(Gölcük, Sünnet, Abant)
Amasra’dan büyük bir hayal kırıklığıyla ayrılıp yola koyuluyoruz. Bartın’da konakların fotoğraflarını çekmeye de zamanımız yok. Bartın’a uğrayıp eski konakları hızla üstün körü gördükten sonra Devrek-Bolu istikametinde uzayıp giden ve zengin orman örtüsüne sahip Batı Karadeniz Dağları’na doğru yol alıyoruz. Bu yol yeni açılmış. Gerede yolu daha uzun. Programımız önce Gölcük Milli Parkında yansıma fotoğrafları çekip sonra Sünnet Gölü’ne ulaşıp orada gecelemek. Abant ziyaretini ertesi güne bırakmak zorundayız. Vakit yok. Bu üç gölü de farklı zamanlarda birkaç kez ziyaret etmiştim. Hızlı bir seyahat olacak. Sonbahar senfonimizin Rondo bölümü. Yani hızlı ve döngüsel.

Her şeyden önce Amasra-Bartın-Devrek üzerinden Bolu’ya gidiş güzergahı Batı Karadeniz bitki örtüsünü tanımak için mükemmel bir seçim olabilir. Bizim geçtiğimiz gün (9 Kasım 2018) parçalı bulutlu ılık bir sonbahar günüydü. Güneş arada sırada bulutların arasından çıkıp ağaçların sapsarı yapraklarını aydınlatıyordu. Otobanın her iyi yanı da kesif orman. Bir renk cümbüşü ki sormayın gitsin. Bolu Dağları olarak bilinen bu ormanlar başta kayın olmak üzere geniş bir ağaç çeşitliliğine sahip. Zaten sonbahar renklerinin dalgalanmasından da bu gayet iyi bir biçimde anlaşılıyor. Aracımız arazi taşıtı olduğu için otoyoldan çıkıp orman yollarına sapıyoruz. Orman yollarını çok severim. Kırmızımsı toprak, sarı,turuncu yapraklar ve bu yaprakları döken gürgen, ıhlamur, akçaağaç, meşe,ıhlamur, kestane ve yaprak dökmeyen karaçam, sarıçam, kızıl çam, köknar, porsuk vb. size bir “flora-fauna” laboratuvarı sunar. Bu ormanların korunması için aslında bir önlem planı da yok. Doğa derneği verilerine göre Bolu Çayı üzerinde yapılan Köprübaşı barajı ve HES en büyük ekolojik tehdit. Siyasi iktidar ve yerel idareler bu tehdidi görmezden geliyorlar. Plan dışı ağaç kesimini hiç söylemiyorum, ya da kaçak avcıları. Araçtan inip yürüyoruz. Doğal su kaynaklarının oluşturduğu derelerin sesi ruhumuzu dinlendiriyor. Dere kenarına oturup bir süre ormanın sesini dinliyoruz. Önce otobandan geçen araçların gürültüsü duyuluyor. Sonra kuşların cıvıltısı, dereden akan suyun şırıltısı, rüzgarın ağaç yapraklarında titreyen sesi hatırlayabildiklerim. Kamerayı bir yana bırakıp bu ruh dinlendirici ortama kendimizi bırakıyoruz.

Bolu bölgesi aslında doğal alanlarının çokluğuyla ve endemik çeşitliliğiyle Anadolu’ nun korunması gereken çok özel doğal habitatlarından biri. En yüksek yeri iki bin metrenin altında kalan Celedoruğu (1980 m.). Melen Çayı ve Bolu Çayı bu dağlardan gelen sularla çoğalıyor. Yedigöller Milli Parkı da Bolu Dağları sınırları içerisinde kalıyor.
Gölcük’e kadar sık sık durup sonbahar fotoğrafları çekiyoruz. Orman dokusu müthiş. Milli Park’a girişte on dört TL. ödüyoruz. Bu para niçin ve kime gidiyor bilmiyoruz. Milli parklardan gelir elde etmek ve bu geliri başka yerlere harcamak ne kadar etik söylemek zor. Araç park edildikten sonra göl etrafında yürünebiliyor. Çok büyük bir göl değil . Bir set gölü. İrtifamız 1300 m. Zaten bu bölgede bin metrenin üzerinde olan göller belli. Yedigöller ( 1200 m.), Gölcük ( 1300), Abant (1300) , Sünnet Gölü (850 m.). Göl ile ilgili almış olduğum notlara şöyle bir göz atıyorum. Göl, Karadağlar kütlesindeki çökmelerle oluşmuş. Oluşum tarihini bilmiyoruz. En erken buzul dönemi olabilir.Gölü besleyen akarsular, dereler yok. Bu da demektir ki yağmur ve kar sularıyla besleniyor. Göl kenarlarından anlaşıldığı kadarıyla sularda ciddi bir çekilme var. Ben küresel ısınma diyeceğim ama sihirli kelimelerle “aşırı buharlaşma” diyenler de olacaktır. Sonuç itibariyle aynı kapıya çıkıyoruz. Sular çekiliyor. Nokta. Gölün de içinde bulunduğu tabiat parkının yüz ölçümü 4,5 hektar olarak veriliyor. Bu hektar hesabı bana anlaşılması çok zor geliyor. Nedir bir hektar? Bir alan ölçüsü. Metrik olarak söylersek: On bin metrekare. Yani on dönüm. Hektarı çevirirsek: 4,5 x 10,000=45, 00 metrekare. Yani 4,5 km kare veya 4,5 dönüm. Sanırım şimdi daha anlaşılır oldu. Orman yangınlarını haber veren medya “şu kadar hektar orman yandı, inceleme başlatıldı” diye veriyor. Orman yangınları çok kanıksandı artık. Yangın haberi yapan bir medya organından alıntı yapalım:
“Orman Genel Müdürü Yardımcısı Hüseyin Dinçer, 2017 yılının ilk 8 ayında Türkiye’de bin 694 orman yangını meydana geldiğini ve bu yangınlarda 8 bin 400 hektarlık alanın zarar gördüğünü söyledi.”

Felakenin büyüklüğünü anlamak için hesaplayalım.
8,400 Hektar. 1 hektar 10,000 metrekare. O zaman 8,400x 10,000 = 84,000, metre kare. Bunu da kilometreye çevirelim. 84, kilometrekare veya 84, dönüm.
Korkunç. Acaba yanlış hesap mı yaptım diye bir daha kontrol edeceğim. Haberlerin böyle hektar olarak verilmesini acaba insanlar nasıl anlıyor? Orman yangınına sebep olanlar nasıl cezalandırılıyor?
Başka bir habere bakalım:
“Türkiye’de 10 yıllık sürede çıkan 24 bin 264 orman yangınında, yılda ortalama 9 bin hektar alan zarar görürken, bunların yüzde 87’sinin insan kaynaklı çıktığı bildirildi. Bu sürede en fazla orman yangını Muğla, Antalya ve İstanbul’da meydana gelirken, Ağrı ve Iğdır’da ise hiç orman yangını yaşanmadı. Muğla’da 10 yılda çıkan 2 bin 734 orman yangınında 3 bin 148 hektar orman arazisi zarar gördü. Muğla’yı 2 bin 73 ile Antalya, bin 493 ile İstanbul ve bin 394 orman yangını ile İzmir izledi.” Kaynak: https://www.dunya.com/gundem/turkiyede-son-10-yilda-24-bin-264-orman-yangini-cikti-haberi-373721

Haberde çarpıcı olan şu: On yıllık sürede 24,264 orman yangını yani yılda 2,426 ortalaması var. Bu da günde 7 yangın demektir. Orman yakma aslında ciddi bir suç; en az on yıl hapis cezasından başlayan, müebbet hapis cezalarına varıncaya kadar yaptırımlar var. Ama gel gör ki, yangın sayısında düşme yok. Özellikle de “rant”bölgelerinde. Faili meçhul yangınları artık kim çıkarıyor bilemem.
Gölcük Gölü doğusunda ve güney doğusunda Köroğlu Dağları var. Beş metre derinliği olan gölde sazan, kefal, Abant alası adı verilen tür balıklar yaşıyor. Olta balıkçılığına izin veriliyor gördüğüm kadarıyla. Park içerisinde piknikçiler için mangal alanları oluşturulmuş. Ateş sadece belirli alanlarda yakılabiliyor.Aracımızı park ettikten sonra yürüyüşe başlıyoruz. Gölün çevresinde bir yürüyüş parkuru açılmış. 1,3 kilometre. Eşofmanlarıyla yürüyen bir çok insan var. Tuvalet ve çeşme birkaç yerde var. Gölde iki yapı var. Birincisi herkesin yansıma fotoğrafı çektiği Orman İdaresinin misafirhanesi. Burada sadece “Ankara’nın izin verdiği kişiler” kalabiliyormuş. Yıllar önce bir kış günü ” hatırlı” bazı kodamanlarla şömine karşısında çay içmeye gittiğimizi hatırlıyorum. Aradan çok zaman geçti ama yine de o kar, göl ve “şale” atmosferini unutmuyorum.Otoparktan ahşap merdivenlerle “Kır Gazinosu” ve marketin bulunduğu platforma çıkılıyor. Bu kot farkı nasıl oluştu bilmiyorum ama otopark göl kotundan aşağıda gibi duruyor. Kır gazinosu ve restoran bizim gibi tek tük misafirlere hizmet verdiği gibi özel davetler için de servis veriyormuş. Bizim gittiğimiz günün akşamında bir düğün yemeği varmış. Garsonlar koşturup duruyordu. Daha sonra göl kıyısında gelinle damadı fotoğraf çektirirken gördük. Göl seyir teraslarından biri süslenmiş, ışıklandırılmış bir şeylere hazır edilmişti.Sanırım nikahı bu seyir terasında kıydırıp oradan yemeğe geçecekler. Bu göl kıyıları nedense evlenecek çiftlere cazip geliyor anlaşılan. Hangi göl kıyısına gitsek gelin damat fotoğrafları. Yedigöller’de de vardı.

Lise öğrencilerinden oluşan kalabalık grup piknik alanında kurtlarını döküyor. Sesleri yankılandığı için konuşmaları bile her yerden duyuluyor. Bu gençlerin ne yapmaya çalıştıklarını anlamak mümkün değil. Nedense mevcut eğitim sistemi öğrencileri olgunlaştırmıyor. Birkaç ülkede aynı yaş grubundaki öğrencilerle vakit geçirdiğim için farkı görebiliyorum. Batılı eğitim sistemi birey yetiştiriyor. Öğrenci o eğitim içinde karakterini bulabiliyor. Oysa benim bu gölcükte gördüğüm gençler sanki ilkokul öğrencileri gibi. Bu kadar mı fark olur? Vaktimiz çok kısa olduğu için birkaç yansıma fotoğrafı çekip yola koyulacağız. Karanlık basmadan Sünnet Gölü’nde olmak istiyoruz. Sabah telefonla yer ayırttık. Orman misafirhanesinin sudaki yansımasından başka fotoğraf bulamadım. Gölün etrafındaki ağaçlar zaten yaprakdöken cinsten değil. Sonbahar sarılığı burada yok denecek kadar az. Tek tük ateş çalısı, kuşburnu çekimleri yapıyorum. Gölün çevresinde bir tur atıp yola koyuluyoruz. Hafta sonlarının burada çok kalabalık olacağını tahmin etmek zor değil. Bu göl ve çevresinde yani tabiat parkında bilim adamları 461 farklı türde bitki tespit etmişler.Bunların yüzde otuzu da endemik. 1965 yılında “Tabiat parkı” statüsünün verilmesinin de bu yüzden olduğunu sanıyorum. O yıllarda bürokratlar bilimsel çalışmalara göre bu alanı koruma altına almayı uygun görmüşler. Aynı şekilde Bolu ili sınırları içinde bir çok tabiat alanı belirlenmiş. Eğer belirlenmeseydi ne olurdu? Tahmin etmek bile istemiyorum. Öte yandan bu alanlarda imar izni almak isteyen, maden ocağı açmak isteyen girişimcilerin Ankara’da kampanyalar yürüttükleri söyleniyor. Eğer Trabzon Uzungöl örneği buralarda da yaşanırsa ne bitki kalır ne de yaban yaşamı.

Sünnet Gölü için yola koyuluyoruz. İki saat yolumuz var. Hava kararırken otele gireceğiz anlaşılan. Batıya doğru gidiyoruz. Artık yaprak dökmeyen ağaçların çoğunlukta olduğu ormanların içinden gidiyoruz. Bolu Mudurnu yolunda ilerliyoruz. Otobandan da gidebilirdik ama köy yollarından gitmeyi tercih ediyorum. Nitekim Bolu’da travertenler olduğunu bilmiyordum. Yolun sol tarafında yükselen travertenleri görünce şaşırdık. Buraya Akkayalar adı veriliyormuş. Adı üstünde. Yolun kotundan pek görünmüyor ama çok büyük bir alan değil her halde. Buraya ayrıca gelmek gerek. Bizim ise bir an önce otele varmamız gerek.

Sünnet Gölü Milli parkı girişinde de on dört lira ödedikten sonra otelin otoparkına girebildik. İlk gördüğümüz şey sokak köpekleri sürüsü. Yaklaşık on on beş kadar varlar. Büyük köpekler, küçük köpekler, cins köpekler, yavru köpekler karma karışık. Onlara yemek vermeye çalışan bir kadının etrafını sarmış üstüne atlayıp duruyorlar. Kadın ne yapacağını şaşırmış durumda. Oysa korkacak bir şey yok. Köpekler o kadar alışmışlar ki kapış kapış yemek kapmaya; gücü gücüne yetene. Her arabaya büyük bir umutla yaklaşıyorlar.Acaba yiyecek verecekler mi? Arabada yiyecek çok. Ama vermeye kalksam nasıl yaparım diye düşündüğümden bir şey vermekten vazgeçtim. Yiyecekler arabada daha güvenli. Göl manzaralı bungalovlarda kalacağız.“Doğal Yaşam Oteli” tanımı yapılmış otel için. Otel üç farklı binadan oluşuyor.Göle en yakın konumdaki dört bungalov ünitesinden en sonuncusunda kalacağız. Resepsiyona ciddi bir para ödedikten sonra eşyalarımızı taşıyoruz. Köpeklerden biri bizimle geliyor. Peşimizi bırakmıyor. Bir melez. Kim bilir kaç karışım. Uslu uslu kapının önünde yemek bekliyor. Arabadan onun için yemek alıyorum. Bu köpekler o kadar aç ki ne versen yiyorlar. Hava bulutlu olduğu için yıldız çekimi yapmak imkansız. Zaten göl etrafını çeviren yüksek dağlardan ötürü karanlıkta kalıyor.Gece çöktükçe karanlık büyüyor. Yatakta tahta kurusu kalıntıları buluyoruz. Zor bir gece olacak. Çarşafları ve yorganı muayene ediyoruz. Hiç temiz görünmüyorlar.İşte en büyük kabus. Bir çok yerde karşılaştığım bir sorun bu. Fakat bu kez hazırlıksız yakalandık. Bu tür seyahatlere çıkarken mutlaka arabaya uyku tulumu, çarşaf, havlu, battaniye ve yastık almak gerek. Yoksa bizim gibi sabahı zor edersiniz. Türkiye’de turizm böyle bir şey işte. Sizden beş yıldızlı otel parası alıyorlar fakat verdikleri hizmet yarım yıldız. Bunu denetleyenler de yok. Burası Bolu Belediyesi’ne bağlı olduğuna göre belki de oraya şikayet etmek gerek. Çorba içmek için kafeteryaya gidiyoruz. Köpekler arkamızda. Kafeterya bakımsız ve kirli görünüyor. Türkçe konuşamayan ve anlamayan erkek Suriyeliler çalışıyor otelde. Pislik diz boyu. İçimiz kalkıyor. Arabadaki yiyeceklerden yemeğe karar veriyoruz. Sonunda zehirlenmek de var. Bu oteli seçmekle ne kadar yanlış bir iş yaptığımızı anlıyorum. Oysa Abant civarında çok daha düzgün oteller bulma imkanımız vardı. Ne diyelim? “Bad Planning”. Bu pisliği de yaşamak varmış. Artık umudumuz sabah ilginç fotoğraflar yakalamakta.

Yatmadan önce notlarıma bakıyorum.[1] Gölün yer aldığı vadinin adı Gökdere Vadisi. Sünnet Gölü irtifası denizden 1030 metre. 18 hektarlık(186,000 metrekare) bir alanı kaplıyor. Derinliği yirmi iki metre. Heyelanla oluşmuş bir baraj gölü. Oluşma tarihini kimse bilmiyor. Bölge de toprak yapısı gereği yoğun yağışlar sonrasında heyelanlara açık hale geliyor. Heyelanın meydana geldiği tepe Sarıkaya Tepesi (1450 m.),
Resmi web sitesinden bir alıntı yapalım:
“Sünnet Gölü Tabiat Parkı, 11.07.2011 tarih ve 401.03-903 sayılı Bakan Olur’u ile Tabiat Parkı ilan edilmiş olup, 88,14 hektarlık bir alanı kaplamaktadır. 88,14 hektar büyüklüğündeki Sünnet Gölü Tabiat Parkı alanı tamamen devlet mülkiyetindedir.Tabiat Parkı içindeki ormanların tamamı da devlet mülkiyetindedir. Orman Kadastro çalışmaları tamamlanmış olan bu ormanlar Göynük İlçesi kadastro sınırları içerisinde kalmaktadır. Tabiat Parkı sınırları genel olarak topoğrafik yapı ile karşılaştırıldığında; 1442m rakımlı Göldağ Tepe ile kuzeydoğu ucunda çakışmakta, doğusunda Göldümen Tepe’nin Gölbaşı Dere ile kesiştiği noktada,güneyinde Karaköy Dere’nin Sünnet Gölü ile kesiştiği taşkın sahası ile, batısında ise Sarıkaya Tepe’nin ve bu tepeye bağlı karaçam ormanlarının baskın olduğu Sarıkaya Sırtları ile sarılı bir vaziyettedir.” Kaynak: http://sunnetgolu.tabiat.gov.tr/

Rivayete göre köylüler heyelan sonrasında dere üstüne toprak yığılmasıyla göl ortaya çıkınca “dağ sünnet oldu” demişler. Bu nedenle adı Sünnet Gölü kalmış. Artık doğru eğri bilmem. Bize anlatılan bu. Bunu köylüler anlatıyor. Öte yandan göle çok yakın konumda olan Sünnet köyü var. Büyük bir olasılıkla göl adını bu köyden alıyor. Köyün adı neden sünnet bilmiyorum. Büyük bir olasılıkla “Bitinia” veya “Rumca” dillerinden ses uyarlamasıyla benzetilmiştir. Bu bir çok yerde böyle olmuş. Dağın sünnet oluşu metaforu biraz arkaik kalıyor. Göller yakınlarındaki yerleşimlerin adlarıyla biliniyorlar. Dağ sünnet oldu hikayesi biraz kurmaca gibi geliyor bana. Bunların dışında göl çevresinde yürüyüş yapmak için bir parkur var. İstanbul çıkışlı bir doğa grubuyla burada yürümüştüm. Göl çevresi yaklaşık üç buçuk kilometre. İstendiği taktirde göl kotundan doğu ve batı yönlerindeki tepelere doğru patikalardan tırmanılabilir. Sünnet Gölü bir piknik alanı olarak kullanılıyor daha çok. Temiz hava ve mangal. Civar kasabalardan hafta sonlarında yoğun talep oluyormuş.Bölgede av yasağı var ama yine de tüfek sesleri duyuluyor. Yan bungalovlarda kalan gençler sabaha kadar bira içip sohbet ettiler. Allahtan azıtmadılar. Gençlere karşı hoşgörülü olmak lazım. Zaten tahtakurularından uyuyamıyoruz.

Gün doğarken büyük bir heyecanla tripotu kapıp fotoğraf çekmeye gölün kıyısına koşuyorum. Bugün artık seyahatin son günü. Kahvaltıdan sonra Abant Gölü’ne gidip çekim yapacak sonra Mudurnu Kartepe’ye çıkıp programımızı tamamlayacağız. Akşama doğru da İstanbul’a mahallemize dönüyoruz.Yoğun bir program. Sonbahar senfonimizin “kadans”ını[2] Kartepe’de yapacağız.

Sünnet Gölü’nde bitki örtüsü çoğunlukla karaçam.(Pinus Negra). Tek tük yaprak döken ağaç göze çarpıyor. Onları da sararan yapraklarından anlıyorum. Gölün doğu ve batı taraflarında yüksek tepeler olduğu için gün doğumunun kızıllığı gölde yansımıyor. Gölün suları karanlık. Çok fazla siyah renk var. Işık çok az. Gölün suyu birkaç metre çekilmiş. Yaz mevsiminde buharlaşma etkisiyle suların azalması doğal. Bu gölü üç dere besliyormuş: Karaköy Deresi, Kuru Dere, Gölbaşı deresi. Derelerde de yeterince su yok anlaşılan. Suyun rengini bir türlü anlayamıyorum. Sabah saat 07:40 ne de olsa kış mevsimine yaklaşıyoruz. Güneş geç doğuyor erken batıyor. Havanın ışımasıyla birlikte uyananlar çoğalıyor. Bizim gençler gölün seyir terasına akın ediyorlar. Mecburen gölün kenarına ördeklerin yanına iniyorum. Hava çok soğuk. Beremi ve eldivenlerimi takıyorum. Bir çok açı ve pozlama deniyorum ama istediğimi alamıyorum. Siyah renk çok baskın. Uzun pozlama deneyleri yapıyorum. Bir şey çıkmıyor. Sünnet Gölü programı hayal kırıklığı oldu. Bu ikinci hayal kırıklığımız Amasra’dan sonra. Zaten Yedigöller, Yenice ve Bolu Dağları sonbahar fotoğraflarından sonra buralarda fotoğraf aramanın doğru olmadığını anlamış oluyorum. Gelecek yıl aynı yanlışı yapmayacağım. En fazla iki yere odaklanacağım. Artvin, Borçka ve Karagöl örneğin.

Kahvaltıdan sonra Abant Gölü’ne doğru yola çıkıyoruz. Bu bölge yaprak dökmeyen ormanlarla kaplı. Tektonik oluşum geçirmiş bir göl bu.Elips şeklinde. Denizden yüksekliği 1350 metre.[3] Bir yayla gölü sayılabilir.Göl çevresinde araçla dolaşılabiliyor. Yürüyerek de dolaşmak mümkün. Tam bir göl turu 7,5 kilometre. Gölün güneybatısındaki tepeden kuş bakışı fotoğraf çekilebiliyormuş. (1770 m.) Dört yüz metre orman içinden tırmanmak gerekiyor.Rehbersiz bu işe kalkışmak doğru değil. O nedenle kuş bakışı fotoğraftan vazgeçiyoruz. Göl çevresine yoğunlaşıyoruz. Civar kasaba ve şehirlerden gelenler bu yürüyüş turunu sabah sporu olarak yapıyorlarmış. Yürüyüş yapmayıp piknik yerlerinde dinlenenler de var. Göl derinliği 18 metre olarak bildiriliyor.Doğa yürüyüşünü sevenler için burası ideal bir bölge. Civar yaylalara da yürüyerek ulaşmak mümkün: Bolu Yaylası, Sakarca Yaylası, Sinekli Yayla ve diğerleri. Wiciloc’a göre Abant Gölü civarında 193 parkur var. Bunların arasında kış mevsiminde yapılmış bir zirve etkinliği var. Müthiş fotoğraflar.Karlı çam ağaçları ve mavi gökyüzü.

Göl ana giriş kapısından değil de diğer kapısından giriyoruz.Yirmi otuz kişilik gruplar var. Piknik alanları çeşme yanları dolu. Göl çevresi çok düzenli. Çöp konteynerleri, tuvaletler, yollar dört dörtlük. Park içinde göl kıyısında oteller ve pansiyonlar var. Eşofmanlı çiftler sabah yürüyüşlerini yapıyorlar. Seyir iskeleleri gelin damat fotoğrafçılarıyla dolu. Fayton turu da yapılabiliyor. Bu kadar kalabalıkla fotoğraf çekmek benim tarzım değil.Konsantre olamıyorum. Boş bir piknik masası bulup kumanyamızı yiyoruz. Bir köpek ve dört yavrusu yanımıza sokuluyor. Yemeğimizi onlarla paylaşıyoruz. Anne köpek yemek yedikten sonra yavruların süt emmesine izin veriyor. Göl çevresinde kaçak satıcılar da var.Bir minibüs geçiyor önümüzden. “Dönerci Hasan” Aracı kenara çekip döner satıyor her halde. Ama motosikletli polisler göz açtırmıyor. Film gibi izliyoruz. Al kamerayı çek. Derhal minibüsü durduruyorlar. Göl çevresindeki işletmeler, çay bahçeleri şikayet etmişler. Şikayet eden işletmeci arabasıyla ofur pofur geliyor seyyar satıcıya hakaretler yağdırıyor. Şehir hayatına geri dönmüş gibi hissediyorum.Yere çöp atanlar, bağırıp çağıranlar, gelin damat fotoğrafçıları, eşofmanla yürüyüş yaparken sigara içenler ve daha bir çok dikkat çekici olay beni fotoğraf çekmekten alıkoyuyor.

Abant gölü flora ve fauna açısından tüm civar göllerden daha zengin bir çeşitliliğe sahip. Bir alıntı yaparak bu çeşitliliği kayda geçirelim:
“Abant Gölü çevresi flora ve fauna bakımından çok zengindir. Sarıçam, karaçam, kayın,meşe, kavak, dişbudak, gürgen, söğüt, ardıç ağaçları ve orman gülü, ılgın,fındık, muşmula, papaz külahı, alıç, çobanpüskülü, kuşburnu, eğrelti, böğürtlen,çilek, nane, ahududu, sarmaşık, ısırgan, atkuyruğu ve çayır otları başlıca ağaç ve ağaççıkları oluşturur. Abant Gölü’nün kenarları çeşitli su bitkileriyle ve nilüferlerle doludur.
Abant Gölü’nün etrafında yükselen yamaçlarda ise Abant Çiğdemi (Crocus Abantensis) bulunmaktadır. Göl ve çevresinde bulunan ve endemik türler olan Küçük Taraklı Semender ( Triturus Vulgaris Kosswigi) ile Abant Alabalığı “Salmo Trutta Fario Varyette Abanticus” ve Abant Fındık Faresi (Muscardinus Avellanarius Abanticus) olarak literatüre geçmiştir. Balık meraklıları yılın belirli dönemlerinde, ücret ödeyerek olta ile balık avlayabilmektedir.

Göl kenarlarında su samurları da görülmektedir. Göl çevresindeki ormanlarda yabani hayvanlardan tilki, çakal,kurt, ayı, domuz, geyik, karaca, tavşan, sincap, gelincik; su kuşlarından yaban kazları, yaban ördekleri, balıkçıl, sakar meke, karabatak, turna; yırtıcılardan şahin, doğan, kara akbaba, kaya kartalı, atmaca, baykuş; diğer kuş çeşitleri olarak toygar, alakabak, puhu, gökdoğan, ağaçkakan, karatavuk, bülbül, ispinoz ve saka görülmektedir.”
Kaynak: https://www.kulturportali.gov.tr/turkiye/bolu/gezilecekyer/abant-golu
Böylesine zengin bir çeşitliliği kısa bir sürede görmek mümkün değil. Belki de gelip civarda kamp kurmak ve doğal güzellikleri yakından makro fotoğraflarla tespit etmek, göl çevresindeki tepelere çıkıp farklı açılardan fotoğraf çekmek lazım.

Oysa bizim zamanımız yok. Bu akşam İstanbul’a dönmemiz gerekiyor. Fazla oyalanmadan toparlanıp kalkıyoruz. Abant Gölü bence sonbahar fotoğrafları (renk) için uygun değil. Sanırım gerek Gölcük gerekse de Abant ve Sünnet Gölleri kış fotoğrafları için daha uygun. Kar örtüsü manzarayı sadeleştiriyor. O karmaşayı kış fotoğraflarında yok etmek çok daha kolay.

Son durağımız Mudurnu,Kartepe (Keltepe). Bir kayak merkezinin de bulunduğu yer 1699 metre olarak belirtiliyor. Bu irtifada sürekli kar olabilir mi bilmiyorum. Kartepe’de çabuk bir tur atarak bölgeyi tanımaya çalışıyoruz. Keltepe olarak bilinen bu tepe kesif bir orman örgüsüyle çevrili. Tepeye çıkarken kayın ormanları arasından geçilerek çıkıldığı söyleniyor. Belki de biz de öyle yürüyerek çıkmalıydık. Eğer zamanımız olsaydı. Tepenin hemen altında bulunan patikadan ormana girip kayın ormanları içinden geçerek önce tepeye çıkıp, fotoğraf çektikten sonra yine orman patikasından Kuzu Yayla’ya (1400 metre) inmek gerekirdi. Ama zamanımız yok. O nedenle rondoya devam ediyoruz. Çay içmek için kayak oteline uğrayalım diyoruz. Otel zengin Araplarla dolu. Binlerce çocuk etrafta koşuşturuyor. Kendimizi dışarı zor atıyoruz. Otel arazisinin dışına yürüyüş parkurlarının olduğu alana gidiyoruz. Kayın ormanına girmek istiyoruz ama ormana girsek mi girmesek mi diye düşünürken yağmur başlıyor. Sonbahar senfonimiz yağmurla kadans yapıyor. 2018 yılı sonbahar senfonisi sonu bu. Dönüşe geçiyoruz.

[1] Bu notları farklı kaynaklardan aldım. Birincisi: Yıldız Hoşgören/DenizEkinci’nin İstanbul Üniversitesi Coğrafya Dergisi’nde yayınlanan Heyelan Göllerine tipik bir örnek: Sünnet Gölü, adlı makalesi. Sayı 12- Sayfa 1-11 , 2004 İkincisi : http://sunnetgolu.tabiat.gov.tr/
[2] “Kadans, durgu ya da kaliş olarak da bilinir, müzikte, bir cümlenin ya da yarım cümlenin, bir cümle parçacığının yada bütün bir bestenin sonunu gösteren düzen. Kadans kavramı, herkesçe kabul edilen, özellikle de armonik nitelikteki gelenekleşmiş uygulamaları kapsar.Kadans, edebiyattaki noktalama işaretlerine benzer bir işlev görür ve görece bir bitiş duygusu uyandırır. Latince cadere (düşmek) sözcüğünden türetilmiş olan bu terim başlangıçta, ortaçağın sonlarındaki çok sesliliğin belli bazı tiplerindeki biçimsel bitişlerde tenor partinin aşamalı bir biçimde inişi için kullanılmaktaydı. 17. yüzyılda işlevsel armoninin ortaya çıkmasıyla birlikte kadans özellikle eşsesli müzikte, önceleri düşünülmeyen yapısal bir önem kazandı.” Kaynak: Vikipedia
[3] Kaynak: Prof. Dr. Zihni Erençin, Abant. Ankara Üniversitesi,