyor. Dağ tırmanışları, zirveler, buzul gölleri akarsular, antik kentler, kanyonlar doyumsuz anlar olarak hafızamda yaşıyorlar. Ne zaman gözlerimi kapatsam o anılara geri dönebilirim. Özel bir anı arşivi. Yıllar önce de yaşanmış olsa hala tazeliğini ve netliğini koruyan bir fotoğraf karesi gibi.

Hakkari’den Avaspi, Sat Gölleri, Cilo buzul şelaleleri, travertenler, Yenice ormanları, Hazindag, Pokut, Huserl, Avusor, Dadala, yaylaları, Kaçkar buzul göllerinin hepsi, Verçenik, kapılı gölleri, Yedigöller, Küre dağları, Karçallar, Lekoban, Cancir, Maden yaylaları, Maral şelalesi, ve daha yüzlerce şelaleyi o doğa harikası olan yerleri ziyaret ettim, yürüyüşler yaptım. Bir çoğunu kitaplarımda anlattım. Anlatmadıklarım, kendime sakladıklarım da var.     Geçen yıl Aladağlarda Yedigöller platosunda yaptığımız yürüyüşün özel anlarını her zaman hatırlıyorum. Rehberimiz dahil beş kişiydik. Sabah erkenden platodaki gölleri keşfetmek amacıyla yola çıkmıştık. Buzul göllerinin üzerinde sabahları oluşan o sis güneşin ilk ışıklarıyla alevden bir nehre dönüşüyor. O nasıl bir renk cümbüşüdür, o ne kadar özel bir andır sadece siz biliyorsunuz. Doğayla sizin aranızda gizli kodla yazılmış bir senaryo. Üç bin metrede insan nefes nefese kalıyor. Sık sık durup dinlenmek ve bol sıvı tüketmek gerekiyor. Güneş yükseldikçe ısı artıyor. Gündüz ve gece arasındaki sıcaklık farkı neredeyse otuz dereceye yakın. Güneş daha yakıcı. Eğer korunmazsanız cildiniz bu şiddete dayanamayabilir. Güneş gözlüğü ayrı bir zorunluluk. Güneş ışıkları o kadar güçlü ki gözleriniz zarar görebilir. Dağcılarda göz hastalıkları özellikle de katarak çok sık görülürmüş.

Her şeye karşın yürümek demek düşünmek ve  algılamak  demek. Ruhunuzla bir diyalog başlatıyorsunuz. Bu diyaloğu sürdürürken rahatsız edilmek istemezsiniz. Bu diyaloğu kuramayanlar ise yürüyüşlerde uyumsuz davranışlar sergileyenlerdir. Onlardan uzak durmak gerekir.

 

[1]  Felsefe Sözlüğü Peripatos Okulu. (Felsefe Sözlüğü) : Antik çağ Yunan düşünürü Aristoteles’in (İ.Ö. 384-322) kurduğu okuldur. Buna Likeon (lise) okulu da denir. Aristoteles derslerini ikeon’da gezinerek verirmiş. Sözcüğün Yunanca aslı gezinerek tartışan anlamındadır. Peripatos okulu, doğrudan doğruya Aristoteles ve ölümünden sonra öğrencilerinin ders verdiği okuldur.

Yürümek Spor Mudur?

Post navigation