Milli parkın kapısında durduğunuzda görevli memurun sakinliği dikkatinizi çekiyor. Küçük sesle konuşuyor. O resmi görevlilerin aşağılık kompleksi dolu sahte otoriter sesinden emare yok. Sessizlik o kadar belirgin ki, her yere sinmiş. Para öderken yağmurun yapraklar üzerine düşüşünü duyabiliyorum. Hemen aracı bir yere park edip yürümeye başlamak geliyor içimden. Milli park giriş kapısında ilk gölü görüyorsunuz. İnce Göl. Araçtan iner inmez o renk harmonisinin içinde kayboluyorsunuz. Üç baskın renk sarıyor her tarafınızı sarı, yeşil ve kırmızı renkler. İnce gölün üstü yeşil yosunlarla kaplı. Sanki bir örtü gibi. Bunlar “alg” denilen tek hücreli varlıklar. Hiç hayra alamet değil. Bu göl şu anda mavi-yeşil alglerin istilasına uğramış durumda. Bilim adamları, bu alglerin çoğalması için sürekli olarak 25 santigrat derecenin üzerinde bir hava sıcaklığı, en az 3 gün doğrudan güneş ışığı ve bolca nitrojen ve fosfor gerektiğini söylüyor. Bir kez daha bu doğal felaketin sebebinin de insanoğlu olduğunu görüyoruz çünkü bu göle alglerin çoğalması için gerekli olan kimyasallar, artan oranda dökülmüş. Bu milli park alanı da yakındaki şehirlerin endüstrileşmesinden sürekli artan oranda kirlenmeye başladı. Şiddetli kar yağışları sonunda eriyerek nitrojen ve fosforu göle taşımış. Sonuç itibariyle bu su burada yaşayan canlılar için zehirli. Fotoğrafçılar bunun farkında olmayabilir ama bu mavi-yeşil algler bir çevre felaketinin habercisi olabilir. Bilim insanlarının bunu doğrulaması gerekir. Milli parklar müdürlüğünün bu konuyu inceleyecek elemanı var mı yok mu onu da bilmiyorum.
Daha milli parka böyle bir tatsız görüntüyle girmek istemezsiniz. Cehalet en güzel şey. Bilmezseniz endişelenmezsiniz. Henüz diğer göllere yayılmamış mavi-yeşil algler. Ama dilerim kısa sürede tedbir alınır da yayılması önlenir.
Milli park aslında kayın ağaçları cenneti. Ayrıca meşe, gürgen, kızılağaç, karaçam, sarıçam, göknar, karaağaç, ıhlamur ve porsuk gibi değişik tür ağaçlar da var ama esas aktör FAGUS ORIENTALIS yani doğu kayını. Milli parkta ağaç kesimi yapılmıyor. Bu iyi haber. Demek ki kayın ormanları güvende. Milli park ilamı hukuken Orman Kanunu’nun 25. maddesine dayanarak 29 Nisan 1965 yılında oluşturulmuştur. “Milli Park” oluşturma sebebi “karışık orman bitkilerinin topluca aynı yörede” bulunmasıdır. Bu öngörüye sahip ormancılarımızı da tebrik etmek gerekir. Bununla beraber parka adını veren ve yan yana dizili 7 adet küçük gölün varlığı buranın en dikkat çeken unsurlarıdır. Göller, vadide meydana gelen iki büyük heyelanın teşkil ettiği setlenmeler sonucu meydana gelmiştir. Milli park alanı 1,642 Hektar (16,42 km kare) olarak ölçülmüş bulunuyor.
1965 yılı siyasi yaşamın en çalkantılı dönemlerine denk gelmektedir. O yıl üç başbakan değişmiştir. İsmet İnönü, Suat Hayri Ürgüplü ve Süleyman Demirel. Milli park ilanı siyasetin bürokrasiye henüz karışmadığı, devlet adamlığının geçerli olduğu zamanların ispatıdır.
İnce Göl kenarında bir yürüyüş patikası var. Kayın yaprakları tüm zemini kaplamış durumda. Kırmızı ve turuncu ve sarı renkli yapraklar üzerinde yürüyerek Sazlı Göl’e geliyorsunuz. Taş çatlasa iki yüz metre. Genellikle tur otobüsleri yolcularını giriş kapısında indirmek zorundalar. Kırk kişilik büyük otobüsler. Çoğunlukla İstanbul ve Ankara çıkışlı turlar. Hafta arası insan profili “laik teyzeler ve laik amcalar” Elli altmış yaş grubu emekli öğretmen veya memur; dul kadın ağırlıklı. Hep bir ağızdan yüksek sesle konuşuyorlar. Hayranlık kelimeleriyle çığlığa yakın sesler çıkarıyorlar. Haksız da değiller.
Genellikle doğa fotoğraflarında insan kompozisyonu kullanmamaya çalışıyorum. Doğanın insan olmadan daha güvenli olduğunu düşündüğümden olabilir. Nereye gitsem insanların tek tek veya grup halinde doğaya zarar verdiklerini görüyorum. Bilinçaltımda bu olabilir. Her neyse Yedigöller özellikle göller çevresinde başta kamp yapanlar olmak üzere kasım ayında her gün insan dolu. Kayın yaprakları renk değiştirmeye başlayınca ziyaretçi adedi çoğalıyor. Hafta arasında emekliler ve fotoğraf tutkunları; hafta sonlarında da çalışan fakat tatil gününü doğada değerlendirmek isteyenler. Geçen yıl bir Pazar günü bir tura katılarak gelmiştim Yedigöller’e. Kalabalığı tarif etmek çok zor. Kamerayı nereye döndürseniz birileri var. İnsansız fotoğraf ise çok uğraştırıcı. Bir de sözüm ona fotoğraf “okulları” var. Ellerinde gökkuşağı şemsiyeleriyle, otomatik kameralarla ve cep telefonlarıyla her kareye atlayan, sizin çekim yaptığınız karenin içine balıklama dalan görgüsüz bir grup. Bunlar özel fotoğraf okulu öğrencileri ve onların çok para ödedikleri az bilgili fotoğraf “öğretmenler”i. Her yerdeler. Seyir terasında time-lapse çalışan bir grup amatör fotoğrafçının söylediğine göre bu işte çok iyi para varmış. Beş altı kişiyi toplayan soluğu Yedigöller’de alıyormuş. Gökkuşağı şemsiyeleri ve abiye giysileriyle manken pozları veren obes kadınlar sadece Türkiye’de görülebilecek bir tür olmaları itibariyle görülmeye değer. Aralarında deri pantolon giyen hiç te estetik olmayan görünümüyle poz verenler de var. Bu insanlarda hiç empati kırıntısı yok demek ki. Kocaman bir ego. Her şeyi kaplıyor.
Hafta arasında bile öğleden sonra göl kenarlarında rahat rahat fotoğraf çekmek imkansızmış. Çaresiz göllerden uzak duruyorum. Kayın ormanına dalıyorum. Uçsuz bucaksız orman beni yutuveriyor. Ormanın derinliklerine doğru yürüdükçe sesler azalıyor. Uzaktan Büyük Göl’de kamp yapanların söyledikleri şarkılar duyuluyor. Bir akordeon sesi yankılanıyor gölün üstünde. Popüler Klasik Türk Müziği şarkıları söylüyorlar. Gülüşmelerden içki de içildiği anlaşılıyor. Bir dereyi takip ediyorum. Uzayıp gidiyor. Dere akış yönünde küçük şelaleler oluşmuş. Şelalelerin sesi şimdi akordeonun sesini örtüyor. Bir zamanlar devrim ve direniş türküleri söylenirdi. Şimdi hedonizm temelli tüm şarkılar. Cinsellik, para ve şöhret. Yaşamın anlamı olarak paylaşılan değerler. Nasıl da değişti değer yargıları? Şimdi burada bu kayın ormanında dere kenarında yürürken sonbaharın anlamını düşünmeden edemiyorum. Bu fotoğrafını çektiğim kayın ağacı şimdi kendini soğuk ve güneşsiz günlere hazırlıyor. Ölmemek için yapraklarına giden özsuyu kışa saklıyor. Kayın ağacı bunu hangi bilinçle yapıyor? İçgüdüsü var mı? Yoksa bir tür genetik kodlama mı? Yaşamak için yaptığı kesin. Kış mevsiminin yaklaştığını biliyor ve kendini kışa hazırlıyor. Tüm üreme faaliyetleri, fotosentez faaliyetleri duracak. Özsuyu ile beslenecek. Hayatta kalmaya çalışacak. Yerlerde ölü yapraklar. Başka bir canlıya hayat verecek. Böcekler ve kemirgenler. Bu ölü yaprakları yuvalarına taşıyıp onlar da kış mevsimine hazırlanacak yiyecek depolayacaklar.
Peki ya insanlar? Buraya fotoğraf çekmeye gelen bizler? Kış için hazırlık yapıyor muyuz? Toprağı ekip biçmeyen bunu nasıl bilecek? Bilemeyecek. Gözlem yaparak renklerin değiştiğini anlayacak. Sonbaharı yaşamak için aslında Yedigöller’e gelmek şart. Burada sonbahar sizi sarmalıyor. Tüm canlı renkleriyle gözlerinize doluyor. Modernitenin getirdiği bir lüks bu. Sonbahar renklerinin farkında olmak ve o renkleri seyretmekten mutluluk duymak. Sonbahar renkleri mutluluk mu getiriyor? Kimine göre evet kimine göre hayır. Okuduğum şairlerin sonbahar mevsimi ile ilgili ortak yanı ürettikleri melankoli aslında. Sonbaharı insan ömrünün sonu gibi görmek doğru mu? Doğanın döngüsü ile insan ömrünün hiç alakası yok aslında. Doğa sonbaharda kendini koruma altına alıp yaşama savaşı veriyor sonra baharda yeniden dirilip yaşamına devam ediyor. İnsan ise belirli bir yaşa gelince kendini koruma altına alamıyor ve ölüyor. Dirilmesi de söz konusu değil. Kimilerine göre ikinci bir hayat daha var ama bunu da ispat edemiyoruz. İspat edilene kadar insanın ölünce yok olduğunu düşünmeliyiz.
Türk edebiyatında sonbahar şiirleri geleneği var. Örneğin Nazım Hikmet:
“çiçekli badem ağaçlarını unut.
değmez,
bu bahiste
geri gelmesi mümkün olmayan hatırlanmamalı.
ıslak saçlarını güneşte kurut
olgun meyvelerin baygınlığıyla parıldasın
nemli, ağır kızıltılar…
sevgilim, sevgilim,
mevsim
sonbahar…”
Nâzım Hikmet[1] cezaevindedir. Yukarıdaki alıntı da onun Piraye için yazdığı “Saat 21.00-22.00 Şiirleri”nden “5 Kasım 1945” başlığını taşıyan şiiri.
Şairin duyguları, özlemleri sonbaharla metaforlaşıyor.Sonbaharın metaforlaması bir çok şairde var. Nazım Hikmet on iki sene tutuklu kaldı. 1938-1950.Hangi nedenle? Yaygın olarak bilinen “Sovyet Yanlısı” olduğu gerekçesiyle orduyu isyana teşvik etmek. Komünist düşüncelere sahip olmak Sovyet casusluğu ile bir tutuluyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren insanlar fikirlerinden dolayı istihbarat örgütlerince fişleniyordu. Komünizm ve Kürtçülük özellikle takip edilen fikir akımları arasındaydı. 1923-1950 yılları arasında tek parti iktidarı resmi ideolojinin dışındaki fikir akımlarının yaşamasına izin vermedi. Nazım Hikmet de esasında bu dönemin kurbanlarından biridir. Büyük bir şair, yazar olması onun hüküm giymesine ve hapsedilmesine engel olmamıştır. Hep ciddi sorunlarla, kovuşturmalarla geçen bir ömür. Kendi ülkesinde haksızlıklara uğramış, düşüncelerinden ötürü hapislerde çürütülmüş bir entelektüel. Hiç kimse o yıllarda olmayan demokrasiden ve insan haklarından, düşünce özgürlüğünden söz etmesin. Bu coğrafyada yaşayan modern, aydınlanmış insanlar için çok fazla seçenek yok. Ya susacak ya da hapse girecek.
Sonbaharı melankoliyle yaşayan bir diğer şair de Ahmet Hamdi Tanpınar.[2]
“Durgun havuzları işlesin bırak
Yaprakların güneş ve ölüm rengi,
Sen kalbini dinle, ufkuna bak.
Düşünme mevsimi inleten rengi
Elemdir mest etsin ruhunu
Eser rüzgarların durgun ahengi.
Yan yana sessizce mevsimle keder
Hicrana aldanmış kalbimde gezin
Esen rüzgarlara sen kendini ver.”
Tanpınar bu şiirinde “yaprakların güneş ve ölüm rengi” metaforunu kuruyor. Elem ve hüzün hakimdir duygularına. Hicrana aldanmış kalbiyle Tanpınar nasıl bir ruh halindedir acaba? Onu bu kadar karalar bağlatan renkler midir? Yaşamı edebiyat öğretmenliğiyle geçen üstelik bir dönem CHP milletvekilliği yapan Tanpınar’ın hüznü neydi acaba? Bazı edebiyat eleştirmenleri onun genç yaşta kaybettiği annesinin acısını hiç içinden atamadığını söylerler. Öte yandan Tanpınar “zaman” kavramıyla cebelleşen yazarlardan biridir. Zamanın akışını eleştirel bir gözle incelediği romanlarında Bergson’un zaman kuramı etkisinde kaldığı da söylenir.
Henry Bergson’un[3] zaman kuramının ne olduğuna bir bakalım:
“Bergson’un düşünce evreninde odak sorun “zaman” kavramıdır. O, zaman kavramına başlangıçta kendi çağına dek gelen bütün filozofların, konuyla ilgili açıklamalarını eleştirmekle yaklaşmıştır. Ona göre eski felsefenin anladığı zaman, bilimin ölçülebilen bir uzay (mekân) olarak nitelediği olgudur. Böyle bir görüş zaman kavramının içerdiği sorunu çözmeye yetmez. Zaman insan bilincinin bir oluşumu ve yaratıcı gelişimidir. Bu nedenle insan bilincinin dışında değil, gelişim süreci içindedir. İnsan bilinci ise belleğin oluşturduğu ayrı bir varlıktır. Belleğin kökeni de geçmişin şimdiki sürede uzamasıdır. Bellek bu özelliği yüzünden, durağan değildir, geçmişten bugüne doğru uzayan kesintisiz bir akıştır. Nitekim insanın “bilinçli varlığının özünü, geçmişin şimdiki sürede uzaması demek olan bellek kurar, geçmişin geriye dönmesi söz konusu değildir.”
Kaynak: http://www.felsefe.gen.tr/filozoflar/henri_bergson_felsefe_anlayisi.asp
“Bergson’un felsefesi “sezgicilik” temeline dayanır. Gerçeğe, mutlak bilgiye akılla değil duyuşla, sevgiyle varılacağını öne süren filozofa göre sezginin kavrayabileceği en temel gerçek “saf süre”dir. Madde, zaman ve hareket ise aslında sürenin algılanma biçimleridir. “Her şey tek bir nokta halinde saf sürede toplanır. Ne var ki yine Bergson’a göre, “bu o kadar katıksız bir küçük noktadır ki hiçbir düşünür onu anlatamaz”. Kendisinin de bu yüzden ömrü boyunca anlaşılamadığını belirtir. “
Kaynak: http://www.nkfu.com/henri-bergson-kimdir-henri-bergson-felsefesi/
Ahmet Hamdi Tanpınar zamanın akışını sürekli bilincinde sorgulayan bir yazar olarak yazdığı şu şiirde de belirgindir.
“Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında”
Sonbahar mevsimi zamanın akıp gittiğini gösteren en güçlü kanıtlardan biri. Bu renk dönüşümü, havaların değişimi insan ruhunda da geçmişe yönelik nostalji geleceğe yönelik de endişe tohumları seriyor. Eğer insanın geçmişinde mutlu anıları yoksa geçmişi hatırlamanın çok ıstıraplı olacağı kesindir. Gelecekten de bir beklentisi olmayanın da endişelenmesi kaçınılmazdır.
Şimdi Yedigöller’de dere kenarında yürürken melankolik şairleri düşünmeden edemiyorum. Sonbaharı bir hüzün metaforu olarak kullanmanın da sonbahara haksızlık olduğunu düşünüyorum. Neden böylesine iç dünyanın hüznünü dışa vurmak? Belki de bir çok insanın yaşamında mutsuzluk daha büyük bir yer kapladığı içindir. Bazı insanlar nedense hem derin bir melankoliyi yaşar gibidirler. Ağır bir depresyon hali gibi hüzün çöker üzerlerine. Platon’un diyaloglarında sözün canlı yazının ise ölü olduğu ifade edilir. Söz yazıya döküldüğünde bir ağacın yapraklarını döktüğü gibi ölüdür artık. Şiirler de öyle değil mi? Ölmüş bir zamanın uzantıları. O şiirler yüksek sesle okunduğunda dirilir, yeniden hayat bulurlar. O nedenle şiirler ve yazı ölümsüzdür. Söz ise uçar gider.
[1] 15 Ocak 1902de Selanikte doğan Nazım Hikmet, 3 Haziran 1963te Moskovada sürgünde öldü. Nazım, 1938de girdiği cezaevinden 1950 yılında çıktı. Türkçenin en büyük şairlerinden biri kabul edilen Nazım, sürgündeyken T.C yurttaşlığından çıkarılmıştı.
[2] 23 Haziran 1901’de İstanbul’da doğdu. Edebiyat Fakültesi’nden 1923’te mezun oldu. Erzurum, Konya Ankara ve İstanbul’daki liselerde öğretmenlik yaptı. Güzel Sanatlar Akademisi’nde sanat tarihi ve estetik dersleri verdi. 1939’da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde yeni kurulan Türk Edebiyatı Kürsüsü profesörlüğüne getirildi. 1942 ara seçimlerinde CHP’den Maraş Milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne girdi. 24 Ocak 1962 yılında vefat etti.
[3] Henri Bergson; Fransız filozofudur (Paris 1859-ay.y. 1941).