Bu yılın sonbaharı (2023) yaklaşırken eylül ayı sonlarına doğru beni bir telaş aldı. Klasik sonbahar fotoğraf rotalarının dışında acaba nerelere gidebilirdim?
Geçen yıl bir grupla Şavşat’ta sonbahar fotoğrafları çekimleri yapmıştım. Grupla gitmenin avantajları olduğu kadar sorunları da var. Kaldığımız oteller ve pansiyonlar ekim ortalarında olmamıza karşın ısıtmalarını çalıştırmıyorlardı. Aç gözlü turistik tesis sahipleri başka bir dünyada yaşıyorlar. Servis ve hizmet vermek için değil para tahsil etmek için oradalar. Ama bunun farkında değiller. Türkiye’de en ağır sorun aslında farkındalık sorunu. Yerli turist, Arap turist daha doğrusu üçüncü dünya ülkelerinden gelen turist talepkâr değil. Tur şirketi aslında geçtiğimiz yıllarda batılı turistlerle çalıştığı için beklenen servis düzeyinin ve bedelinin farkında. Onun da işine geliyor ucuza kaçmak. Fiyat verirken işin en ucuzuna bakıyor. Pansiyonların, otellerin en düşük fiyat verenlerini tercih ediyorlar. Pansiyon dediğimiz de evlere şenlik tahtadan derme çatma barakalar. Yoktan var olan ama yeterli talep olmadığı için gelişemeyen yerler buralar. Pansiyon sahipleri tarlalarından kazanamayınca turizme yönelmişler. Ekim ayı ortasında 10 derecelere düşen yaylalarda ısıtması olmayan pansiyonlardan söz ediyoruz.
Grupla gidildiğinde itiraz etme katsayınız düşük oluyor. Özgürlüğünüz elden gidiyor. Son yıllarda artık gruplarla bir yerlere gitmekten hoşlanmadığımı fark ettim. Fotoğraf bence “solo” bir uğraş. Başkalarına yer yok. Konunuz manzara fotoğrafı ise zaten gruplarla gitmenizin bir anlamı da yok.
Bu yıl hiç gitmediğim yerlere, farklı coğrafyalara gitmek üzere program yaptım. Sonbahar renklerinin en canlı örnekleri Anadolu’nun kuzey taraflarında yer alıyor. Yaprak döken ormanların bulunduğu bol yağış alan ılıman yöreler. Kayın, Çınar, Huş, Akçaağaç, Kavak ve türlerinin bulunduğu dağlar, tepeler ve yeşil alanlar. Bolu, Düzce, Tunceli, Şavşat, Küre dağları son altı yıldır sürekli sonbahar renklerini arayıp fotoğraf çektiğim yerler. Meşe ormanları da renk veriyor ama karma ormanlar gibi hiç değil.
Bu yıl Uşak, Kütahya Bilecik il sınırlarında dolaşmaya karar veriyorum. Bu kararımda en önemli gerekçe Murat Dağı eteklerinde bulunacak olmamdı. Murat Dağı çok uzun bir süredir aklımı kurcalayan bir dağ idi. Üç bin metre altında bir dağ olmasına karşın (2309 m.) dört önemli akarsuyun çıktığı bir dağ olması nedeniyle antik çağlardan bu yana kutsal dağlar arasında yer alıyor. Frenk seyyahların sık sık atıf yaptığı dağlardan biri.
Murat Dağı antik çağda “Dindymon” yani Tanrıça Kybele’nin kutsal dağı olarak biliniyor. Güneyine doğru akan Banaz Çayı B. Menderes’i, Kuzeye doğru akan Murat Çayı Gediz’i, Kuzey doğuya akan Kokar çayı da Sakarya nehrini oluşturuyor. Bu da yetmiyor Akar çayı ile Eber gölünü besliyor.[1]
Murat Dağı’nın Kybele dağı olma ihtimali var mıdır? Mitoloji yazarları düşünüldüğünde bunu üç farklı kaynaktan okumak mümkün:
Antik çağ tarih yazıcıları Diodoros, Pausanias, Arnobius ve Heredotos. Diodoros’ a göre Kybele’nin dağı “Kybelon” dağıdır. Arnobius’a göre “Agnos” dağıdır. Dindymus dağından söz eden ise Ovidius’dur. Kybele mitosunun doğuşu ve yayılışı konusunda Antik Yunan tarihçilerinin kaleme aldığı ve günümüze kadar ulaşan birçok anlatı var. Anadolu tanrıça kültlerinin neler olduğunu, gelişmesini bu kaynaklardan izliyor öğreniyoruz. Benim bildiğim kadarıyla mitoslar sözlü tarih anlatılarının bir araya getirilmesiyle oluşuyor. Antik çağda tiyatrolarda oynanan oyunların en çok dinleyici toplayanı hiç şüphesiz tanrı ve tanrıça hikayeleridir. Kybele Attis efsanesi de bir çok versiyonu olan çok popüler bir mitostur. Murat dağı Frigya sınırları içindedir. Kybele ile olan ilişkisi de büyük bir olasılıkla Ovidius’un anlatısından kaynaklanmaktadır. Referanslar kutsallık üzerinden verilmektedir.
“Dindymos Phrygia tanrıçası Kybele’nin (Magna Mater, Kutsal Ana) dağıdır.”
İçbatı Anadolu’da Kutsal Bir Dağ: Murat Dağı (Dindymos) (9lib.net)
Murat dağı eteklerinde kurulan kentler antik çağda ve sonrasında yüzlerce yıl boyunca tarih sahnesinde yer aldı. Antikçağ kentlerinden Aizanoi (Çavdarhisar), Kadoi (Gediz), Uşak (Temenouthyrai), Akmonia (Ahatköy-Banaz) gibi önemli kentlerin günümüzdeki yerleri de tam olarak olmasa bile antik yerleşimlerinin etrafında yer alıyor.
Strabon’un geographika adlı eserinin 12. Cildinde[2] Phrygia’dan söz eder. Uzun uzun kentleri sıralar; cildin 48. Sayfasında da Kybele’den ve Pessinus kutsal şehrinden söz eder. Bugünkü Sivrihisar yakınlarında bulunan Pessinus antik kenti hakkında bilgiler verir.
“Saygı gören kutsal ana” tapınağının bulunduğu yere “Agdistis” denirmiş. Strabon Pessinus’un bölgenin en büyük ticaret merkezi olduğunu söyler. Strabon’un MÖ. 60-65 yıllarında doğduğu tahmin edilmektedir. Bu da Kybele kültünün en parlak dönemlerine rastlamaktadır. MÖ.800 yıllarından itibaren etkili olan Kybele kültü rahip krallar tarafından bir ticarethane gibi yönetildi denebilir. Adak için Pessinus’a gelen hali vakti yerinde kişilerin tapınağa bağışladıkları hediyeler depolardan ticaret kervanlarına bedel karşılığı aktarılıyordu.
Rahip kral zenginleştikçe Pessinus halkı da zenginleşiyordu. Strabon, Attalos[3] hanedanı idaresinde tapınağın restore edilerek daha görkemli bir hale getirildiğini daha sonra Romalıların Kybele heykelini el geçirmek için çabaladığını da yazar. Bu farklı kaynaklarda farklı anlatılır.
Kartacalı Hannibal ile başı dertte olan Roma, Sybil kahinlerine baş vurur. Hannibal’ı yenmeleri için ne gerektiğini sorarlar. Kahin, Phytia Pessinus’daki tapınakta bulunan Kybele taşının (bu siyah bir meteor taşıdır) Roma’ya getirilmesinin gerektiğini söyler. Kybele taşının tapınaktan alınarak getirilmesi için uzun görüşmeler yapılır, tavizler verilir. Roma Kybele dinini beşinci resmi dini olarak tanırsa taşı Roma’ya getirebilecektir. Strabon’un bu konuya değinmemesi bana ilginç geldi. Zaten neyin doğru neyin eğri olduğunu görmek için iki bin yıl öncesini gören bir dürbünümüz yok. Strabon Kybele’nin ismini Kybelon dağından aldığını, Dindymene ülkesi isminin de Dindymon dağından aldığını yazar. Magna Mater yani büyük ana tanrıça kültünün erkek rahiplerinin kendilerini hadım etmeleri kültün gizemlerinden biridir. Rahiplerin bir tören sırasında ellerindeki bıçakla kendilerini sünnet ettikleri de bir ihtimal olarak önümüzde duruyor. Kybele kültü Roma’da Senatus kararıyla MÖ 191 yılında Palatinus tepesine tapınağı yapılarak halka tanıtılmıştır. Tanrıçanın onuruna Megalensia denilen bayramlar kutlanmıştır (Rohde 1937: 234; Roller 2004: 272; Çapar 1978b: 178; Erhat 2007: 186)
Programımı Uşak ve Murat Dağı üzerine kuruyorum. Uşak civarında beş altı yıl önce Ulubey kanyonu yürüyüşüne katılmıştım. Kanyonun içinden akan derenin civardaki deri fabrikalarının atıklarıyla kirlendiğini gözlemlemiştik. O geziyi anlattığım blog yazısının linkini meraklı okuyucu için bırakıyorum.
Katakekaumené [1] – Erguvan Rengi Söylenceler (yavuzcekirge.com)
Yol üzerinde ilk durağım Işıklı Göl oluyor. Gölün kuzey kıyılarından geçerek gidiyorum. Göl etrafında geniş tarım alanları var. Fotoğraf çekmek için yüksek bir tepeye çıkıyorum. Gölün kuzey tarafında adacıklar ortaya çıkmış. Oysa üç akarsuyun beslediği bu gölde kuraklık olmaması gerek. Aşırı ve kaçak sulama, HES ve benzer oluşumlara ek olarak DSİ kanallarıyla yağmalanan göl sularının daha ne kadar dayanacağı da şüpheli. Tüm göller bölgesinde görülen bu hoyrat doğa tacizlerinin önüne geçecek yerel idareleri de görmek mümkün değil. Tepede her yer boş bira şişeleriyle dolu. Belli ki bu noktaya gelip bira içenler içtikleri biraların boş şişelerini etrafa atma konusunda yarışıyorlar. Her zaman yaptığımı yapıyorum. Boş şişeleri her zaman yanımda taşıdığım boş bir çöp torbasına dolduruyorum. İki yüze yakın boş ambalaj kutusunu çöp torbası içinde oraya bırakıyor yanına da bir not bırakıyorum:
“Ben topladım, siz de çöpe atıverin bir zahmet. “
Anadolu’da her gittiğim yerde özellikle de göl ve nehir kenarlarında, manzaralı tepelerde gördüğüm tablo bu. Vatandaş gelip manzaranın karşısına geçip yemesini içmesini biliyor da çöpünü yanında götürüp atmayı bilmek istemiyor.
Orada çöpleri görenler de aynı yere çöpünü atıyor. Buralar belediyelerin çöp toplama sahasının dışında yerler. Atılan çöp orada kalıyor. Sanırım tüm doğa alanları aynı durumda. Cehaletin neden olduğu büyük bir çevre sorunu giderek büyüyor. En sinirimi oynatan şey ise bazı sözüm ona okumuş takımının bu çevreyi kirleten kırsal kökenli insanlara övgüler düzmesi. Halkla bütünleşmek adına köy kahvelerinde bu çevre düşmanlarıyla oturup tuhaf bir popülist maskeyle öğütler yağdıran kentlilerin nasıl bir yanılgı içinde olduklarını anlamaları acaba ne kadar sürecek? En büyük çevre sorununun insan olduğu gerçeği her yerde karşımıza çıkıyor. Elindeki motorlu testereyle canım kayın ormanını yok eden kırsal canavarların gözünü para bürümüş beton aşığı müteahhitlerden ne farkları var?
Uşak kentinin diğer Anadolu kentlerinden pek bir farkı yok aslında. Eski Frig , Lydia, Bizans, Osmanlı mimarisinden geriye çok az şey kalmış. Otelimi ararken Uşak yapılarının diğer kentlerin alışıldık beton yapılarından pek bir farkı olmadığını fark ettim. Belediyenin web sitesinde kentle ilgili birçok bilgiye ulaşmak mümkün.
Uşak Belediyesi Yürüme Mesafesi Gezi Rehberi | T.C. Uşak Belediye Başkanlığı (usak.bel.tr)
Kentin tarihi coğrafyasını araştırmak için epey çaba sarf ediyorum.
Uşak tarihi eser envanteri haberi – Arkeolojik Haber – Arkeoloji Haber – Arkeoloji Haberleri
Antik çağdaki adıyla Temenothyrea [Τημενοθύρα] Frigya ve Lydia krallıklarının önemli bir kenti olarak tanınıyor. Hellen döneminde gelişen kent Roma döneminde ticaret yollarının kesiştiği noktada yer alıyor.
Benim amacım her şeyden önce sonbahar fotoğrafları çekmek olduğu için kısıtlı zamanımı ona göre planlıyorum. İki yer öne çıkıyor. Clandras köprüsü ve Taşyaran vadisi. Eğer zamanım kalırsa Ulubey kanyonu içinde yürüyerek sonbahar renkleri aramaya karar veriyorum.
Sonbahar fotoğrafları seyahatimin bir başka nedeni de Gazze’de ölen çocukların medyada sürekli gösterilen fotoğrafları. Fotoğraflara bakmak ne kadar zor olsa da dünyadaki ”uygar” ülkelerin bu çocuk katliamına ses çıkarmaması anlaşılır gibi değil.
Zehirli medya organları ideoloji kusmaya devam ediyor. Doğu ya da batı pek bir farkı yok bence. Dünya medyası Gazze konusunda ikiye ayrılmış durumda. Cepheler kazılmış karşılıklı atışmalar sürüyor. Kafasında miğfer, çelik yeleğinde Press yazan muhabirler ellerinde mikrofon haber yapıyorlar. Tüm medya mensuplarının yayın yaptığı yer İsrail toprakları. Gazze’den yayın yapılmasına izin verilmiyor anlaşılan. Yine aynı zehirli ideolojik haberler yumağı çocuk katliamlarını değil de kullanılan silahları, bombaları anlatmayı tercih ediyorlar.
Emekli generaller ellerinde sopayla harita üzerinde kullanılan silahlar, bombalar ve askeri araçlar hakkında bilgi veriyorlar. Her emekli general silah tüccarlarının reklamını yapıyor sanki. Bütün bu hümanist konuşmalar, nutuklar, kitaplar tarihte meydana gelen katliamları örtmüyor.
Gazze de sıkışmış kalmış 2,5 milyon insan göz göre göre yok oluyor. İsrail karşısında düşman olarak HAMAS’ı alıyor. Bu örgütün tarifini yapmak da hiç kolay değil. Filistin halkını temsil ediyorlar mı? Taliban Afgan halkını ne kadar temsil ediyorsa Hamas da Filistin halkını o kadar temsil ediyor.
Kaba güç ve nereden geldiği belli olan modern silahlarla donanımlı maceraperest gençlerin çoğunlukta olduğu gruplardan oluşuyor. Bir zamanlar Afganistan’da 10 ayrı fraksiyon ortaya çıkmıştı. Taliban işte bu fraksiyonların bir özeti denebilir. Hamas ise FKÖ’nün içinden çıkan radikal grupların bir sentezi. Hamas FKÖ’nün izlediği barışçı siyaseti bırakıp silah tüccarlarının masasına oturdu. Bugün Gazze’de ölenler için vicdan azabı çektiklerini hiç sanmıyorum. Müslüman ülkelerin sesi ise hiç çıkmıyor. Hazin bir sonbahar tragedyası.
Uşak’ta otelde ertesi günün programını yaparken Clandras köprüsüne yarım gün; günün geri kalanını da Taşyaran vadisine ayırıyorum.
Uşak kent tarih yazarlarından Haşim Tümer’in “Uşak Tarihi” adlı 1971 yılı basımı kitabını internet üzerinden okuyorum: Kitap yazarı bilimsel bir eser iddiasında olmadığını belirtiyor. Aşırı dini referanslarla bir tarih kitabının kapsamından çıkıp bir dini eser kategorisine geçiş yapıyor kanımca. Osmanlıca kelimeler, Frenk seyyahların gözlemlerinin farklı yorumları da kitapta yer alıyor. Beş bin yıllık Anadolu tarihini de özetleyen Tümer’in böylesine geniş bir tarih dilimini anlatmaya cesaret etmesi de dikkat çekiyor. Yine de büyük emek sarf etmiş, araştırma yapmış deyip geçelim.
Tarihi coğrafya belgelerini ne kadar okursak okuyalım yüz, iki yüz yıl önceki Uşak bugünkünden çok farklı. Nüfus yapısı farklı, yeme içme farklı, konuşulan diller farklı, ormanlar, akarsular, göller farklı, idare farklı, vb. Otel odamdan kenti seyrederken bunları düşünüyordum. Bugüne bakarak geriye gitmek de mümkün değil. Artık tüm şehirler birbirine benziyor.
Frenk seyyahların kitaplarında anlattıkları çoğunlukla antik çağda Anadolu’da kent devleti statüsünde olan kültürlerin bıraktıkları eserleri arayıp bulmak amacıyla Yunan ve Roma tarihçileriyle din adamlarının tuttukları kayıtlarda sözü edilen yerlerdir. Arkeolojik eserlerin bulunduğu bölgelere 15. Yüzyıldan itibaren seferler düzenleyen seyyahlar birçok antik kent devletinin yerlerini eski tarih yazıcılarının sayesinde saptayarak belge toplamışlardır. Nedense bu tür bilgiler hiçbir vakit Türk tarih kitaplarında yer almamış, onun yerine Osmanlı tarihinin başarılı olaylarına yer verilmiştir.
Sonbahar seyahatimi planlarken kuzey iç Ege bölgesini seçmemdeki ana nedenin “sonbahar teması” olduğunu söylemem gerekir. Coğrafya diliyle Murat Dağı ve platoları, Banaz ve Gediz akarsuları, Çivril ve Eber gölleri, kanyonlar diye özetlemem mümkün. Üç bin metre altında olmasına karşın Murat dağı (2,306 m.) bölgenin ana aktörü durumunda. Bu nedenle bir gece Murat dağında kalmaya karar veriyorum. Dağı yakından tanımak, zirvesinden etrafa bakmak istiyorum.
Bu sonbahar gezim bir yerde Kybele’nin izini sürdüğüm bir gezi olacağa benziyor.
[1] Murat Dağı kaplıcalara ve zengin su kaynaklarına sahiptir. Dağdan çıkan bu su kaynaklarının bir kısmı ile Gediz nehrine (Hermos), Porsuk çayı (Tembris) ile Sakarya (Sangarios) nehrine ve Banaz çayı (Senaros) ile Büyük Menderes (Maiandros) nehrine, Akarçay (Kaystros) ile Eber gölüne su sağlanmaktadır. Batı Anadolu’nun önemli havzalarını bu dağdan çıkan bu su kaynakları sulamaktadır (Ramsay 1897: 570).
[2] Strabon, Antik Anadolu Coğrafyası, çev. Prof. Dr. Adnan Pekman, Arkeoloji ve sanat yayınları, üçüncü baskı, İstanbul, 1993
[3] Pergamon krallığı hanedanı