Pülümür çayı artık Munzur’a karıştı. Munzur[1] boyunca ilerliyoruz. Artık akşam saatleri. Güneş ışıkları azalmaya başladı. Fotoğraf için en fazla iki saatli ışık var. Munzur Vadisi Milli Parkı’na girdik. Asma köprüler, kar tünelleri, ağlayan kayalar ve Kızılkayalar var yolumuz üzerinde.
Vaktimiz yetecek mi, diye hayıflanıyoruz. Huş ağaçları, kavak ve söğüt ağaçları, yüzlerce çalı çeşidi sonbahar renkleriyle bize göz kırpıyor. Munzur durmaksızın koşuyor. Nereye doğru akar bu su? Keban’da Fırat’la buluşuyor diye biliyorum. GAP projesi kapsamında Fırat Nehri üzerinde Elazığ’da Keban Barajı, Karakaya Barajı, Adıyaman ve Şanlıurfa’da Atatürk Barajı, Birecik Barajı ve Gaziantep’te Karkamış Barajı yapılmış, nehrin sularını taşıyan birbirine paralel toplam 52 kilometre uzunluğundaki 2 Şanlıurfa tüneli ile su Harran Ovası’na ulaştırılmıştı. GAP projesi 1974 yılında büyük beklentilerle Keban barajıyla başlamıştı. Zaman içerisinde yapılan bu yedi barajla GAP kapsamında beklenen tarım projesi acaba ne kadar başarılı oldu? Adıyaman, Batman, Diyarbakır, Gaziantep , Kilis, Siirt, Şanlıurfa, Şırnak ve Mardin… Güneydoğu Anadolu Projesi’nde yer alan iller bunlar. Bu bölge Türkiye topraklarının yaklaşık yüzde 10’unu oluşturuyor. Proje, bölgeyi hem iklim hem de coğrafi yönden de değiştirdi. Sıcak ve kurak bir iklime sahip olan bölgede yapılan barajlarla nem oranı yükseldi. Ekosistem değişti.
Barajlar yapılırken, birçok yerleşim birimi, tarihi mekan sulara gömüldü. Hasankeyf de sulara gömülmeyi bekleyen tarihi yerlerden biri. Şanlıurfa ve Adıyaman’da pek çok yer yok artık. Halfeti ilçesi bunların en görünen örneklerinden biri. Böylesine büyük bir proje amaçladığı sulama hedeflerine ulaşamadı onun yerine elektrik enerjisi üreten santrallere dönüştü. Oysa Dicle ve Fırat nehirleri sulama amaçlı olarak bölge tarımında devrim yaratacaktı. 2005 yılında hazırladıkları raporda Ankara ticaret odası, projenin ağır aksak ilerlediği, bölgenin tuzlanma, erozyon ve kanalizasyon tehdidi altında olduğu uyarısında bulundu.
HES’lerin yarattığı çevre tahribatı konusu yeterince tartışılmadı. Yapılacak yatırımın büyüklüğü aslında bir çok gerçeği gizliyor. Tarlalarına su geleceğini bekleyen köylü birkaç yıl içerisinde tarlasını da köyünü de terk etmek zorunda kaldı.
CHP milletvekili Umut Oran projede gelinen noktaya ilişkin şu yorumda bulundu:
“bir bölgesel kalkınma planı olarak başlanan GAP’ta, bölgeye doğrudan katkısı olmayan baraj yapımları ve sudan üretilecek elektriğe öncelik verildi, asıl bölgeyi kalkındıracak sulama projeleri ihmal edildi. GAP bölge için kalkınma projesinden çok batı için enerji yatırımına dönüştü. bölgede yapılacak sulama şebekesinin de ancak bir bölümü tamamlanabildi ve öngörülen 1.8 milyon hektar arazinin sadece yüzde 45’i sulamaya açılabildi. oysa bu arazinin tamamının sulanabilmesi, Türkiye’nin tarımsal üretimini iki üç katına çıkar.”
GAP illerindeki işsizlik ve fukaralık geometrik olarak artıyor. Tarıma dayalı yöre ekonomisi tıkanmış durumda. Ekilip biçilecek arazilerdeki toprak giderek tuzlandığı için verim düşük oluyor.
Munzur nehri üzerine HES inşa etmek isteyen idare Dersim halkının direnişi karşısında geri adım atmak zorunda kaldı. İdare, elektrik enerjisi projelerine daha sıcak bakıyor. İdare planlanan HES’lerden sadece birini gerçekleştirebildi. Geri kalanların yapımını yasal mercilere başvuran STK’ları durdurdu.
Şimdi Munzur’un kıyısında fotoğraf çekerken sanki bu güzellikler yok olacakmış duygusuna kapılıyorum. Bu binlerce yıldır akan akarsuyun kuruyacağını düşünmek bile istemiyorum. Ama böyle devam ederse Munzur’da da su kalmayacak.
Anadolu’yu farkında olarak ya da olmayarak Arap çöllerine çevirmek isteyen, doğaya saygı göstermeyen idarelerin yol açtığı tahribatlar giderek artıyor. Belki bu sonbaharda dikkat çekmeyebilir ama birkaç yıl sonra vadilerde görülen şuursuzca ağaç kesimi, HES tesisleri, maden sahaları, taş ocakları açılan Munzur dağlarının da tahrip edileceğini düşünüyorum.
Her on kilometrede bir tüm Dersim’de “kalekol” inşa eden idare, olumsuz hiçbir şey duymak istemiyor; ama daha rahat tahrip etmek için köylerin boşaltılmasını istiyormuş. Bu nasıl bir politikadır anlamak mümkün değil. Bu yörenin insanlarını topraklarından koparıp atmak da ne demek oluyor?
Cumhuriyet tarihi boyunca baskı gören bir coğrafya burası. Öncelikle 1923 yılından sonra cumhuriyet idaresi farklı bir dil konuşan, farklı inanca sahip bu halkı “batılılaşma”, “yeni cumhuriyet” anlayışı çerçevesinde dönüştürmek istedi.
Siyasi söylem merkezi idarenin mutlak hakimiyeti eline almak istemesiyle değişti. Uzun yıllar boyunca idari olarak bağımsız vilayet yapılanması içinde olan bu bölgeye muhtariyet verilmiş idi. İdare diplomatik yolları da denedi ama sonunda güç kullanmayı seçti. 1938 yılında ordunun gerçekleştirdiği “Tedip Harekatı” tüm bölgeyi kanla ve göz yaşıyla doldurdu.
Bugün Dersim’de bu harekatın kurbanı olmuş her evde acılı bir insan bulabilirsiniz. Özellikle de yaşı yetmişin üzerinde olanların anıları hala tazeliğini koruyor.
İdare bir ölçüde bugün de bu sert yüzünü giderek daha sık gösteriyor yöre insanına.
Rehberimiz parmağıyla bir yeri göstermeye korkuyor.
Gözetleme kulelerinden durum tespiti yapılırsa sorguya alıp işkence ediyorlarmış. Sürekli gözlem altında tutulan bir halkın korku dolu hareketleri de bir paranoyadan kaynaklanmıyor. Güvenlik güçleri sürekli gözlem yaparak eylemlerde bulunuyor.
Kimlik, bagaj kontrolü sık sık rastlanan bir şey. Örgüt şüphesiyle göz altına alınanlardan haber alınamıyor. Bunları mart ayında geldiğimizde de duymuştuk. Tunceli bölgesi halkını Kürt halkıyla bir tutmanın doğru olmadığını söyleyenler var. Bu konuda tarihçiler gerekli belgelerle konuşmalı.
Kurdi, Sorani, Gorani, Kurmançi, gibi lehçeleri konuşan Kürt halkından daha farklı bir kökten geliyor Dersim halkı. Dimili ya da Zaza diye tanımlanan bir halk. Kendilerini Kürt olarak tanımlamıyor Dersimli. Çünkü Kürtçe konuşmuyorlar. Dimili ya da Zazaca konuşuyorlar. Farsça ile aynı kökten gelen bir dil. Dilbilimsel olarak incelendiğinde belki de klasik Aramca veya Pehlevice ile benzerlikleri ortaya çıkacak. “Kurdi” dilleriyle de akraba bir dil ama akrabalık Almanca ile İspanyolca arasındaki ilişkiye benziyor. Oysa kamuoyunda her şeyin kolayına kaçan vasat zihniyet Zazaca hep Kürtçe ile aynı kabul etmeyi tercih etmiştir.
Bunun doğru olmadığını söylemeliyim. Biraz derinlemesine araştırma yapan herkes bunu fark edebilir.
Munzur Vadisi boyunca ilerlemeye devam ediyoruz. Ağlayan Kayalar’a geliyoruz. Solumuzda Munzur sağımızda ise “ağlayan kayalar”.
Mart ayında geldiğimizde de görmüştük bu kayalıkları. O vakit burada çok büyük bir şelale vardı. Munzur vadisi boyunca her kayadan su fışkırıyor. Bahar olması nedeniyle mart ayında şelaleler oluşmuştu. Bu mevsimde de sular kayaların üzerinden az da olsa akıp Munzur’a karışıyor. Büyük bir kaya bloğunun üzerinden akan suları “ağlayan kayalar “ olarak tanımlamışlar. İlk bakışta ilginç görünüyor ama eksik. Çok daha dikkat çekici yerler var. Bunun için yamaçlarda keşif yapmak gerekiyor. Munzur nehrinin “s” çizerek uzandığı bir seyir terası bulmak mümkün mü? Bence mümkün. Yoksa bu asfalt yolda Munzur’a paralel bir şekilde ilerlemenin getireceği görsellik kısıtlı olacaktır. Buradaki sorun bu coğrafyanın yeterince keşfedilmediği daha doğrusu keşif yapacak olan doğa severlerin ve fotoğrafçıların bölgeye ulaşımının kolay olmadığıyla alakalıdır.
Bir coğrafyayı keşfetmek yıllar sürebilir. Keşfedileni tanıtmak ise daha uzun bir süre alabilir. Örneğin günümüzde dağcılık sporuna gönül verenlerin sık sık ziyaret ettiği Aladağlar ellinin üzerinde üç binlik zirve barındırması, dokunulmamış doğal güzellikleriyle sadece yerli değil yabancı doğa severlerin de gözde mekanlarındandır.
Doğu Toroslar olarak adlandırabileceğimiz Munzur Dağları en az Aladağlar kadar ilgi çekici trekking ve dağcılık parkurları ihtiva etmektedir. Munzur Dağları da üç binlik zirveleriyle dağcılar için mükemmel bir alternatif oluşturabilir:
- Akbaba Zirvesi ( 3462 m.)
- Avcı Dağı (3345 m.)
- Eğripiran Dağı (3150 m.)
- Karasakal Dağı ( 3123 m.)
- Ziyaret Tepe ( 3071 m.)
- Bağır Paşa Tepesi ( 3050 m.)
- Boyerbaba Tepesi ( 3050 m.)
- Mercan Tepe (3050 m.)
- Azizabdal Tepesi (3037 m.)
Üç binliklerden başka bir çok iki bin beş yüz metre üstünde zirve tespit edilmiş. Dersim’de dağcılık sporunun gelişmemesinin nedenleri arasında güvenlik ve siyasi konular da var. Yıllar boyunca “özel güvenlik bölgesi” statüsünde tutulan bu coğrafyada zirvelere değil tırmanmak bazı bölgelere gitmek için bile özel izin almak gerekiyor.
Şehirlerin kasabaların ve bazı köylerin giriş çıkış noktaları kontrol altında tutuluyor. Kurulan bariyerli çelik beton karışımı modern elektronik donanımla güçlendirilmiş yapılarda kimlik kontrolü, bagaj kontrolü gibi denetimler yapılıyor. Bu tür askeri kontrol noktalarını Belfast’da görmüştüm. Kuş uçmasına bile izin verilmeyen sıkı sistemler.
Kontrol noktasına yaklaşırken aklınızdan bin bir türlü ihtimal geçiyor. Yirmili yaşlarda iki asker yapıyor kontrolleri. İnsanın yüreğini buzdan bir el sıkıyor gibi oluyor. Devlet herkese terörist muamelesi yapıyor. Pis pis bakan bu gençler nezdinde potansiyel suçlu gibi boynunuzu kırıp bekliyorsunuz.
Yanlış girilecek tek bir numara ya da başka bir şey özgürlüğünüzü sonlandırabilir. Gençlerin ellerinde makinalı tüfekler, üstlerinde çelik yelekler. Sizin neyiniz var? Kimliğiniz. Kurbanlık koyun gibi kimliğinizi uzatıyorsunuz. Oradan uzaklaşırken de içinizi “ohh kurtulduk” türü bir sevinç dolduruyor.
Sanki suçlu olan sizmişsiniz gibi üzerinize bir işaret koyuyor o kontrol noktaları. Kendi devletinizin size koyduğu bir işaret.
Yola devam ediyoruz.
Bu seyahatimizde Ovacık’ta Doğa Turistik Otel’de kalacağız. Vadiyi boydan boya geçip Tunceli merkezden geçmek durumundayız. Akşam saatlerinde Tunceli’ye giriyoruz. Akşam yemeğini merkezde Munzur kıyısındaki lokantalardan birinde yemeye karar veriyoruz.
Elif Gürel mutlaka kırmızı benekli alabalık yememiz gerektiğini söylüyor. Tuncelili bir arkadaşı şiddetle tavsiye etmiş. Bu kırmızı benekli balıkların avlanması esasında yasakmış. Ama yine de bulunuyormuş. Nasıl oluyorsa? Her yasak bir nedenle konuyor. Karadeniz’de Fırtına deresinin balığı da kırmızı benekli. Orada da yasak ama yine de bulunuyor. İnsanlar yasak olduğunu bile bile avlıyorlar. Sonra da böbürlenerek anlatıyorlar. “Yasak ama, benim dayı…..)
Garsona soruyoruz olumlu cevap alınca dördümüz de kırmızı benekli balık söylüyoruz. Kimse fiyatını sormuyor. Bol salata ve lavaş ekmeğiyle güle oynaya nefis balığı midemize indiriyoruz. Hesabı istediğimizde kırmızı benekli balığın fiyatını sormadığımıza pişman oluyoruz. Yasak olan her şey gibi bunun fiyatı da dudak uçuklatacak cinsten. Pazarlık etmek istiyoruz ama pazarlık edilmiyormuş. Bu balığın fiyatı böyleymiş. Çaresiz paraları ödüyoruz ama kırmızı benekli balık “kazığını” unutmamız mümkün değil. Elif Gürel’in arkadaşına çok selam söylüyoruz.
Sonuç olarak avlanması yasak bir balığı yedik, parasını da cezalı olarak ödedik. Lezzetli miydi? Evet çok lezzetliydi. Pişman mıyız? Hayır. Munzur suyunun bu mucizevi canlısını yemek insana tuhaf bir duygu veriyor. Dağın içinden çıkan bu su on yedi kilometre akarak Ovacık’a ulaşıyor sonra vadi boyunca kırk yedi kilometre daha akarak merkeze bu balık yediğimiz lokantaya ulaşıyor.
Laç, Sarıtaş, Kalan, İksor derelerinin ağızlarında yuva yapan kırmızı benekli alabalıklar kendilerini Munzur’un sularına bırakıp gidiyorlar. Belki de Keban gölünde de bulunabiliyor bu balıklar. Gölde balık çiftlikleri var ama o balıklar kırmızı benekli değil. Pülümür çayında var mı acaba? Şeytan dağlarından doğan Pülümür çayında kırmızı benekli balık olması çok doğal.
Bingöl, Teke, Yuvanık, Kil, Selik derelerinde de olabilir. Bu bölgede her derede yaşıyor olabilir. Karadeniz derelerinde de bulunduğuna göre yaygın bir tür olmalı. Acaba Munzur’un kırmızı benekli alabalığı ne kadar endemik?
Kaynak taraması yaptığımda bu balıkla ilgili bir çok araştırma yapıldığını görüyorum.
Türün bilimsel adı: Dağ Alabalığı: “Salmo Trutta Macrostigma”.
Kesinlikle de endemik bir tür değil. Anadolu’da bir çok yerde görülüyor. Yöre halkı nezdinde bu balığın kutsal olduğu inancı yaygın. Bu inanca sahip olanlar balığın avlanmasına da karşılar. Yenmesine zaten karşılar.
Oysa turistik restoranlarda fahiş fiyatlarla alım bulduğu için (örneğin bizim gibi turistler) yoğun şekilde kaçak olarak avlanıyormuş. İdare balığın neslinin tükenme riskini de düşünerek balığın sportif amaçlı da olsa avlanmasına yasak getirmiş. Haklı olarak bu kısıtlamalar getiriliyor. Vasat çoğunluğun bir özelliği de yasak olanı yasak yokmuş gibi algılayıp suç işlemek. Bu balığı avlayanlar da “birkaç tane balıktan bir şey olmaz” diyerek ağ atıyor, kimyasal kullanıyor ya da oltayla avlıyor. En masum olanı da galiba olta balıkçısı.
Otele yerleştikten sonra toplanıp safari programını rehberlerimizle gözden geçiriyoruz.
Akın Gedik Ovacıklı bir fotoğraf tutkunu. Kardeşiyle birlikte kaldığımız oteli işletiyorlar. Umut Ayata ise mart ayında tanıştığımız Ovacıklı turizmci arkadaşımız. Sonbahar renklerini nerede yakalayabileceğimizi konuşuyoruz. Birinci gün yaylalara doğru gideceğiz. Sarıtosun, Tornova, Yeni Söğüt, Yoğaçasa yaylalarını tarayacağız. Bu yaylalar ormanlık alanlar iki bin metre üzeri yaylalar. Ovacık Tunceli asfaltının gidiş yönünde sağ tarafına geçip dağ yollarına sapacağız.
Gece benim için oldukça soğuk geçti. Arka odalardan güneş görmeyen birinde kaldım. Başımda yün bere, üstümde polar, ayağımda çoraplarla yattım yine de üşüdüm. Kömür yakıyorlarmış. Henüz kaloriferleri yakma zamanı gelmemiş. Ön taraftaki odalar daha sıcak oluyormuş. Ertesi günü bana ön taraftaki odalardan birini vereceklermiş. Sabahı zor ediyorum. Bir saat uyu sonra uyan tekrar bir saat uyu sonra tekrar derken sabahı ettim. Sıcaklık beş altı derecelerde. Kahvaltı edeceğimiz bir yer arıyoruz. Yok. Kimse erken kalkmıyor burada. Dokuzdan önce bulamazmışız. Mecburen kahvaltılık alışverişi yapıp otele geliyoruz. Otelin altındaki çay ocağından çay getirtiyoruz. Tırnak pide, şavak peyniri, zeytin, domates, salatalık, biber ile mükemmel bir kahvaltı edip yola koyuluyoruz.
Ovacık Tunceli asfaltı Munzur kanyonuna girmeden önce geniş bir platodan geçiyor. Alabildiğine uzanıp giden bir plato; sağ yanımızda Munzur suyu kıvrıla kıvrıla akıyor. Demir köprüden geçip dağlara doğru çıkıyoruz. Akın Gedik bize rehberlik ediyor.
Buzul göllerini konuşuyoruz. Araçla çıkmak mümkün değilmiş. Mercan ve Avcı dağlarında buzul gölleri varmış. Ayrıca Karasakal , Bağırpaşa buzul gölleri de görmeye değermiş. Karagöl, Çinigölü, Koç Gölü, Katır Gölleri, Boyerbaba Gölü de üç bin metrede yer alan diğer buzul gölleriymiş.
Bu göllere tırmanmak bütün günümüzü alacağından ve en önemlisi göllerin çoğunun yaz mevsiminde buharlaşmadan ötürü kuruduğu da söyleniyormuş. Buzul göllerini fotoğraflamanın en iyi zamanı ilkbahar sonlarına doğru imiş. O zaman göller ful kapasitelerinde üstelik yarı yarıya da buzlar içinde oluyormuş. Görsel olarak fotoğrafa daha uygunmuş. Dersim’de bu mevsimde en iyi fotoğraf veren yerler vadilermiş. Orman örtüsü olan vadiler: Pülümür vadisi ki onu dün fotoğrafladık. Munzur Vadisi, Peri Vadisi, Ormanyolu Çayı Vadisi, Singeç Vadisi potansiyel olarak sonbahar fotoğrafları için uygun olabilirmiş.
Dağ yollarından ilerliyoruz. Burada doğa hemen hemen hiç dokunulmamış durumda. Orman örtüsü büyük ölçüde yok olmuş. Dağ tırmanışı için ideal dağlar. Vahşi ve çıplak. Büyük bir olasılıkla bu bölgede yaban hayvanları büyük bir rekabet içinde olmalı. Vadi tabanında uzayıp giden dere kenarında ağaçların olduğu görülüyor.
(Devam Edecek)
[1] Ovacık’ın kuzeyinde Munzur Dağlarının üzerindeki Ziyaret Tepesinin eteklerinden doğan ve merkez ilçede Pülümür Çayı ile birleşerek Keban Baraj Gölüne dökülen Munzur Suyu, il sınırları içerisinde çok uzun bir yol kat etmektedir. Çok sayıda dere ile beslenen ve yer yer derin boğazlar içerisinde oldukça hızlı akan Munzur Suyunun Ovacık-Tunceli arasında kalan kısmı, akarsuyu doğuran gözelerden başlayarak, vadi boyunca gerek bitki örtüsü ve yabanıl yaşam, gerekse farklı doğa peyzajı açısından çok zengin veriler sunar.Su sıcaklığı kış aylarında 0-4 oC, yaz aylarında 18-20 oC olan berrak ve temiz Munzur Suyu başta kırmızı benekli alabalık olmak üzere balık varlığı açısından oldukça zengindir.Munzur Suyunun debisi çok düzenli olmamakla birlikte Aşağı Torunoba-Sarıtaş-Halbori Gözeleri arasındaki yaklaşık 20 km.’lik kısmı, rafting sporuna elverişli potansiyele sahiptir. Munzur Suyu yatağının ve vadinin genişlediği yerlerde doğal bitki örtüsüyle, vadinin dar ve derin olduğu yerlerde dik yamaçlardaki ilginç kaya oluşumları ve yer yer rastlanan kanyonları ve şelalelerle, değişik manzaralar sunmaktadır. Bu kanyonlar arasında özellikle Halbori Gözelerinin yaklaşık 3-4 km. kuzeyinde Munzur Suyuna karışan Laç Deresinin oluşturduğu ve doğuda Pülümür Çayına kadar uzanan kanyon çok etkileyicidir. Ovacık-Yeşilyazı dolaylarında ve Munzur Gözelerinden 1.5 km. aşağıda Munzur Suyunun iki yanında bölgenin karakteristik ağacı olan Huş Meşceresi bulunur. Ülkemizde ender bulunan ağaç türlerinden olan huş, akarsu kıyılarında güzel gövde yapmakta ve bitki örtüsü zenginliğine önemli bir katkı sağlamaktadır.Munzur Suyunun yukarı çığırı, bu yöreye özgü bir tür olan kırmızı benekli alabalığın yetişmesine çok elverişlidir. Munzur Suyu, Mercan Deresi ve bu akarsulara karışan küçük derelerde yaşayan alabalık, Munzur Gözelerinin 1-2 km. güneyinden başlayarak 80 km.’lik bir su alanına yayılmıştır. Alabalık, yöreye özgü endemik türleri ve lezzetiyle ekonomik bir değer oluşturmanın yanı sıra turizm için de önemli bir potansiyel yaratmaktadır.
Kaynak: https://www.kulturportali.gov.tr/turkiye/tunceli/TurizmAktiviteleri/munzur-suyu-vadisi