Dersim fotosafari dönüşümde çektiğim fotoğraflar üzerinde çalışırken özellikle Munzur’un iki kıyısını birleştiren o karlarla kaplı güzelim asma köprüye gözlerim takıldı. Kar bir başka türlü yağıyor Dersim’de. Her yeri örtüyor. Belki üç belki beş, bazı yerlerde on metre kalınlığında kar tabakaları oluşuyor. Yolları açan araçlar kar tünelleri oluşturuyor. Munzur’un iki yakası buz tutuyor. Elli kilometre uzunluğundaki Munzur vadisi boyunca akan Munzur, zaman zaman buz tabakalarının altından akıyor. Bazı yerlerde beyaz renkte akıyor. Sanki bir buz tabakası hareket ediyor gibi. Toprağın rengine göre akıyor su. Kimi yerde beyaz, kimi yerde kızıl, kimi yerde yeşil. Asma köprü sanki iki kar kütlesini birleştiriyor. Bir sonsuzluk öbür sonsuzlukla birleşiyor. Karların ağırlığından olacak köprünün ortası neredeyse suya değecek. Çektiğim fotoğrafa bakıyorum bir yandan da düşünüyorum.
Doğanın bu kadar saf hali acaba başka nerede vardır? Milli parkın hiçbir yerinde bir bozulma, kirlenme yok. Varsa da kar hepsini örtüyor. Bu Munzur suyunun yerel halk tarafından kutsal kabul edilmesiyle alakalı belki de. Dersimli Munzur’u asla kirletmez deniyor. Çöp atanlar yabancılarmış. İnsanların Munzur ile olan ilişkisi tarihsel nedenlere dayanıyor olmalı. Binlerce yıldır bu coğrafyanın baş aktörü, can damarı. Kış mevsiminde görüntüsü çok farklı buraların. Suyun kar ve buz hali söz konusu. Miletoslu filozofların bakışıyla suyun halleriyle olan ilişkisi Miletos’lu Thales’in düşüncelerinde vardı. Yoksa Thales akıl yürüterek mi bu sonuca ulaşıyordu? Eğer Thales Munzur kıyısında yaşasaydı mutlaka çok daha farklı düşünürdü.
Günümüzde “Ontoloji” adı verilen varlık bilgisi ya da daha gözde deyişle varlık felsefesini tam da düşünecek yer burası. İşte bu köprünün bir kıyısı “varlık”, öbür kıyısı “varlık ötesi”. Köprünün başında zaman duruyor aslında. Lapa lapa kar yağıyor ve ben dilim ve aklım tutulmuş halde Munzur’u seyrediyorum, daha doğrusu onun sessizliğini dinliyorum. Oraya birlikte gittiğim grubu görmüyorum, duymuyorum.
Kar tanelerinin suya düşerken çıkardığı sesi duymaya çalışıyorum. Dağ keçileri sarp yamaçlarda yiyecek arıyor. Onların ayak sesleri bile duyuluyor. Bizden korkmuyorlar. Onların bulunduğu yere ancak kartallar ulaşabilir. İşte insanın yaşamında belki de birkaç kez rastlayacağı kadar güzel bir an. Bir an kısa da olabilir uzun da. O köprünün başında uzun bir an yaşadım ben. Tasavvuf düşüncesinde “An -ı daim” denir ya.
Yaşanan anın içine saklanan o ezeli ve ebedi zaman yani sonsuz zaman gibi. Tasavvuf düşüncesinde belirgin olan teklik, birlik, evren düşüncesi ile Stoacı’ların düşünceleri arasında ne gibi paralellikler olabilir ki? Ne diyorlar? “Consensus Gentium” Eğer insanların çoğunluğu bir şeyin var olduğuna inanıyorsa o zaman bu inanılan şey gerçektir. Bu argümanı ne için kullanıyorlar? Tanrının/tanrıların var olup olmadığı konusunda bir tür ispat olarak kullanılıyor. Stoacılar genel olarak bilinen ve var olduğuna inanılan tanrıların, insanlar sırf inanıyor diye var olduğunu kanıtlaması gerekir düşüncesindeler.
Gerçek o kadar tartışmalı bir kavram ki, her yöne çekilebilir. Duyular yönüyle elde edilen bilgi çerçevesinde var olduğuna inanılan evren de gerçektir o vakit. Bilgi akıl yoluyla elde edilemez diyor Stoacılar. Akıl yoluyla elde edilen bilgi sanaldır, gerçek değildir. “Episteme” yani gerçek bilgiye ulaşmak için beş duyunun kullanılması gerekir. Sezgiyle algılanan bilgi bilgi değildir, dolayısı ile gerçek değildir. Stoacılara göre duyuların öne çıkması gerekir. Stoacılığa bir anlamda “ütopya”cılığın ilk hali de denebilir. Roma dönemine kadar taşınan Stoacı düşünceler Cicero gibi düşünürlerin de kamusal görevleri icabı zamanla değişerek devlet idaresinde uygulanmaya başlar.
Doğa içinde bir çok sır saklıyor. Bu sırları çözmek de insana özgü bir şey. Munzur’un kıyısında Stoacı Zenon’u düşündüm uzun uzun. Doğada neyi keşfettiğini, sosyal yaşamla nasıl bir paralellik kurduğunu hatırlamaya çalıştım. Kent devletlerinin en güçlüsü Atina’nın ünlü çarşısının (Agora) sütunlu caddesinde felsefe yapan düşünürleri hayal ettim. Dile kolay tam iki bin beş yüz yıl öncesini hayal etmeye çalışıyorum. Arkeolojide Stoa antik kentlerde iki yanı sütunlarla dolu caddelere verilen ad olarak biliniyor. Kentin ileri gelen asillerinin dolayısı ile devlet adamlarının sponsor olduğu bu caddelere anı sütunları, ithaf yazıtları dikiliyor. Stoacılar da “cadde felsefecileri” olarak tanımlanabilir.Platon’un “Academia” sının bir başka biçimi de denebilir. Nehir kıyısında felsefe yapanlar da var. Diyalektikciler, Budistler, ve diğerleri.
Stoacıların esas üzerinde durdukları konu doğanın kuralları idi. Burada Munzur’un kıyısında kar yağarken elimde fotoğraf kamerası durmuş doğanın kurallarını düşünüyorum. Ne olabilir ki? Birinci olarak mevsimlerin dönüşümü denebilir mi? İşte şimdi bu lapa lapa yağan kar her şeyi değiştiriyor. Burada yaşamak zorunda olsaydım karda yaşamayı öğrenmek zorundaydım. Yiyecek bulma konusu da ayrı bir sorun olarak karşıma çıkardı. Bu karda ne yapabilirdim ki? En azından karın yağacağını ve uzun bir kış olacağını düşünerek hazırlıklı olmam gerekirdi.
Neden burada şimdi Munzur suyunun kıyısında Stoacıları düşünüyorum? Doğayı böylesine yoğun bir biçimde düşüncelerinin merkezine oturttukları için. Stoacılık felsefede çok önemli bir akım. Neredeyse yedi yüzyıl boyunca etkili olan bir düşünce sistemi. Helenizasyon döneminde MÖ. Dördüncü yüz yılda Zenon bir Finikeli olarak “mutlu olmak için bilge olmak gerekir” diyordu. Bilge olanlarla cahilleri ayrı kategorilere ayırıyor, doğayı iyi anlayanların bilge kişiler olduğunu söylüyordu. En parlak dönemini yaşayan Atina kent devleti artık kaosa doğru sürükleniyordu.
Toplumsal kalkınmanın motoru olan kölelik sistemi giderek toplumdaki sınıflar arasındaki farkları büyütüyordu. Asiller ve toprak sahipleri giderek zenginleşiyor, demos yani halk fakirleşiyordu. Halktan gelen baskı arttıkça politikacıların gelecek korkuları da artıyordu. Ürettiği artık değeri satamayan toprak sahipleri, depoları dolu ama çaresiz bir şekilde site idaresine baş kaldırıyordu. Mutluluğun hiç olmadığı yıllar. Sorunlu yıllar. İşte bu ortamda Zenon tüm mallarını yitirmiş bir şekilde beş parasız halde Atina’ya geliyor ve mutluluğun doğada aranması gerektiğini söylüyordu.
Zenon, Stoadaki öğrencilerine Sokrates ve Platon gibi rasyonalistlerin yanıldığını söylüyordu. Munzur’un kıyısında buzlu sulara bakarak rasyonel akılla nereye gidebilirsin ki? Akan buzlu suyu aklımla mı yoksa duyularımla mı kavrayacağım? Suyun ne kadar soğuk olduğunu aklımla kavrayabiliyorum ama nasıl bir duygu olduğunu anlamam için görmem ve dokunmam gerekiyor.
Nehrin kıyısına iniyorum. Buz tabakası çok ince. Beni taşımayabilir. Suya giysilerimle düşersem her halde donarım. Su geçirmez botlarım var ama neye yarar? Botlarımı çıkarıyorum. Ayaklarımı suya sokuyorum. Elimi suya sokuyorum. Bir anda elimi ve ayaklarımı hissetmiyorum. Soğuk su o kadar şiddetli ki, ayaklarımda ve elimde karıncalanmalar oluyor. Biraz dayanmam gerektiğini biliyorum. Vücudum bu dış etkene bir reaksiyon gösterecek. Oraya kan pompalayacak ısıtmak için. O zaman ateş gibi olacak vücudum. O alevsiz ısıyı hissedeceğim. İnsan vücudu bir mucize aslında. Doğa koşullarına adapte olabilirsen daha bilge olabiliyorsun.
Zenon yirmi altı kitap yazmış. Bir gemi yolculuğunda tüm servetini kaybedince Atina ’ya taşınmış, stoalarda felsefe dersleri vermeye başlamış. Kısa sürede ders verdiği “Stoa” sütunlu cadde tıklım tıklım doluyor. Öğrencileri Zenon’un özgürlük anlayışını benimsiyorlar. Zenon’a göre özgürlük bilgi ile alakalı. Bilgili insan özgürdür. Bilge insan özgürlüğe giden yolları tanır ve bilir. Zenon’un yirmi altı kitabından günümüze çok azı ulaşmış. Zenon doğadaki ana maddeyi (arkhe) ‘yi sorguluyor. “Zenon’un hedefine varamayan oku” paradigmasını duyanlar vardır belki. Ok hareketli mi durağan mı diye sabahlara kadar tartışabilir insan.
Munzur’un kıyısında ayaklarım ve ellerim suyun içindeyken arkhe’nin yani ana maddenin su olacağı kesin. Bu karlar ve buzlar içinde akan nehire bakarak ana maddenin Herakleitos’un söylediği gibi ateş olduğunu söylemek mümkün mü? Zenon’a göre evrenin temeli “logos”dur. Öğrencileri Cleanthes ve Chrsippos ile birlikte bir tür mutluluk ve bilgi kuramı geliştirmiştir. Duyular sayesinde erişilen bilgi mutluluğun anahtarıdır. Bilgi varsa mutluluk da gelecektir. Cehalet varsa mutsuzluk gelecektir.
Zenon ekmek ve suyla sürdürmüştür yaşamını. Diğer insanların aksine yiyeceklerin verdiği hazlarla mutlu olma yolunu seçmemiş, bilgiyi arayarak ve bilgiyi biriktirerek mutluluğa ulaşmaya çalışmıştır. Yaşamının son yıllarında da ölüm orucu tutmaya başlamış ve açlıktan ölmüştür. İntiharı bir kurtuluş olarak gören Zenon’un öğrencileri de aynı yolu seçmişlerdir. Ölüm orucu konusu yıllarca kafaları kurcalamıştır. Dönemin ana sorunu olan site devletleri sisteminin çöktüğü yıllarda tartışmaların odağında yine “tanrı, “evren”, “birlik” gibi kavramlar vardır.
Makedonyalı İskender’in site devleti değil de “imparatorluk” yapısını kurmasıyla site devletlerinin sorunları çözülür. Atina artık bir site devleti değil bir sitedir. Tüccarlar artık mallarını her yere satabilecekler, mallar depolarda çürümeyecektir.
Stoa felsefesi daha sonraları Roma döneminde de gözde bir akım olarak özellikle de Cicero’nun katkılarıyla altın dönemini yaşamıştır. Felsefeden çok devlet idaresi ile ilgilenen Romalı düşünürler devlet, adalet ve mutluluk kavramları üzerine kitaplar yazmışlardır. En önemli tartışma da devletin adalet dağıtarak mı yoksa adaletsizlik dağıtarak mı başarılı olacağı tartışmasıdır. Göründüğü kadarıyla adalet ve devlet hala tartışılmaktadır. Devletin kurucusu olan halkın eğitimli ya da eğitimsiz olmasına göre değişen bir paradigma bu.
Cicero’ya göre vasatın iktidarı her zaman başarıya ulaşmak için vasatın altında işler yapmak zorundadır. Tutucu devlet adamının tek arzusu var. Kendisine emredileni yerine getirmek. Emredilen ne? Vatandaşlara refah ve mutluluk sağlamak. Tüm politikacılar zaten bunu vaat ediyor. Adalet, eşitlik, refah, mutluluk dillerinden düşmeyen sözler. Felsefeciler ve din adamları da de bir ölçüde bunu yapıyorlar. Din adamları “öteki” dünya için söz veriyorlar. İbadetini eksiksiz yapanın öteki dünyada mutlu olacağını anlatıyorlar. Siyasetçilerin işi daha zor. Onlar verdikleri sözü bu dünya için veriyorlar. Sözlerini tutamazlarsa cezalandırılıyorlar. Doğanın kurallarına kendini uyduran insan ise mutluluğu iç huzurunda buluyor. Bilge insan doğayla ve doğanın kurallarıyla mutluluğu arayıp buluyor.
Bilge olmayan vasat insan ne yapıyor?
Ya din adamının peşinden, ya da politikacının peşinden gidiyor. Mutluluğu onların yardımıyla bulmaya çalışıyor. Vasat insanın en büyük sorunu da bu zaten. Sosyal statüsü gereği eğitim almadığı için mağdur. Düşünebilme yeteneği yok, bilgisi yok, huzuru yok. Her yöne açık, panik halinde bir ruh. İstediği mutluluğu ve ruh huzurunu bulamayınca şiddete yöneliyor. Şiddet gösterenler karşılarında her daim daha güçlü bir şiddet dalgası görürler. Eğer bir üniforması varsa şiddeti üniformasının gücüne göre ayarlıyorsa adaleti kendi eline almışsa vay karşısında duranın haline. Vasat adaleti kendisi için istiyor, ötekiler için istemiyor.
Vasat’ın iktidarı da aynı psikolojiyle hareket eder.Vasat için logos gerekli değildir. Bilgi de gerekli değildir. Bilgisizlik çok daha iyidir. Vasat insan için bilgisizlik mutluluğa giden yolu gösterir. Jüpiter kavramları vasat adamı hiç ilgilendirmez. Vasat insan özgür olmak da istemez. “Apatheia “ duygusuzluk çok daha iyidir. Ruhun dengede olmasıyla ise hiç ilgilenmez. O her zaman bir vasatın peşine takılıp gitmeyi düşler. Öyle de yapar. Vasat kitle her zaman vasatın altında bir sistemi özler. Septisizm akımı işte bu fikirlerden yola çıkarak gelişir. Septikler her zaman bilgisizliği mutluluğa giden yol olarak görmüştür. Onlara göre bilgi olanaksızdır, gerçek bilgi yoktur. “Kataleptika” kullanılmadan bilgi bulunamaz. Septiklere göre consensus gentium görüşü asılsızdır. İnsanların bir şeye inanması onun gerçek olduğunu göstermez.
Munzur suyunun kutsal olduğuna inananların olması onun kutsal olduğunu ispat etmez diyor Septikler. Bu çok tartışmalı bir önerme. Sokrates metoduna göre bulunduğum yerden sorular sormaya başlayabilirim. Bu sorulara kimin cevap verdiği hiç önemli değildir. Önemli olan bu sorularla bir diyaloğu başlatmaktır. Böylesine dokunulmamış bir doğal alanı çok yakında birileri bozmak isteyeceklerdir. Ayder vadisi’nde ve diğer yerlerde örneğin Küre Dağları, Kaçkar ve Karçal dağları vadilerinde gördüm. İnanılmaz doğa cennetleri. İki bin metre irtifada yemyeşil, her tarafından sular fışkıran Kaçkar Dağları’nın derin vadileri birileri tarafından sistematik bir biçimde bozuluyor.
HES projeleri, Yeşil Yol Projeleri, Katar Projeleri, taş ocakları, maden ocakları, vb. valilik ve yerel idarelerin de oluruyla sermaye sahiplerine yüz yıllığına kiralanıyor. En az beş yüz yıllık yayla evleri yıkılıyor yerine betonarme ucube yapılar dikiliyor. Vasat insan bunu sakıncalı görmüyor, vasat iktidar da bir endişe taşımıyor. Vasat ve vasatın altı zaten hiçbir şey görmüyor. Doğayı, doğanın kurallarını görmüyor.
Bilgi reddedilip onun yerine sezgiye dayalı hurafeler uydurarak vasat insanı aldatmak mümkün. Vasat insanlar göklere çıkarıldıkça vasat idareler oluşacaktır. Vasat idarelerin de ilk işi doğayı yok etmek olacaktır. Aynen son yıllarda yok edilen doğal alanlar gibi. Bu vasat idareler devam ettikçe doğal alanlar yok edilecektir.
Munzur kenarında ayaklarımı soktuğum buz gibi su gerçek değil de gerçek olan nedir acaba?