En son ziyaret ettiğimde mübadeleden[1] önce “Kalamaki” adıyla anılan ve günümüzde “Kalkan” adı verilen balıkçı kasabası beş yıldızlı turistik tatil köyü görünümündeydi. Ayak bastığınız andan itibaren her şey size bir tuhaf geliyor. Kasaba sokaklarında dolaşan yabancıların çoğu İngiliz. Orta sınıf emekli İngiliz kamu memurlarının favori bölgesi Kalkan. Sanki bu kasaba halkı buraya çok farklı yerlerden gelmişler gibi. Kasabada eski balıkçı yaşamı yok olmuş. Türkiye’nin dört bir yanından para kazanmak için bölgeye akın eden bir avuç yeni esnafın gözlerini para bürümüş; turistleri kazıklamaya endekslenmişler. Buranın müdavimi olan İngilizler hangi amaçla burayı seçmişler belli değil. Limanda sıra sıra görülen lüks lokantalar İstanbul boğaz lokantalarını aratmıyor. Bir farkla, lokantanın önüne çıkan garsonların sizi neredeyse kolunuzdan çekerek taciz etmesi. Tepelere doğru çıkıldıkça sayıları artan derme çatma lokantalarda daha makul fiyatlara ve daha lezzetli yiyecek bulmak mümkün. Yunanistan kıyısına gidilip bir balıkçı kasabasını ziyaret ederseniz orada kasaba halkının normal balıkçı hayatını yürüttüğünü görürsünüz. Ama burada bu kültür yok olmuş. Mübadeleyle birlikte kültür de karşı kıyılara göç etmek zorunda kalmış.
İnsanlar sabah olunca işlerine gidip akşamları evlerine dönüyor, sonra ailesiyle ve arkadaşlarıyla birlikte limandaki meydandaki lokantalarda yiyip içiyorlar. Tüm Ege sahil kasabalarının değişmeyen günlük yaşamı böyle. Güneşle birlikte kalkan halk, g ün batımına kadar durmaksızın çalışıyor. Sonra da bir kaç kadeh içki ve mutlaka balık yiyerek tavernalarda eğleniyor. Kalkan kayıtlarında 1915 yılında kasabada on yedi lokanta bir terzi olduğu kaydı tutulmuş. Kalamaki 1923 yılından sonra zoraki olarak el değiştirmiş. Bir gün uyanıyorsunuz kapıda polis. Anne babanız size üzüntü içinde “Eşyalarını topla çocuğum göç ediyoruz.”diyor.
Evinizden arkadaşlarınızdan zorla koparılıp hiç bilmediğiniz karşı sahile gidiyorsunuz. Orada konuşulan dil de yabancı. İnsanlar da. Size “Turko ” diye hitap ediyorlar. Sizin için artk “Rebetiko” günleri başlamıştır. Ne oralısınız ne de buralı. Sizin evinize başka Doğu illerinden gelen bir aile gelip yerleşiyor. Keçileri ve koyunları var. Gelenler karma bir nüfus. Bu nüfus hızla kasabayı dönüştürüyor. Kasabanın kilisesini camiye dönüştürmekle başlayıp tavernaları da kapatıyorlar. Balık tutmayı ve yemeyi bilmiyorlar,; otları ve çiçekleri bilmiyorlar. Ekip biçmeyi de bilmiyorlar. Tek bildikleri şey keçi çobanlığı. Süt, yoğurt, peynir ve gözlemeyle sınırlı bir kültür.
Kalkan’a bağlı bir yayla köyü Bezirgan. Özellikle de “Likya Yolu” trekking parkurunun köyden geçmesiyle dikkat çekti. Tahıl ambarlarının Likya lahitleri biçiminde yapılmış olması bu bölge köylerinde çok yaygın. Bezirgan da diğer yayla köyleri gibi aç gözlü tüccarların tahribatından kurtulmaya çalışıyor. Fethiye’den Antalya’ya kadar uzanan Teke yarımadası tarihi eserleri, yaban ve doğal hayatı her geçen gün artan tehdit altında. Bölgede birkaç tehlikeden söz edebiliriz.
- Taş Ocakları,
- HES Projeleri,
- Ambalaj Atıkları,
- Kaçak Avcılar,
- Kaçak ve çarpık yapılaşma.
Yerel yönetimlerin popülist ve ötekileştirici politikaları doğrultusunda doğal kaynakların bu hoyratça kullanımı ileri kuşaklara devredecek pek bir güzellik bırakmayacak gibi görünüyor. Ne yazık ki bu da nüfusun çok küçük bir bölümünün umurunda. Geçim derdinde olan bölge ahalisi gözleme ve elişleri satarak kurtulmaya çalışıyor fakirlikten. Yaz aylarında nüfusu bine yaklaşan köyün yerleşik ahalisi yüz elli civarında görünüyor kayıtlarda. Tüm Korkuteli ve Elmalı köyleri hızla nüfus kaybediyor. Güzelim tarım arazileri bomboş, düğmeli köy evleri viranelere dönüşüyor.
Bezirgan yürüyüşümüz yaklaşık 13.6 km idi. Ümit Durak GPS ile böyle ölçtü. Ben de Wikiloc ölçümü yaptım. Daha düşük bir km. çıktı. Aşağıdaki linkten GPS koordinatlarını veriyorum:
http://tr.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=7088130
Köye neden “Bezirgan”adı verildiği konusunda çeşitli görüşler var. Osmanlıca sözlüğüne bakarsak: “Bâzâr-gân” yani pazarcı anlamıyla; “Bezir-gân” Bezir yağı tüccarı gibi iki farklı yaklaşım ortaya çıkmaktadır.
Bezirgan ahalisi iki farklı mezhepten. Aşağı tarafta Sünniler, yukarı tarafta ise Aleviler yerleşik. Sanki iki farklı dünya burası. Aleviler çağdaş giyim kuşamları ve kadın erkek eşitliği gibi demokratik değerleri uygularken Sünni tarafta katı bir Arap kültürü hakim. Bariz bir biçimde yabancılara düşmanca bakan birlikte yürüyüş yaptığımız kadınlara bıyık burarak bakan bu erkekler insanı ürkütüyor. Kiliseden dönüştürülen camii yeniden yapılmış, pırıl pırıl boyanmış. Duvarına ışıklı harflerle “Hoş geldin Ramazan” yazılmış. Öte yandan oturdukları evler yıkılmak üzere. Büyük bir olasılıkla Rumlardan kalan güzelim cumbalı taş evler derme çatma bir biçimde tamir görmüş. Kırılan bir pencere camı yerine yastık konmuş. Sedir ağacından yapılan eski sundurmanın üstü metal bir levhayla kaplanmış. Güzelim ağaç el işçiliğinin sergilendiği kepenkler, kapılar, doğramalar neredeyse bakımsızlıktan çürümüş durumda. Köyün aşağı tarafındaki evler ve sokaklar ambalaj atıklarıyla dolu.
Kalkan ‘ a on yedi kilometre mesafedeki yayla köyü “Pirha” yeni adıyla “Bezirgan” ın tarihçesi konusunda çelişkili bilgiler var.[2] Köyün kahvesi Derviş Café yolcuların sığınak noktası. Hak Yemez Derviş sizi güler yüzle karşılıyor. Ulu çınar ağaçları altındaki koyu gölgelik imdadınıza yetişiyor.
Köyün tek pansiyonu “Owlsland”[3] Erol ve Pauline çifti tarafından yönetiliyor.[4] Pansiyonun özellikle Likya Yolunu yürüyenlere hizmet verdiği söylenebilir. Denizden yedi yüz metre yükseklikteki yayla köyünün özellikle sıcak ve nemli geçen yaz aylarında ılık bir havası olduğu söylenebilir.
Bezirgân köyü konusunda maalesef elde fazla bir bilgi yok. İnternet taramalarında da turizm ağırlıklı bilgilere ulaşılıyor. Öte yandan “Pirha” adlı antik Likya kentinin kalıntılarının köyün yakınlarında yer aldığı, kentin tapınak ve nekropol alanının kalıntılarının hala ayakta olduğu söylenebilir. Doğa tutkunları için kuş ve bitki çeşitliliği bakımından çok zengin olan bölgede keşfedilecek çok şey var.
Köyü ziyaret ettiğimiz gün bir Alevi ailenin elli ikinci mevlüt yemeği vardı. Bizi de buyur ettiler. Geniş bir bahçeye masalar kurulmuştu. İmece usulü yemeği organize edenler yedi kap yemek çıkardılar. Büyük bir sini içinde kalaylı bakır kaplarla masamıza bir erkek tarafından getirilen yemek tek kelimeyle nefisti: Etli nohut, etli pilav, karışık dolma, kuru fasülya, çoban salata, yoğurtlu buğday çorbası, cacık, helva, su. Tam bir ziyafet. Yirmi yedi kişi geldiğimiz yemekte karnımız doydu, güler yüzlü insanlar arasında mutlu olduk. Bu aydınlık yüzlü çağdaş insanların bu toprakların gerçek sahibi olduğunu aşağı tarafta oturan Sünnilerin de benimsedikleri Arap kültürüyle önce kendilerine sonra da etrafa zarar verdiklerini anladık.
Bezirgan köyü ziyaretçisine tarih, kültür, fauna, anima,sosyal antropoloji, arkeoloji, mimari ve ekonomi alanlarıyla ilgili sonsuz açılımlar sunuyor. Yeter ki bu dersleri almak için beyniniz açık olsun. Köyün darı ambarlarının bulunduğu Batı tarafında Roma döneminden kalma bir su kanalı kalıntısı var. M.S. iki yüz yıllarına tarihlenen kanalın göl sularını komşu ovaya aktararak oradaki tarım arazilerini de sulamak amacıyla yapıldığı söylenebilir.
Bölgedeki karstik göller düşünüldüğünde son derece akıllı bir çözüm. Eriyen kar sularıyla oluşan göllerin sularını yaz mevsiminde ovaları sulamak için kullanan Likyalılardan iki bin yıl sonra Avlan gölünün sularını kurutarak tarım arazisi açmak isteyen dangalak yerel yöneticilerin obruklara bağladıkları göl sularını heba ettikleri sonra hatalarını yıllar sonra anlayarak gölü tekrar eski haline getirmeye çalıştıkları biliniyor. İşte bu cahil ve hiç bir bilgiye sahip olmayan kitle çevreye zarar vererek bu muhteşem platoyu aç gözlü taş ocağı işleticilerinin insafına bırakıyorlar. Cami yapmaktan başka dertleri olmadığını zanneden çoğunluk hiç bir şeyin farkında değil.
Derviş’in kahvesindeki çınar ağacında bir baykuş var. Bana göre “Minerva’nın Baykuşu “. Orada tünediği daldan gelen geçeni izliyor. Dangalak yerel yöneticileri ve onları seçen cahilleri izliyor.
‘minerva’s eule fliegt in der daemmerung’.( Hegel’in metaforu hep hatırlanmalı ) (5)
Göz göze gelirseniz size de bir çift sözü olabillir.
—————————————————————————————————————-
[1] Lozan anlaşması gereği Türkiye’deki Hıristiyan nüfusun Balkanlardaki Müslüman nüfusla yer değiştirmesi olayına mübadele denmektedir. 1923 tarihinde bir milyon iki yüz elli bin Hıristiyan Rum’un beş yüz bin Trakyalı Müslümanla zorunlu olarak yer değiştirmesi sağlanmıştır.
[2] http://www.bezirgan.info/introduction.htm
[3] Baykuşlar diyarı adını verdikleri pansiyonun web sitesinde çok yararlı bilgiler var: Üç tür baykuş gözlemlenmiş, Strix aluco, Otus scops ve Athene Noctua. Genel bilgi olarak başka bir siteden elde ettiğim bilgiye göre, 60-70 yıl kadar yaşayabilen baykuşlar, 18-70 cm boylarındadır. Bilinen 123 türü bulunmaktadır. Puhu, cüce baykuş, alaca baykuş, kukuma baykuş türleri arasında yer alır
[4] http://www.owlsland.com/bed&breakfast.htm
(5) “Felsefe, düşüncede kavranılan kendi çağıdır. Herhangi bir felsefenin kendi çağına özgü dünyayı aşabildiğini hayal etmek… saçma bir şeydir… Felsefe soluk rengini solgun zemin üstüne vurduğu zaman, bir yaşam biçimi daha eskimiştir. Felsefenin soluk rengi ile o artık gençleştirilemez, sadece anlaşılabilir. Minerva’nın Baykuşu kanatlarını ancak gün batarken açar. G.W.F. Hegel