İlk durağımız sosyal medyada çok sık yer alan ve doğa gruplarının günübirlik yürüyüşler yaptıkları en gözde yerlerden biri olan Sülüklü Göl. Bu doğa harikası Mudurnu yönünde Tavşansuyu köyü civarında bulunuyor.:
“Sülüklü Göl, Tavşansuyu köy merkezine 9 km mesafede yer almaktadır. Etrafındaki doğal yaşam alanı ile birlikte 809 hektarlık bir alana sahip olup sadece gölün alanı ise 60 dönümdür. 1200 rakımda bulunan gölde birçok endemik bitki türü ve yabani hayvan tespit edilmiştir. Su kaynağını Hongurdak deresinden almaktadır. Gideri konusunda kesin bir bilgi olmamakla birlikte Tavşansuyu Deresi’ne alt akıntısının olduğu tahmin edilmektedir. Orman Bakanlığı tarafından 30 yılı aşkın süre yaban hayatı koruma alanı statüsü verilen Sülüklü Göl 2011 yılında bu statüsünden çıkartılarak tabiat parkı statüsüne dönüştürmüştür. Daha sonra ise köy tüzel kişiliğine kiralanmıştır. Şu an köy muhtarlığı tarafından işletilmektedir.”[1]
Sülüklü Göl’e giden orman yolu sedan tipi araçlar için biraz sorunlu olabilir. Yer yer yağmur ve sellerin yarattığı çukurlar ve bozuk zeminle karşılaşılıyor. Öte yandan iki yanı ormanla kaplı bir yayla yolunun tüm güzelliklerini de barındırdığını söylemeliyiz. Genellikle yaylalara ve milli parklara hafta arası gitmeyi tercih ediyoruz. Korkunç mangalcı yoğunluğunun yarattığı olumsuzlukları gözden uzak tutarak yok edebilmek için hafta arası günleri tercih etmek şart. Her şeyden önce trafik sorunu oluyor. Artık herkesin arabası var. Toprak yol tek aracın geçebileceği kadar dar. Tek şeritli yolun ilk problemi aksi yönden gelen araçlarla karşılaşıldığında ortaya çıkıyor.
Hafta arası olmasına rağmen trafik yoğunluğu var. Bir pazartesi günü için bu trafik yoğunluğu TP’na (tabiat parkı) olan ilgiyi gösteriyor. Genellikle çiftler piknik yapmaya geliyor anlaşılan. Çoğunlukla kadınlar türbanlı, erkekler sakallı. Ellerinde yiyecek içecek torbalarıyla gözlerden uzak ücra köşelere çekiliyorlar. Gözlerini kocaman kocaman açarak etrafı kolaçan ediyorlar. Belli ki bir şeylerden, birilerinden çekiniyorlar. Çocukları da yok. Kaçak koçak işler çevirdikleri o kadar belli ki. Kimden korkuyorlar? Neden korkuyorlar acaba? Elimdeki kameraya endişeli bir bakışlar atıp uzaklara çekiliyorlar.
Gölün etrafı kesif orman kaplı. Gizlenmek isteyen ormanın derinliklerine çekilebilir. Yamaçlarda tepelere, yaylalara uzanan trekking parkurları var. Davlumbaz yaylası en popüler yaylalardan biri. 10-12 km. lik bir tırmanış parkuru. Trekkingciler göl kıyısında kamp kurup göl çevresindeki tepelere tırmanıyorlar. Davlumbaz Yaylası’na kadar yükselip uzaktan Sülüklü Gölü’nün fotoğrafını çekmek çok gözde. Günübirlik etkinlik olarak da araçla Davlumbaz yaylasına ulaşıp yürüyerek göl alanına iniliyor. Göl yaklaşık 1000 metre rtifada yer alıyor. Davlumbaz yaylaları ise yaklaşık 1600 m. Gölün batı tarafında yer alan Davlumbaz yaylası gölü besleyen Höngürdek Deresi’nin doğduğu yer olarak biliniyor. Bu isim verildiğine göre güçlü bir ses çıkararak akan bir dere olduğunu anlıyoruz. Sakarya ilinin gözde yaylalarından biri olan Davlumbaz Yaylası’ndan Çubuk Gölü’nü de görmek mümkün.
Parkın girişinde klasik Orman Bakanlığı tabelasıyla ve gişesiyle karşılaşıyoruz.. Parkın işletmesinin 2011 yılında bakanlık tarafından köy muhtarlığına kiralandığını sonradan muhtarlığın sözleşmesinin iptal edilip üçüncü şahıslara komik bir bedelle devredildiğini duymuştum. Yerel medya “skandal ihale” olarak tanımlamıştı. Bolu ili sınırları içindeki TP’nın üçüncü şahıslara özel ihale yoluyla 5 yıllığına kiralandığı ve bu üçüncü şahısların “yandaş”oldukları ısrarla vurgulanıyordu. Meraklı okuyucu arşivleri karıştırarak daha fazla bilgi elde edebilir.
Oysa bu parkın işletmesinin muhtarlığa bırakılmasının ve bakanlık tarafından müfettişler aracılığıyla denetlenmesinin çok daha doğru olduğunu söylemek gerekir. Devlete yani hazineye ait olan bu TP işletmesinin muhtarlık tarafından mı yoksa bakanlık tarafından mı üçüncü kişilere kiralandığını bilmiyorum. Bilmek de istemiyorum. Aslında merak da etmiyorum. Öyle de olsa böyle de olsa yine her yer bakımsız, her yer çöp dolu. Doğal alanları böylesine hor kullanan plansız programsız “Mevlam kayıra” usulüyle yürüyen bir idarenin rant uğruna yapmayacağı şey yok. Bir ölçüde yanan ormanlar da idarenin umurunda değil. Türkiye Cumhuriyeti değil de “Dar-ül harb”, “Dar-ül İslam” mantığıyla düşünen bu idarenin çok iyi anlaşılması gereklidir.[2] “Senden olmayanı öldür”, diyen Emevi felsefesinin Arap yarımadasına hediyesi olan bu kavramlar günümüzde de bazı dini gruplar tarafından ısrarla dile getiriliyor. IŞID, El-Kaida, Rabia, Taliban, Selefi, vb. gibi fanatik İslam tarikatları Emevi felsefesini devam ettiriyorlar. Türkiye’deki uzantıları ise farklı isimlerle örgütlendiler. 80 cuntasından itibaren bu tarikatlar Türkiye’de de gelişme ortamı buldu. Bazı siyasi partiler ise oy almak için bu tarikatların içlerine sızmasına izin verdi. Siyasi İslam tüm devlet kademelerine kadar kadrolaştı. Bugün artık bu kadroları temizlemek için çok farklı yöntemler gerekli. Cumhuriyetin “laik” yapısına yönelik müdahaleler geçtiğimiz son yirmi yılda giderek tehlikeli boyutlara sıçradı. Tüm cumhuriyet topraklarını “dar-ül harb” kabul eden fanatik kadrolar her türlü yıkımı gerçekleştiriyorlar. Doğa tahribatları, rüşvetler, soygunlar, ihaleye fesat, siyasi cinayetler, vb. hep bu planın bir parçası.
Giriş için ücret istenmedi. Eğer kamp yapmaya gelmişsek araçla girebilirmişiz. Günübirlik gelenler araçlarıyla parka giremiyorlarmış. Bunları bize anlatan işletmecinin bir elemanı: Saç sakal birbirine karışmış bir adam. İşletmecinin parkın girişinde turistlere kiraladığı bungalovlar da varmış. Geceliği 650 TL. imiş. Bu yuvarlık oba/çadır tipi bungalovlar bu yörede çok revaçta. Birkaç yerde daha görmüştüm. Özbekistan ve Kazakistan’dan ithal ediliyormuş. Sobayla ısınıyor. Sobada fındık kabuğu yakılıyor. İnanılmaz bir sıcaklık veriyor. Geçtiğimiz yıllarda Şirinyazı Gölet’i kamp alanında bu tip bir obada kalmıştım. Ekim ayı sonlarıydı. Göletin etrafı karma orman yapısıyla çevrili. Sonbahar fotoğrafları için ideal noktalardan biri denebilir. Gölet’in kamp alanından Yenice ormanlarına giden bir ara yol var. Yolu ancak arazi taşıtlarıyla geçmek mümkün. Muhteşem kayın ormanları arasından geçen rüya gibi bir yol.
Aracımızı parkın dışına park edip içeriye giriyoruz. Gölün suları beş altı metre çekilmiş gibi görünüyor. Ne de olsa kurak bir yaz mevsimi sonrasındayız. Göl kıyısında piknik masaları göze çarpıyor. Gölün kıyısında suyun içinde ağaç gövdeleri var. Belli ki bu ağaç kalıntıları gölün oluşumu sürecinde ormanlık alan içerisinde olan ağaçlar. Göl ve çevresinde sararma başlamış. Yaprak döken ağaçlarda sararma çok belirgin. Ekim ayı ortalarına doğru göl çevresinde sonbahar renklerini daha belirgin olarak görmek mümkün olacaktır. Bu göl bir baraj gölü olmadığı için oluşumu konusunda yapılan araştırmalara göz atmak gerekli.
Dendrokronoloji[3] yöntemiyle yapılan araştırmalara göre gölün 1700 yıllarında bölgede meydana gelen şiddetli bir deprem sonrasında oluştuğu ileri sürülmektedir. Emekli Orman Yüksek Mühendisi Suat Tosun’un sülüklü gölün oluşumuyla alakalı bir makalesi bu konuya açıklık getirmektedir. İlk bakışta gölün üç yüz yaşında olduğuna inanmak zor. On binlerce yıl öncesinde oluşan sirk gölleriyle karşılaştırıldığında zaman ekseninde Sülük Gölü’nün hikayesi çok ilginç olmayabilir. Deprem sonrası Tavşansuyu adı verilen derenin doldurduğu vadi tabanı killi toprak yapısının da yardımıyla bir göle dönüşüyor. O bölgede görülen karma orman yapısı içinde Uludağ Köknarı, kayın, karaçam ve meşe türleri sular altında kalıyor. Zaman içinde ağaçların çoğu çürüyüp gidiyor ama bazı ağaç türleri bozulmadan halkaları sayılabilecek durumda oldukları için bugün bilim adamları gölün oluşumunu kesin olarak 1703 yılı diye bildiriyorlar.
Bu bölgede benim bildiğim iki heyelan gölü daha var. Çubuk Gölü ve Sünnet Gölü. Bu iki gölün hangi tarihlerde oluştuğuna ilişkin herhangi bir bilimsel araştırmaya rastlamadım. Ama oluşum hep aynı. Bir dere yatağına depremin yarattığı heyelanla yığılan toprak derenin önünü tıkıyor ve aynen bir baraj gibi su birikiyor. Daha sonra dere başka bir taraftan kendine akacak bir kanal buluyor doğal olarak. Heyelan veya set gölleri doğal göl olarak kabul edilmiyor. Yapay yani bir dış etkiyle oluşmuş göller kategorisinde inceleniyor. Sülüklü gölün oluşumunun çevrenin ekosisteminde büyük bir değişiklik yaptığı söylenebilir. Geçen üç yüz yıl içerisinde sıcaklığın artarak daha ılıman bir iklime dönüştüğü de aşikar. Gölün çevresinde yürüyoruz. Gölün batı tarafı daha yeşil kalmış. Öte yandan gölün doğu tarafında orman dokusunda kim bilir kaç heyelanın yarattığı tahribat göze çarpıyor.
Tepeler sanki yarısı bir kılıçla kesilmiş gibi duruyor. O bölgede orman yapısı yok olmuş. Büyük bir olasılıkla o ağaçlar toprakla birlikte aşağıya yığıldı. Nitekim bölgede dalış yapan araştırmacılar yirmi metreden sonra ağaç kütüklerine rastladıklarını raporlarına yazmışlar. Gölün çevresinde dolaşmak için patika yok. Yer yer suya girmek gerekebilir. Bu gölün çevresine yürüyüş parkuru açılmamış demek ki. Ama yakındır. Aklı evvel birileri projeler geliştirip gölü tahrip de edebilirler. Yerel halkın gölde hazine gömülü olduğuna inandıkları söyleniyor. Sözde gölün dibinde gizli bir kapı varmış, o kapı da hazine dairesine açılıyormuş. Bu yalanları uyduranlar hemen hemen her yerde var. Bu yüzden birçok gölün tahrip edildiğini biliyoruz. Geçtiğimiz aylarda “yok artık” dedirtecek bir kepazelik örneği 12 bin yıllık bir buzul gölü olan Dipsiz Göl’de yaşandı.[4] Kültür Bakanlığı izniyle yapılan kazı sonucunda göl ve bölgedeki ekosistem tahrip edildi,
Define olmadığı da anlaşıldı. Bu dangalakların bile onay vermeyeceği projeye izin verenlerin hangi gerekçeyle bu izni verdikleri de anlaşılamadığı gibi adli soruşturma da yapılmadı.[5] Definecilik devlet eliyle destekleniyorsa Türkiye gibi bir ülkede sahtekarlara gün doğmuş demektir. Yüz yıldır bu topraklarda arkeolojik eserlerin kanun dışı ticareti yapılıyor. Bu ticareti teşvik eden mevzuatın hala yürürlükte olması da ayrı bir skandaldır.[6] Merak edenler mevzuatı ilgili linkten okuyabilir. Burada Dipsiz Göl’ün tahrip edilmesine sebep olan aslında bu mevzuattır. Halka define arama izni verilmesi acaba hangi ülkelerde mümkün olabiliyor bilmiyoruz. Bu konuda değişik iddialar var. Ama resmi belgelere ulaşamıyoruz.[7] Soruşturma sonucunda açığa alınan yetkililerin hiçbir ceza almayacaklarına da kesin gözle bakabiliriz. Son yirmi yılda yüzlerce define kazı izni verildiği internet üzerinden yaptığımız araştırmada ortaya çıkıyor.[8] Bu kazılar sonucunda define bulunmuş mu sorusunun cevabı da tahmin edileceği gibi. Hayır bu kadar kazıda hiçbir define bulunmamıştır.[9] Madem bu define kazıları sonucunda define bulunmuyor o zaman neden ruhsat veriliyor? Devlet vatandaşının hevesini kırmak istemediği için olabilir mi?
Bildiğimiz bir şey var o da definecilerin doğaya ve arkeolojik eserlere zarar verdikleri. Devlet bir ölçüde verdiği izinlerle bu tahribatı teşvik ediyor. Dipsiz göl sadece küçük bir örnek. Lümpen kitle sahtekarların ürettiği define haritalarına, detektörlere yığınla para verip define avcılığına çıkıyor. Gittiğim bir çok yerde yerel ahalinin ilk sorusu bu oluyordu. Defineci misin? Doğa yürüyüşü yaptığımı anlatmaya kalksam karşımdaki lümpen anlayacak mı? Kategorik olarak bir tanım getirmek gerekiyor. Yabancıysa turist, yerliyse defineci.
Sülüklü Gölde göl kıyısındaki piknik banklarından birine oturuyoruz. İki dost köpek heyecanla gelip birkaç metre uzağımızda kamp kuruyorlar. Biz getirdiğimiz yiyecekleri yerken sabırla bekliyorlar. Onların yiyebileceği tek şey peynir. Domates, salatalık ve meyve yemediklerini biliyoruz. Peynirlerimizi onlarla paylaşıyoruz. Çok memnun oluyorlar. Dostluk bağlarımız güçleniyor. Aslında peynirlerin çoğunu onlara veriyoruz. Genellikle araçta mama bulunduruyorum ama aracı uzak bir yere park etmek zorunda kaldık. Çaylarımızı içerken bir çift bize selam veriyor. Kamp yapmaya gelmişler. Gölün batı tarafında orman içinde çadır kurmuşlar. Çay ikram ediyoruz. Aslen Tunceli Pülümürlü imişler ama Bolu’da yaşıyorlarmış. Göç etmek zorunda kalmışlar. Ali bey diş teknisyeni, Elif hanım da hemşireymiş. Etnik kimliklerinden ötürü işyerinde çok baskı görüyorlarmış. Haklarında şikayetler olmuş. Çoğunlukla sağ görüşlü kişiler asılsız ihbarlar yapmışlar. Pülümür’de KCK tutuklamaları kapsamında işlerine son verilmiş. Geçici işlerde çalışarak ayakta kalmaya çalışıyorlarmış. Ali Bey anlatıyor:
“ Ağabey, bizim KCK ile hiçbir alakamız olamaz. KCK ne onu bile bilmeyiz biz. Biz Aleviyiz. Dersim Alevisi. Etnik kimliğimizi yanlış okudukları için bu suçlamaları tırmandırdılar. Biz kendi halinde insanlarız. Ama bir defa kayda girdin mi. Tamam. Rahat huzur yok. Pülümür’den kaçıp Bolu’ya geldik. Yine rahat huzur yok. Devlet hastanelerinde bize iş vermiyorlar. Özel çalışıyoruz. Emeğimizle geçinen insanlarız. Siyasi bir duruşumuz da yok. Gel de bunlara anlat. ”
Birer çay daha dolduruyoruz. Gölün yeşil sularına bakarak içini çekiyor Elif:
“Bize Kürt diyorlar. Oysa biz Kürt değiliz. Zaza’yız. Konuştuğumuz dil bile başka. Kürtler Kırmançi konuşur. Biz Zazaca konuşuruz. Almanya’da akrabalarımız var. Onlarla haberleştik. Tam yol hazırlıklarına başlamıştık ki bu pandemi çıktı. Şans işte. Ama ilk fırsatta gideceğiz. Bu topraklarda bize yaşam hakkı tanımayacaklar. Bu belli oldu. Alevi olduğumuz için bizi dışlıyorlar. Zaten gitmemizi istiyorlar. Kim vatanını bırakıp gitmek ister ki? Bu adamlarla biz nasıl mücadele edelim. Etimiz ne budumuz ne?”
Onlara bakıyorum. İki genç insan. Küskün. Öfkeli. Bu siyasi iktidarın yürüttüğü siyaset kapsamında yönetimin insanları kamplara ayırıp ötekileştirmesi uzun bir süredir devam ediyor. Ne kadar insanın mağdur olduğunu bilen yok. KCK davası diye anılan Kürtlere yönelik tutuklamaları düşündüğümüzde bu davanın siyasi bir dava olduğunu söylemek mümkün. İktidara yakın olanların giderek güçlendiği geri kalanların işlerini ve imkanlarını kaybettikleri bir toplum haline dönüştü Türkiye. 2010 yılı sonrasında ”Ergenekon”, “Balyoz”, “KCK”, “Fetö”, “Gezi”, vb. gibi siyasi içeriği ağır basan hukuk ötesi davaların kafaları karıştırdığı söylenebilir. İşin ilginç yanı örneğin yolsuzluk, rüşvet, ihaleye fesat, adam kayırma, doğa katliamları, vb. gibi çok ciddi hukuki sorunlar dururken bu davalarının açılmasının mutlaka bir nedeni vardır.
Onlara bunun nedenini soruyorum. Elif cevap veriyor.
“Etnik kimlik üzerinden siyaset yapma fikri milyonlarca insanın ölümüne neden oldu. Hitler’in Yahudi saplantısını siyasi olarak taşıyan Alman halkı da en az onun kadar suçludur. Bizde olduğu gibi. Dersim katliamı dediğimiz 38 olayları öyle hafife alınacak olaylar değildir. Faşist bir uygulamadır. O dönem batıda da faşizmin yükseldiği yıllardır. Almanlar Yahudilere saldırırken Türkler de Kürtlere saldırmıştır. İsyan filan yoktur. Binlerce masum insan ölmüştür. Dersim halkının Kürt olmadığını bile bilmeyen kendi ülkesinin insanları onları katletmişler sonra da kurmaca isyan hikayeleri uydurmuşlardır. Biz ana babamızdan o dönemin gerçeklerini dinledik. Mağaralarda gazla boğulan çoluk çocuk binlerce insanın günahı bunların boynundadır. Devletin ne kadar acımasız olabileceğini gördük. Hala da görüyoruz. Bu KCK davası da her açılan siyasi dava gibi uydurma bir davadır. Sadece Dersimli olduğumuz için dışlanıyor, işkence görüyoruz. Gerisi boş. İşte burada doğaya kaçtık geldik. Birkaç gün kafamızı dinleyeceğiz. Sonra yine bu cefayı çekeceğiz işte.”
Onları dinlemek, çektikleri ıstırapları anlamaya çalışmak insanı yoruyordu. Bu doğal ortamda insanın yüzüne şiddetli bir tokat gibi çarpan ülke gerçeklerinden kurtulamıyorduk. İşte burada bu muhteşem doğa harikasının kıyısında haksızlığa uğramış iki genç insanın çaresizliğini anlamamak mümkün değildi. Siyaset kurumu hemen hemen her devirde kendine kurbanlar seçiyordu. Yıllar önce belki de hiçbir zaman olmayacak kadar özgür bir üniversitede ODTÜ’de öğrencilik yıllarımda faşizmin o çirkin yüzünü görmüştüm. Önce tanıdık gelen yüzler arasına saklanıyor. Uygun ortamı bulunca da gerçek yüzünü görüyorsunuz. Öğrenciler arasına karışan, onlar gibi giyinip onlar gibi konuşan görevlendirilmiş elemanları zaman içinde fark ediyorsunuz. Hukuk dersinde, ekonomi dersinde günlük siyasi yaşamdan örnekler veriliyor. Doğal olarak siyasi ve ekonomik gerçekleri analiz etmeniz bekleniyor. Öte yandan medya sizi bir ilkokul öğrencisi seviyesinde görmek istiyor. Zamanın ünlü, anlı şanlı gazetecileri öğrenci olaylarıyla ilgili kalemlerinden kan damlatıyorlar.
“Derslerini çalışmıyorlar, anarşistlik yapıyorlar.” diye manşet atıyorlar.
Anarşist kavramına terörist anlamını yükleyenler de bu sözüm ona liberal gazeteciler. Arşivlere bakıldığında çok açıkça görülecektir. Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet, Tercüman, Son Havadis, vb. gibi günlük gazetelerin başyazarlarının yazdıkları yazılara bakılınca çok açık bir iktidara gönderme yaptıklarını görürsünüz. Devlete karşı çıkan anarşist öğrenciler masalı 70’li yıllarda uzun uzun yazıldı. 12 Mart cuntasını hazırlayan derin devlet gerçek yüzünü 80 darbesinde gösterdi. Gazete sahiplerine bakılırsa hemen hemen hepsinin “sermaye” safında yer aldığı görülür. Oysa gazetecinin “doğru ve tarafsız haber” safında olması gerekmez mi? İngilizcede “Hipokrasi “ kavramı aslında bu gazetecilerin bazıları için biçilmiş kaftandır.[10]
Cumhuriyet rejimi öncesinde ilk gazete 1831 yılında 2. Mahmut döneminde “Takvim- Vekayi”[11] adıyla devlet sponsorluğunda resmi gazete olarak üç dilde yayınlandı. Aslında İmparatorluğun Rum, Ermeni ve diğer etnik nüfusunun dillerinde yayın yapması da batı devletlerinin zorlamasıyla olmuştur. Batılı devletlerden iki yüz yıl sonra ilk gazete de yine batılı devletlerin baskısıyla çıkarıldı. Yoksa Osmanlı bürokrasisinin ulemalarının böyle bir iyi niyeti yoktu. Gazetenin devletle olan ilişkisi sonraki yıllarda çıkarılan gazetelerde de belirleyici oldu. İktidarın sözcülüğünü yapma misyonu hiç değişmedi. Cumhuriyet döneminde devam eden bu ilişki giderek iktidardaki siyasilerin gazeteleri ve gazetecileri de devlet memuru gibi görmelerine neden oldu. Devlet desteği bir ölçüde İstanbul muhalefetini (Hilafet) bastırma amacı taşısa da sonraki yıllarda muhalif görüşlere tahammülü olmayan bir siyasi iktidar yapısının oluşmasına da sebep oldu. Böylelikle gazeteler “det facta” “yandaş” olmak zorunda kaldılar. Burada esas itibariyle ülkenin okur yazar sayısının yeterli olmamasının da büyük bir rolü olduğunu söylemek gerekir.
Ülkede batıda olduğu gibi güçlü bir burjuva sınıfının olmayışı gazetelerin okuyucuların desteğiyle değil de devletin desteğiyle ayakta durmasını zorunlu kıldı. Gerek ekonomik nedenlerle gerekse de okur yazarlığın düşük olması nedeniyle yeterli okuyucu sayısına ulaşamayan gazetelerin içinde bulundukları ekonomik güçlükleri aşmanın tek yolu devlete yüzünü dönmekten ibaretti. Bu 1924 yılında da böyleydi şimdi de böyle. Gazetecilik mesleğini seçenler kısa süre içinde iktidarın ve devletin gazeteler üzerindeki gücünü, “tarafsız haber” üretmenin bir masal, bir ütopya olduğunu kavrarlar. Türkiye gibi halkının çoğunluğu cehalet karanlığında olan toplumlarda aydınlanma yerine cehaletin yayılmasını teşvik eden sahtekar dindarlar ve buyurgan siyasi iktidarlar muhalefeti önlemeye çabalarlar. Bunu büyük ölçüde başaramasalar da devletin silahlı güç tekelini elinde bulundurması sonucu halk üzerinde korku bulutları dolaşmaya başlar. İktidara yaslanarak varlığını sürdüren gazeteler de bu korku bulutlarının arasında varlığını sürdürür. Bazıları iktidara bazıları da zaman zaman muhalefete yüzlerini dönerler.
Sonuç olarak 1938 yılında Dersim’de gerçekten ne olup bittiğini “tarafsız haber” olarak yazan ne bir gazeteci vardır ne de bir uzman. Bugün KCK suçlamasıyla işlerine son verilen binlerce kişinin hukuki haklarını savunacak bir cephe de yoktur. Yine siyah korku bulutları, yine kırılıp dökülen masum insanlar ortalığa saçılıyor. Geçtiğimiz yıllarda Dersim’e iki kez fotoğraf çekmek üzere gittim. Polis ve jandarmanın halka uyguladığı sert muamelenin hiçbir siyasi ve sosyal hukuki gerekçesi olmadığı gibi halka uygulanan baskının giderek arttığı da gördüm. Kaç kez sivil polisler tarafından durdurulduğumuzu hatırlamıyorum. Polis bizi HDP parti binasının fotoğrafını çektiğimiz gerekçesiyle durdurmuş. İhbar varmış. Tam bir masal. Bize bunu yapan acaba yerli halka neler yapıyor düşünmek bile istemiyorum.
Dersim de diğer doğu vilayetleri gibi kendi siyasi çizgilerinde yürümek istiyor. Bugünkü siyasi iktidar bunu önlemek için çeşitli yollar deniyor. KCK soruşturmaları da bunlardan biri. Haklı bölmeye çalışıyorlar.
Çaylarımızı içtikten sonra vedalaşıyoruz. Orman içlerinde keşfe çıkıyoruz. Yiyecek verdiğimiz iki dost köpek de bizimle birlikte geliyor. Bunlar yayla köpeği. Hiçbir zaman insana fazla yaklaşmıyorlar. Hep birkaç metre uzakta duruyorlar. Ben fotoğraf çekmek için durunca onlar da duruyor yere yatıp bekliyorlar. Beni koruyorlar. Mekanı böylesine dostça paylaşan köpekleri çok seviyorum. Geçmiş yıllarda yaptığım doğa yürüyüşlerinde bana arkadaşlık eden birçok dost köpekle birlikte yaylalarda, dağlarda yürümüştüm. İnsanın yalnızlığını paylaşan gerçek dost köpekler.
Gölün yörede bilinen ismi Sarıgölcük; ancak 1990’lı yıllarda köyün ismi gibi gölün ismi de değiştirilerek Sülüklügöl yapılmış. Sülüklü göl 1987’de korunan alanlar statüsüne alınmış fakat 2011 yılına kadar 24 yıl yaban hayatı koruma alanı statüsünde kalan sülüklü göl bu özelliğini kaybetmediği halde gölün korunan alan statüsü daha sonra bazı özel şirketlerin rant amacıyla lobi faaliyeti yürüttüğü Orman Bakanlığı tarafından kaldırılarak tabiat parkına çevrilmiştir.
Sülüklü göl doğa meraklıların uğrak yeri olduğu kadar amatör balıkçıların da ziyaret ettiği bir yer. Balık tutmak için gelenler göle bir sazan türü aşılıyor. Bu balıklar da sülükleri yok ediyorlar. Aşılama hala sürüp gidiyor. Bu bilerek mi yapılıyor yoksa bilmeden mi söylemek zor. Balık tutanlara göre sazan ve turna balık türleri çoğunluktaymış. Sülüklü göl de artık sazan gölü olmuş çıkmış.
Karma orman yapısı özellikle gölün doğu kısmında görülüyor. Bizim gittiğimiz günlerde sonbahar renkleri daha yeni oluşuyordu. Büyük bir olasılıkla ekim sonunda tüm sonbahar renklerini görmek mümkün olacak. Parktan ayrılırken bir kez daha kaynak değerlere önem verilmeyen bir ülkede tahribatın boyutlarını düşündüm. Büyük bir olasılıkla önümüzdeki on yıl içinde bu göl de kuruyup gidecek.
[1] Vikipedi
[2] Arapça’da ev, “mahalle, bir kavmin konakladığı veya yerleştiği yer” anlamına gelen dâr kelimesi mecazi olarak “kabile” mânasını da ifade eder. İslâm hukukunda ise “İslâmî veya İslâm dışı bir yönetimin hâkimiyeti altındaki ülke” anlamında kullanılır (İbn Âbidîn, III, 247). Buna göre bir ülkenin İslâm veya küfre nisbet bakımından niteliğinin tayin ve tesbitinde temel ölçü yönetim ve hâkimiyettir. İslam ansiklopedisi
[3] “Dendrokronoloji” en basit tanımıyla ağaç gövdesinin gelişimiyle oluşan yıl halkalarının her birinin oluştuğu tarihi belirleyen, bunları birbirleriyle ilişkilendirerek kronolojik sıraya dizen çalışma yöntemidir. Tanımlama ‘dendros’, ‘chronos’ ve ‘ology’ köklerini kullanmaktadır. Dendrokronoloji ağaç yıl halkalarının taşıdığı bilgileri kullanarak, geçmişte yaşanmış birçok doğa olayının aydınlatılmasında veya geçmişte gerçekleştiği bilinen bir olayın kesin tarihinin belirlenmesinde diğer bilimsel disiplinlere önemli bilgiler sağlar.
[4] Gümüşhane Valiliği ile Kültür ve Turizm Müdürlüğü kazı için izin verdi. Gümüşhane Müze Müdürü Elif Öktem ile jandarma yetkililerin de eşlik ettiği kazıda suyu tahliye edilen göl alanı, iş makineleri ile kazıldı. Jandarma görevlileri, kazı alanına kimsenin yaklaşmasına izin vermedi.
[5] https://www.sozcu.com.tr/2019/gundem/hazine-var-diye-12-bin-yillik-golu-kuruttular-5450481/
[6] :https://www.mevzuat.gov.tr/mevzuat?MevzuatNo=17238&MevzuatTur=7&MevzuatTertip=5
[7] Gümüşhane Cumhuriyet Başsavcılığı’nca merkeze bağlı Dumanlı köyü sınırlarındaki Taşköprü Yaylası’nda yasal izinle yapılan define kazısında, Buzul Çağı’ndan kalma, 12 bin yıllık Dipsiz Göl’ün yok olmasıyla ilgili sorumlular hakkında soruşturma başlatıldı. Bakanlık ve valiliğin idari soruşturmalarında, 2 müdür ve 1 memur açığa alınmıştı.
[8] https://arkeofili.com/14-maddede-turkiyede-izinli-definecilik-gercegi/
[9] https://www.sozcu.com.tr/2019/gundem/1144-define-arama-izni-verildi-hicbir-sey-bulunamadi-5469591/
[10] Hipokrasi: İkiyüzlülük, sahip olmadığı erdemleri, ahlaki veya dini inançları, ilkeleri, vb davranışları gösteren kişidir. Başkalarının aldatma yönelik yalanlar üretmektir.
[11] Osmanlı İmparatorluğu döneminde ve bugünkü Türkiye topraklarında çıkan ilk gazete, devletin resmi yayın organı olan ve 1831’den itibaren yayımlanan Takvim-i Vekâyi idi.
9 yıl sonra Ceride-i Havadis yayımlanmaya başladı. “Gazete” yerine “ceride” sözcüğünün kullanıldığı o günlerde bu yayın, bir İngiliz vatandaşı tarafından kurulsa da, “Türkiye’nin ilk özel gazetesi” oldu.
1860’da yayın hayatına başlayan Tercüman-ı Ahvâl ise Osmanlı Devleti’nde bir Türk vatandaşının çıkardığı ilk özel Türkçe gazete olarak tarihe geçti. Ardından diğerleri geldi: Tasvir-i Efkâr, Muhbir, Basiret, İbret…