Her şeyin dekadans içinde boğulduğu bir çağda yaşıyoruz. Bir zamanların güçlü medya organı olan günlük gazetelerin etkisini on üzerinden puanlasak acaba gazete okumayan vasat çoğunluk ne puan verirdi? 18. Yüzyılda iktidarları titreten medyanın bugünkü gücü ne kadar?
Hiç unutmam bir akşam evde bir TV röportajı izliyordum. Ankara’da siyasilerin oturduğu bir semtte bir TV muhabiri “Bir siyasi liderin Pazar günü” adlı bir programı sunuyordu. TV muhabiri kravat, koyu takım elbise, jöleli saçlarla soru soruyordu. Siyasi lider üzerinde bir ya da iki kez giyilmiş, belki de yeni alınmış spor giysileriyle ve kolunun altında bir tomar gazeteyle konuşuyordu.
“Sabah erken kalkar sporumu yaparım. Sonra bütün gazeteleri okurum. Sonra parti binasına giderim. Günlük meseleler neyse…”
Siyaset günlük gazeteleri okuyarak yapılıyordu. Hala da öyle yapılıyor. Bu coğrafyada “temsili demokrasi”adına siyaset yapılıyor. Temsil etmek ve bir başkası adına konuşmak, bir başkası adına düşünmek ve bir başkası adına karar almaktan ibaret olan bir siyaset anlayışı. Neye göre? Günlük gazetelerde yer alan yazılanlara göre.
Her ne olursa olsun iktidarda kalmak, birinin adamı olmak, yalanlar söylemek, kişisel menfaatini her şeyin üstünde tutmak, kendisine ayrıcalıklar sağlamak gibi özellikler bugünkü siyasetçinin de genel profilini oluşturuyor.
Türkiye’deki vasat seçmen profiline göre bir siyasetçinin yapması gereken işler yeterince belirgin değil. Siyaset insanı bir partiye bağlı olarak çalışıyor. Partinin profili, verdiği sözler, icraatları partiyi ve parti liderini öne çıkarıyor. Seçmen de bu parti liderine duyduğu hislere göre oy veriyor. Parti seçmeni temsil ediyor, parti lideri de partiyi temsil ediyor. Aslında karma karışık bir sistem. Temsili demokrasi sisteminin en zayıf halkası kimin kimi temsil ettiğinin yeterince belirgin olmamasının ötesinde denetleme mekanizmasının olmaması. Bir ucu açık bir sözleşme de denebilir. Seçmenin verilen sözlerin tutulmaması karşısında verdiği oyun hesabını tutacak bir kurumun varlığı da tartışmalı. Nitekim bugün iktidarda olan partinin liderinin açıkça:
“ Kimsenin bize soru sormaya hakkı yoktur ve kimseye verilecek bir hesabımız yoktur” sözleri seçmen ve parti ilişkisinin dayandığı gerçek demokratik temeli göstermesi açısından anlamlıdır.
Son on beş on altı yıldır seçmen siyasi bir karmaşanın içindedir. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlamakta zorlanmaktadır. Bir çıkış yolu aramaktadır. Verilen sözler tutulmamış, ekonomik şartlar düzelmemiş, fırsat eşitliği sağlanmamış, adalet terazisi fırtınaya tutulmuş gibi titremektedir. Bunun nedenleri son derece karmaşıktır. Demokrasi kültürü olmayan bir ülkede demokrasiyi aramak kolay değildir.
Siyasette önemli olan nedir acaba? Seçilen seçmene ne kadar saygı duyuyor? Bunlar ülkeden ülkeye değişen kavramlar. Kuvvetler ayrılığı esas olan demokrasilerde “cheks and balances” prensibi gereği siyasetçi kanuna karşı sorumlu. Ama kuvvetler ayrılığı olmayan ülkelerde siyasetçinin hesap verdiği bir ortamın oluşturulması imkansız.
Kamu kaynaklarının nerede ve nasıl harcandığına dair bir araştırmanın yapılabilmesi ise iktidarın gücüyle yani meclis aritmetiği ile orantılı. Örneğin bugünün gündemi olan orman yangınları konusunda idarenin yangına müdahalede kullanacak yangın uçağı olmadığını öğreniyoruz. Ormanları ve doğayı korumakla yükümlü olan kamu idaresi hiçbir önlem almamış. Öte yandan bakanların ve cumhurbaşkanının uçak filoları var. Tam olarak kaç tane belli değil. Devlet sırrı olarak açıklanmıyor. Neden yangın uçağı alınmadığı da açıklanmıyor. Yanan kim bilir kaç hektar (milyonlarca) hiçbir bakanın sorumluluk aldığı görülmüyor.
Yandaş medya yangının kontrol altına alındığını ve yangınların PKK tarafından çıkarıldığı doğrultusunda haberler yapıyorlar. Yangın bölgelerinde yaşananlar, kayıplardan söz edilmiyor. Güçlü bir iktidar tablosunun ortaya çıkması için tüm gerçekleri çarpıtıyorlar. Giderek muhalefetin terörist gruplarla işbirliği içinde bu yangınlara sebep olduğunu yazan kalemşörler de var.
Sosyal medya yangın bölgesinden gönderilen videolar, fotoğraflarla dolu. O bölgelerde yaşayan gazeteci, aydın artık kim varsa yardım çağrıları yapıyorlar. Verilen sayılar doğruysa sosyal medya kullanımı açısından Türkiye dünyada ilk on ülke arasındaymış. Sosyal medyanın analizi henüz tam olarak yapılmış değil. Seçmenlerin hemen hemen yarısı sosyal medya kullanıcısı; diğer yarısının ise hiç kullanmadığını söyleyebiliriz. Yaratılan korku tüneline sıkışmış olan seçmenin rahatlaması için sosyal medya biçilmiş kaftan olma özelliğini koruyor.
Bu da post-truth çağının getirdiği bir yenilik. Facebook’a ya da Twitter’e abone olanların sayfalarına paylaşılan fotoğraf, video ve mesajlar 24 saat akıyor. Artık haber tekeli kırıldı. Herkes haber yapabilir. Bu yeni habercilik anlayışı her geçen gün gelişiyor. “Selfi” çılgınlığıyla başlayan paylaşımlar giderek sosyal içerik de kazanmaya başladı. Sosyal uyumsuzlukların cep telefonuyla fotoğrafını ya da videosunu çekip paylaşanların sayısı arttı. Forsepstik çukurundan taciz görüntülerine, trafik ihlallerinden doğa katliamlarına oradan polis şiddetine kadar tüm kamusal ve özel anlar görsel ve sözsel olarak internet ortamına taşınmaya başladı. Gruplar kuruldu. Gruplar arasındaki iletişim sosyal medya aracılığıyla sağlanmaya başladı.
İnternet esas yaygınlığını cep telefonlarıyla gerçekleştirdi. Kurulan ücretsiz internet ağlarıyla ekonomik olarak paylaşılan siber hatları kısa sürede sosyal medyanın ana arterleri oldu. Sosyal medyanın sosyal mi, siyasi mi yoksa özel mi bir platform olduğu konusunda farklı görüşler var. Söz ve fikir hürriyetinin anayasal bir hak olduğu Türkiye Cumhuriyeti’nde farklı uygulamalar göze çarpıyor. Hapishanelerde bulunan gazeteciler, düşünürler hiç te az değil. Buna yurt dışına kaçan gazetecileri de dahil edersek çok ciddi bir durumla karşılaşıyoruz. Uluslararası af örgütü, Sınır taşımayan gazeteciler[1], Demokrasi şimdi, vb. gibi STK raporları hiç de iç açıcı değil.[2] Bütün bu baskıların nedenini anlamak için iktidar tanımını gözden geçirmekte fayda var.
Mevcut iktidar yaklaşık yirmi yıldır ülkeyi yönetiyor. Yani tüm siyasi kararları bu iktidar alıyor ve uyguluyor. Devlet mekanizmasının tüm idaresi onların elinde. Tüm sorumluluk ve yetki AKP hükümetinde. Bu durumun ne anlama geldiğine etraflıca bakıp incelemeliyiz.
İlk etapta kavramlara eğilmek gerekir. Yani sorular sormalıyız: İktidar nedir?
Daha doğrusu siyasi iktidar nedir? İktidar, genel ve geniş anlamda, başkalarını etkileme suretiyle onlara istediklerini yaptırma, onları denetleme, kontrol altında bulundurma yeteneğidir. İktidar kavramının bir çok düşünür tarafından farklı şekillerde yapıldığını vurgulamak gerekir.
Max Weber’e[3] göre; “İktidar, sosyal ilişkiler çerçevesi içinde bir iradenin, ona karşı gelinmesi halinde dahi yürütülebilmesi imkanıdır”.
Maurice Duverger[4]’e göre iktidar, bir kişinin, başkalarından buyruklarına uymalarını talep etme hakkına sahip olduğu durumu yansıtır. Bu hakkı yaratan ve ondan yararlanacak olan kişiye veren ise, bu ilişkinin içerisinde kurulduğu topluluğun norm ve değerler sistemidir. Duverger, iktidarı kullanıldığı toplumun, normlarına, inançlarına ve değerlerine uygun şekilde oluşan bir etki (ya da güç) biçimidir şeklinde açıklamış ve farklı düşüncelerde ileri sürülen otorite kavramını iktidar olarak tanımlamıştır.
Siyasi iktidar, aldığı kararları ve emirleri uygulatma konusunda cebir tekelini yani asker, polis, jandarma, vb. güçlerini kullanabilir. Belli bir anayasal hukuk zemininde kullanılmayan cebir güçlerinin meydana getireceği sosyal tahribat iktidarın siyasi zafiyetini ortaya çıkaracaktır.
Devletin idaresini elde eden siyasi partinin içinde bulunduğu siyasi güç hiyerarşisi gereği diğer siyasi akımların sahip olmadığı bir güce sahip olmasıdır. Bugün Türkiye’deki siyasi iktidarın teorik olarak analizini yapmak istediğimizde batılı toplumlardan farklı olarak tarihsel bir perspektiften bakma zorunluğu ortaya çıkar.
Osmanlı İmparatorluk döneminde hakim olan iktidar anlayışının “homo homini rex”[5], “insan insanın kralıdır” prensibinde olduğu gibi, korkunç ve kanun tanımaz kötücül bir güç merkezi yaratmak olduğunu söyleyebiliriz. Padişah iktidarının ilahi bir güç (Allah) tarafından bahşedildiği algısıyla (Halife) vergi toplar, koruma sağlar, dini hizmetler bahşeder kimseye de hesap vermezdi. Bu tüm monarşilerde değişmeyen bir denge olarak göze çarpar. Padişah iktidarını kabul etmeyen her türlü fikri veya fiili akımları bertaraf etmek için en sert tedbirleri uygulayarak muhalefeti tüm unsurlarıyla yok etmeye odaklı polisiye eylemlerin uygulanmasını emreder. Bu eylemlerin büyük bir çoğunluğu idamlardı. Boyun vurulmasından hapis ve sürgüne kadar bir dizi cezanın muhaliflere çoğu kez iftirayla yapıştırılması ise imparatorluk bürokrasisi içinde yuvalanan çıkar gruplarının kontrolünde başlar ve gelişirdi. Hiç şüphesiz suçsuz yere idama mahkum edilen, hapislerde çürüyen, sürgüne gönderilen orta sınıf laik düşünceye sahip entelektüellerin din adamları yani din bürokrasisi tarafından kasıtlı olarak iktidardan uzak tutulması stratejisi gereği olduğu açıktır.
Batı monarşilerinin aksine Osmanlı padişahları toprakların özelleşmesine izim vermemişlerdir. Tüm toprakların sahibi olan padişahın karşısında güç dengesi sağlayacak sermaye grupları ve asiller sınıfı oluşmamıştır. Kralın mutlak hakimiyetinin kırıldığı batı ülkelerinde sermaye gruplarının da sanayileşme eğilimleri doğrultusunda asiller kral üzerinde baskı kurmuş, tavizler verdirerek demokrasilere geçiş daha kolay olmuş öte yandan Türkiye’de demokrasiye geçiş bir türlü gerçekleşmemiştir. Yüz yıllık cumhuriyet tarihi demokrasiye aykırı siyasi eylemlerle doludur. Bugün gelinen noktada demokratik geleneklerden yoksun siyasi kurumlar devleti bir baskı unsuru olarak kullanarak iktidarlarını sürdürmektedirler. Türkiye’de demokratikleşme süreci siyasi tarih uzmanları tarafından dönem dönem incelenmektedir. Bu dönemlere ilişkin detaylı kuramsal analizler yapmak mümkündür. Bu yazının kapsamında böylesine bir işe kalkışmayacağımı söylemeliyim. Konumuz gereği sosyal medya olarak adlandırdığımız medya ortamı ile siyasi iktidar ilişkisine bakmak bize demokratikleşme düzeyi konusunda da bazı ip uçları verecektir. Osmanlı Devleti’nde Padişah, 19. yüzyıl sonlarına kadar istişare meclisleri ile devleti yöneten mutlak iktidar konumunda kalmıştır. Avrupa’da sınıf temelinde krallık iktidarına karşı direniş görülürken, Osmanlı’da padişahların yetkilerini sınırlandırabilecek toplumsal sınıflar ve örgütler oluşmadığı için (Toprak sahiplerinin azlığı) iktidar sınırlandırılamamıştır. İktidarın yetkilerinin sınırlandırılması bir ileri bir geri siyasi hareketlerle padişahlık dönemini aratmayacak boyutlara da ulaşmıştır. Cumhurbaşkanlığı sistemi bu anlamda gelinen en son noktadır.
Otoriter rejimlerde siyasi iktidar varoluş ve iktidarının sürekliliği gereği olarak kamu oyunu etkileyen her haberi, yorumu, fikri filtreden geçirmek isteyecektir. Muhalifler şiddetle cezalandırılacak yalakalar ödüllendirileceklerdir. Krallar döneminde saraylarda da en büyük itibarı soytarılarla dalkavuklar görürmüş. İnsanoğlu zaafları olan ve övülmekten hoşlanan türlerin başında geliyor. Bu ilkçağlardan bu yana böyle. Günümüzde de ana hatlarıyla aynı dinamikler geçerli. İktidara gelen siyasetçilerin kısa sürede egolarının şişerek hiçbir eleştiriye açık olmamasının sebepleri var. Bu durumun psikolojik analizine girecek değiliz. Gerçek olan iktidarda olan siyasetçinin güç sarhoşu olarak verdiği yanlış kararların sonuçlarıdır. Tek adam rejimlerinin açmazı keyfi kararlar alınmasından kaynaklanır. Ortaçağda batı ülkeleri iktidarın gücünü kısıtlayarak monarşik yapıdan demokratik rejimlere geçişin önünü açmışlardır.
Çağdaş demokrasilerde iktidarın yargısal denetim yoluyla yani hukuk yoluyla sınırlandırılması bireysel hak ve özgürlüklerin korunması sağlayacak en önemli yöntemlerden biri olarak görülmüştür. İktidarın keyfi uygulamalarının önü alınmadığı taktirde o ülkede demokrasiden söz etmek mümkün değildir. Yargı denetimi, devletin çeşitli organlarının, kendilerine Anayasa ve kanunlar tarafından tanınan yetkilerin sınırlarını herhangi bir şekilde aşıp aşmadıklarının bağımsız mahkemeler tarafından denetlenmesi anlamına gelir. İktidarın tek elde toplanmasıyla bu yargı yoluyla denetim mümkün olmaz.
Sosyal medya üzerinde etkili olmak üzere “sahte hesap sahibi, trol,vb.” adı verilen ücretli olarak 7/24 sosyal medyada aktif çalışan bir grup son yıllarda siyasi propagandanın farklı bir mecrasını oluşturmuştur. İktidarın uygulamalarının eleştirisini yapmanın “terör” başlığı altında bir kurgu metinle anayasal hak olan fikir ve düşünce özgürlüğü kapsamından çıkartılarak “suç” kategorisine sokulması medya çalışanlarının “hizaya getirilmesi” için bulunmuş bir yöntem olarak sık sık uygulanmaktadır.
Sosyal medya acaba ne kadar etkili?
Dünyada üç milyar insan, yani toplam nüfusun yüzde 40’ı sosyal medya kullanıyor. Araştırmalar insanların günde ortalama iki saatini sosyal medyada geçirdiğini gösteriyor. Bunun sonucu olarak çok etkin bir haberleşme ağından söz ettiğimizi unutmamalıyız. Bir çok ülkede alternatif medya olarak kullanılan sosyal ağlar gruplar arasındaki haberleşmeyi en etkin şekilde sağlamaktadır. Teknik altyapı geliştikçe paylaşılan görsel ve yazılı malzeme de buna paralel olarak daha etkili olmaktadır. Video ve fotoğraf çekimlerinin cep telefonlarıyla yapıldığı düşünüldüğünde gelişen teknoloji bu alanda da çok etkili biçimler geliştirmiştir. Cep telefonu kameraları artık daha kaliteli görüntü ve ses almaya imkan veren yeniliklerle doludur.
Sosyal medyanın siyasal yaşamda ne kadar etkili olduğunu biliyoruz. Her geçen gün bunun örneklerini yaşıyoruz. Örneğin bugünlerde Covid- 19 hastalarının tedavisi ve etkilerine ilişkin görsel yayınlar, orman yangınlarının bulunduğu mekanlardan yayın yapan gönüllüler en az bir TV kameramanı kadar becerikli bir TV spikeri kadar maharetli haberler verebilmektedir. Bir çok siyasetçi sosyal medya hesapları aracılığıyla seçmen kitlesine bilgi aktarma yolunu seçmektedir.
Bir siyasetçinin kaç takipçisi olduğu, verilen bir haberin, görsel malzemenin ne kadar kişi tarafından görüldüğünün önem kazandığı bir çağdayız. İktidarın eylemlerine eleştirel yaklaşımlar getirerek siyasetçinin verdiği bilgiye muhalefet eden bir yaklaşımın sosyal medyada farklı siyasi sonuçları da ortaya çıkabilmektedir. Özellikle “trol” hesaplardan yapılan “yanlış haberler” seçmen algısını etkilemeyi hedeflemektedir. Çoğu seçmen bunun farkında değildir.
[1] https://m.bianet.org/english/media/242749-turkey-ranks-153rd-in-rsf-press-freedom-index
[2] https://rsf.org/en/taxonomy/term/145
[3] Max Weber,(1864-1920) Alman düşünür, sosyolog ve ekonomi politik uzmanı. Sosyolojiyi metodolojik olgunluğa eriştirmiştir. Weber, siyaset sosyolojisi ve eğitim sosyolojisi alanında yaptığı araştırmalarıyla da tanınır.
[4] Maurice Duverger, (1917-2014) Fransız anayasa hukuku uzmanı, siyasetçi ve siyaset bilimci.
[5] M. Foucault, 1977