Antik kentlerin korunması ne kadar başarılıysa Likya Yolu’nun korunması o başarının yüzde birine bile ulaşmıyor. Başlangıcından bu yana Likya Yolu tüm dünyada Türkiye açısından en tanınmış doğa spor parkuru olarak biliniyor. Aşağıda linkini verdiğim BBC haberi her bakımdan çok değerli. Öte yandan Fethiye’den başlayıp Antalya’da sonlanan bu 500 km. lik yolun bakımının yapılıp yapılmadığı da büyük bir merak konusu. Tüm uygar dünyanın örnek aldığı yönetim biçimi açısından Likya kentlerinin bir prototip teşkil ettiğini ileri süren tarihçiler var:
The ancient civilisation that inspired US democracy – BBC Travel
Latince “RESPUBLICA” ile Fransızca “RÉPUBLIQUE” KAVRAMLARININ Türkçe çevirisi olarak “Cumhuriyet” benimsenmiş. Arapça bir kelime olan “cumhur” dan türetilmiş. Kamusal olan, halk için , halkla ilgili olan anlamlarında kullanılıyor. Halkın monarşiyle idare edilmesi veya farklı bir rejime geçilmesi teması 1920’li yıllarda tartışılan bir konuydu. Padişahın kulu olan halkın saltanatın kaldırılmasıyla birlikte artık kul olmayıp “vatandaş” olduğu anlatılmaya çalışıldı. Halkın cumhuriyet idaresinden neyi anladığını da bana kalırsa ne o zamanlar ne de şimdi pek bilen de yok.
Bugün yine ellerinde bayraklarla meydanlara doluşan halkın neyi kutladığı da biraz belirsiz. Sanki orta okulda öğrendikleri bayrak töreni ritüelini tekrarlar gibi sallıyorlar bayraklarını. Cumhuriyet kavramından neyin anlaşıldığı belirsiz olduğu kadar bugünkü tek adam rejimiyle karşılaştırmalı olarak ilişki kurulmadığı da aşikar. Öne çıkan semboller arasında en belirgin olan ise 100 sayısı. Yüzüncü yıl. Cumhuriyet rejiminin ilan edildiği (hukuken) tarihten bugüne kadar geçen zamanın açılımı diyebiliriz.
Nedir cumhuriyet?
Sözlük tarifi şöyle: Cumhuriyet bir ulusun, egemenliğini kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı devlet biçimi.
İngilizce: republic
Yunanca: Δημοκρατία (Dimokratía)
Latince: Respublica (Halk için çalışan devlet)
Bir yanda Eski Yunancada “halkın iktidarı” anlamına gelen “demokrasi “, diğer yanda Latincede “halk için çalışan devlet” anlamındaki “cumhuriyet “.
O halde cumhuriyet nedir sorusunun en kolay cevabı “bir devlet biçimi” olacaktır.
O zaman aklımıza şu soru takılıyor:
Peki devlet nedir?
Sözlüğe bakalım: Devlet, toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal örgütlü bir ulusun ya da uluslar topluluğunun oluşturduğu tüzel varlık.
İngilizce: State
Yunanca: κατάσταση, (katástasi)
Latince: Statum
Devlet konusunun daha kolay anlaşılması için tarihi gelişmeye değinmek gerek.
Devlet aslında bir paradoks kavramı olarak algılanabilir. Herkesin söylediğinin ötesinde “biz” “devlet” değiliz; devlet de “biz” değildir. “Bizim devletimiz” diye böbürlenenler, öğünenler demokrasinin gereği olan siyasi görüşü ne olursa olsun her vatandaşın hakkını koruyan devlet idealini düşleyenlerdir.
Ama bu devlet bir ütopya devlettir. Türkiye’de devlet genellikle halkın hizmetinde olan değil halka iktidar partisinin ideolojisi doğrultusunda baskı uygulayan ve zorla yönlendiren tüzel bir varlık olarak gelişmiştir. Üniformalı devlet görevlisi halka çok yukarılardan gelen bir sesle küçümseyerek ve emrederek konuşur. Halkın hizmetinde olduğunun bilincinde değildir. Halkı bir sürü gibi görenlerin demir yumruğudur.
Platon’un devlet kavramıyla açıklamak gerekirse: M.Ö. 427–347 yılları arasında yaşayan Platon, matematikçi ve batı dünyasındaki ilk yükseköğretim kurumu olan Atina Akademisinin kurucusu olan bir filozoftur. Asıl adı Aristokles olan düşünür, hocası Sokrates ve öğrencisi Aristoteles ile birlikte bilim ve Batı felsefesinin temellerini atan kişi olarak kabul edilir.
Platon’un akademisi günümüzdeki modern üniversitelerin başlangıcı olarak da kabul edilir. Platon, Sokrates’in öğrencisidir. Devlet adlı eserinde ideal bir toplumda düzenin ve adaletli bir devletin nasıl olabileceği sorusuna cevap arar.
Bugün tüm sözlüklerde yapılan tarife göre devlet toplumun içinde yer alan ve belli bir toprak üzerinde güç ve şiddet kullanımı konusunda tekel iddiasında bulunan bir örgüttür; devlet özellikle de toplumdaki, gelirini gönüllü katkılardan veya sunduğu hizmetlerin bedelinden değil de “cebir” yoluyla elde eden yegâne örgüttür. Gelirini elde etmek için güç ve şiddete başvuran Devlet genellikle daha da ileri giderek tek tek vatandaşlarının başka eylemlerini de düzenler ve emreder.
Devlet halkın çoğunluğunu “temsil” de etmez esasında. Halkın seçtiği siyasetçilerin idare ettiği devlet, bir grubun yararına olarak hamasetle gözlerden saklanır; eğer devlet bir kişiyi zorla askere alır veya onu muhalif görüşünden dolayı hapse atarsa, o zaman o kişinin devletle olan ilişkisi bir paradoksa dönüşür. Kötülük devletten gelmektedir ve dolayısıyla “yanlış” olan şey de doğru olan şey de içinden çıkılamaz bir hale gelir.
Ünlü Alman düşünürü Oppenheimer, “The State”, adlı kitabında şöyle söylüyor:
“Öyleyse, sosyolojik bir kavram olarak devlet nedir? Devlet başlangıcı itibariyle…, galipler tarafından mağluplar üzerinde zorla kurulan ve yegâne amacı bir grup galibin bir grup mağlup üzerindeki hakimiyetini tesis etmek ve içeriden gelebilecek isyana ve dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı kendisini güvence altına almak olan bir kurumdur. Bu hakimiyetin mağlupların galipler tarafından iktisaden sömürülmesinden başka bir amacı yoktur.
İnsanın kendi arzularını tatmin etmesinin zorunlu araçlarını elde etmesini sağlayan ve devamlılık gerektiren, birbirine büsbütün zıt iki araç vardır. Bunlar çalışma ve soygunculuktur; yani, bir yanda birinin kendi emeği, diğer yanda başkalarının emeğine zorla el koyma… Aşağıdaki tartışmada, birinin kendi emeğine ve başkalarının emeği ile kendi emeğini mübadele etmesine ihtiyacı tatmin etmenin “iktisadi yöntemi”, buna karşılık başkalarının emeğine karşılıksız el konulmasına “siyasi yöntem” diyeceğim… Devlet siyasi yöntemin bir örgütüdür. Dolayısıyla, ihtiyaçların tatmini için muayyen miktarda nesneler iktisadi yoldan yaratılmadığı sürece, nesnelere savaş benzeri bir soygunculukla el koyabilen hiçbir Devlet vücut bulamaz. “
Devlet diye adlandırılan yapının her alanda oluşturduğu ve kaynak ayırdığı kurumları vardır. Bu kurumlarda çalışan bireyler “devlet memurudur”. Devleti idare eden güç kurumlara atamalar yapar. Devlet kendi aleyhine çalışan hiçbir bireyi istihdam etmez[1]. Başka bir değişle iktidarda olanlar devlet memurlarını da kendi siyasi ideolojileri doğrultusunda yönlendirir.
Devletin idare şekli ne olursa olsun ister cumhuriyet ister monarşi her zaman bireyin konumu ve ona sağlanan avantajlar devletle bireyin kurduğu ilişkiye göre şekillenir.
Monarşi idaresinde de devlet vardır. Devlet her idarede olmazsa olmaz bir kurumdur. Halkın “devlet baba” diye tanımladığı devlet monarşi idaresinde de olabilir cumhuriyet idaresinde de. Devlet idaresinde katılım belirleyicidir. İktidarda olan güç kendi ideolojisi dışında başka bir açıyı kabul etmez.
Bir devlet idare biçimi olan mutlak monarşide yalnızca kralın gücü vardır. Tüm devlet kurumları monarşik yapıya göre düzenlenir. Din adamları ve askerler kralın en önemli destekleyicisi olarak hiyerarşide yerlerini alırlar. Bugün 100. Yılı kutlanan Türkiye cumhuriyeti tek adam rejimi ile 100 yıl öncesinin monarşi rejimi arasında pek bir fark kalmamıştır diyebiliriz.
Felaketin adı tek adam rejimi (birgun.net)
“Cumhuriyet, 100. Yılına ‘tek adam’ rejiminin gölgesi altında giriyor. Güçler ayrılığı fiili olarak ortadan kalkarken Meclis işlevsiz hale geldi. Skandal kararlara imza atılan, AYM ve AHİM kararları uygulanmayan yargı, bağımsızlığını yitirdi. Hızlı karar alınacağı iddiasıyla getirilen başkanlık sistemi kurumları hantallaştırdı. Ülke kararnamelerle yönetilirken Hukukçu Şule Özsoy Boyunsuz, “Cumhuriyet devriminin amacı demokrasiydi, oradan çok uzaktayız” dedi.”
Devlet yönetiminde düşünceleri ve eylemleriyle tarihin akışını etkilemiş olan üç monarşist düşünürden söz etmenin tam zamanı. Bu düşünürlerin birleştiği nokta devlet yönetiminin mutlak monarşik bir yapıya sahip olması gerektiği düşüncesidir.
İtalya’da Niccola Machiavelli[2], siyasal yaşamın laikleştirilmesi ve bilimsel yöntemler kullanması gerektiğini savunurdu. Ancak, her ne kadar kiliseye karşı ise de kralın gerektiği zaman dini de alet olarak kullanması gerektiğini amaca giden yolda her şeyin mubah olduğunu belirtmiştir.
Machiavelli, insanın özünde, doğasında kötülük olduğunu savunmuştur. Ona göre özellikle insanlarda görülen ‘elde etme’, ‘sahip olma’ arzusu, kötülüğün ortaya çıkmasında en etkili olan unsurdur. Günümüzde “Makyavelist” olarak nitelendirilen düşünce tarzı ya da ideoloji hırslı insanlar için biraz da olumsuz anlamda kullanılmaktadır. Amacına ulaşmak için her türlü yolu deneyen insanlar için bir davranış kalıbı olarak algılanmaktadır.
Bugün Türkiye’de yüz yılda gelinen noktadan hareket ederek hemen hemen her meslek grubunda Makyavelist düşünce tarzının belirgin olduğunu görebiliriz. Bir medya,sanayi kuruluşunun ya da siyasi oluşumun şemsiyesi altında kalıp aylık gelir elde etmek isteyen insanların prensiplerinden ve düşüncelerinden feragat ederek “kul, köle” rolünü benimsediklerini görebiliyoruz.
Fransa’da Jean Bodin[3]’in devlet anlayışı “reformasyon” döneminde etkili olmuştur. Devletin temelinde ailelerin olduğunu, devletin büyük bir aile olduğunu söyler. Mülkün aileye, egemenliğin ise yöneticiye ait olduğu görüşündedir. Egemenlik kralın ve dini yasaların üzerine çıkamaz görüşündedir. Tanrıyı yönetimin bir parçası olarak görür. Dinin, devletlerin temel prensiplerini oluşturduğu görüşüne sahiptir. Adalet anlayışını üç ilkede birleştirir; eşitlik, orantı ve birlik.
Bugün Türkiye’de “reformasyon” kavramı “hilafetin geri getirilmesi” şeklinde söylenmemesine rağmen alttan alta siyasi çerçevelerde hazırlığının yapıldığı konuşuluyor. Biz zamanlar AKP’den ayrılan Davutoğlu’nun dilinden düşürmediği “Yeni Osmanlıcılık” ve “reformasyon” sözlerinin halk nezdinde karşılığının bulunmadığı ortaya çıkınca tavır değiştiren parti yöneticilerinin bugün çok daha üstü kapalı bir biçimde adını koymadan eylemlerle bu değişimi uyguladıklarını görüyoruz. Düzenlenen Filistin mitingi bu anlamda mesajlar taşımaktadır.
Batıda aydınlanma döneminin sonlarına doğru ortaya çıkan düşünce akımları arasında İngiltere’de Thomas Hobbes[4] ‘un düşünceleri sayılabilir; var olan her şeyin fizik madde olduğunu ve her şeyin maddenin hareketiyle açıklanabileceğini öne sürmüştür. Hobbes’a göre devletin asıl amacı bireysel güvenliktir. Hobbes devlet ve halk arasında bir sözleşme olmasının gereğini savunur. Buna göre otoriter bir monarşik devlet başkanı modeliyle ‘insan insanın kurdudur’ (homo homini lupus) ve ‘herkesin herkesle savaşı’ (bellum omnium contra omnes) prensipleri de devletin koruyucu görevinin kapsamını açıklar niteliktedir.
Aydınlanma dönemi düşünürlerinin dinden beslenen ve merkezi bir otoriteye sahip olamayan devlet anlayışını sorgulayışı temelinde o dönemin sosyal olayları da etkili olmuştur. On altıncı asırda salgın hastalıklar, savaşlar Avrupa nüfusunun üçte ikisini yok ederken insanların tanrıya ve kiliseye olan inançları da zayıflamıştır. Aydınlanma çağının getirdiği bilimsel yöntemler özellikle tıp ve teknik alanlarda etkili olmaya başlamış sanayi devrimine geçiş hızlanmıştır. Devlet idaresinde tanrının temsilcisi olarak kabul edilen muktedir yani kralın ve kilisenin gücü de buna paralel olarak zayıflamıştır. Devletin baş idarecisi olan kralın yetkileri sorgulanmaya başlamıştır.
Seküler devlet yapısı fikri de bu dönemde doğmuştur. Kralların ve din adamlarının gücü zayıflarken devlet idaresinde burjuvazinin ve bürokrasinin etkisi artmaya başlamıştır. İşte bu değişim halk nezdinde karşılık bulmuş halkın devlet idaresinde söz sahibi olmasının yolu açılmıştır.
Devlet idaresinde seküler yani laik eğilimler dini çevrelerce hoş karşılanmadığı gibi aleyhte çalışmalarla laik düşünceye karşı bir mücadele de başlatılmıştır. Aydınlanma karşıtı kilise güç kaybetmiştir. Taşlar yerinden oynamış yüzlerce yıllık denge bozulmuştur. Özellikle Fransa siyasal yaşamında 1789 yılından itibaren kilise ile laik düşünceye sahip olan kesimler arasında siyasi mücadeleler de başlamıştır. Avrupa’da laik devlet idaresi sanayi devrimiyle birlikte yayılmaya başlamış monarşilerde parlamentolar, halk meclisleri önem kazanmıştır.
Türkiye’de bu paralelde acaba ne gibi düşünce akımları vardı?
Türkiye bir fikir dünyasında “aydınlanma” yaşanmış mıdır? Batılılaşma adı altında bir Türk aydınlanması mı isteniyordu.
Aydınlanma 17. Yüzyıl Avrupa düşüncesinde insanın din ve geleneklerden koparak kendi aklıyla hayatı anlama ve yorumlama çabasını ifade eden bir kavram olarak ortaya çıkmıştır.
[1] http://www.liberal.org.tr/uploads/yuklemeler/devletin-anatomisi.pdf
[2] Niccola di Bernardo dei Machiavelli (3 Mayıs 1469 – 21 Haziran 1527), tarih ve politika biliminin kurucusu sayılan Floransalı düşünür, devlet adamı, askerî stratejist, şair ve oyun yazarı. Aydınlanma hareketinin en önemli figürlerindendir.
En ünlü eseri Prens’te, politik yazın tarihinde ilk kez iktidarın alınışı ve korunması gibi bir sorunu dinsel ya da ahlaki kaygıları dikkate almaksızın kendinde bir amaç olarak inceledi. Tüm yaşamı boyunca İtalya’nın birliği ideali için mücadele verdi.
[3]Jean Bodin (1530-1596) Fransız düşünür ve siyasetçi. Özgün ismiyle Les Six livres de la République, Bodin’in başyapıtıdır. Makyavelliyi, tiranlara yol gösterdiği için eleştirir.
Şimdi 29 ekim 2023 tarihinde cumhuriyet kutlamalarına bakıyorum da anlamakta zorlandığım yönleriyle bir keşmekeşten başka bir şey göremiyorum. Paradokslar ve oksimoronlar denizinde bocalıyoruz gibime geliyor.[1]
Oksimoron ve Oksimoron Örnekleri – Hukukçu Kafası (hukukcukafasi.com)
Bir yanda demokrasi ve insan haklarını savunanlar öte yanda tek adam rejiminin meyvelerini toplayanlar bir arada bayrak sallıyorlar. Yetkisiz meclisin kendilerinde yetki olduğunu sanan milletvekilleri ve birbirlerine attıkları yumruklar, ettikleri küfürler yadırganmıyor da aldıkları maaşlar yadırganıyor. O şişkin maaşları ve çıkar paketlerini elde etmek isteyenler o kadar çok ki. Meclis ilk bakıldığında her kuralın yürürlükte olduğu milletvekilleri birbirlerine hitap ederken sayın kelimesini aşırı kullanmalarının yanı sıra söz alıp konuşanı laf atarak ve taciz ederek yaramaz bir ergen gibi konuşturmayanlara ne demeli? Yetkisiz ve etkisiz konuşmaların ve oylamaların yapıldığı ama yürütme olarak hiçbir yürütme gücü olmayan meclisin başkanlar tarafından atanmış üyelerinin ürettikleri hamaset örneklerinin ne kadar hayal kırıcı olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.
Yüzüncü yılında hala fikirleri yüzünden düzmece iddianamelerle tutuklanan gazetecilerin, yazarların ve siyasi parti üyelerinin bulunduğu bir cumhuriyette demokrasiden söz etmek paradoks değil de nedir?
Avrupa Komisyonu Tarafından Hazırlanan Türkiye Raporları (ab.gov.tr)
Turkey: Freedom in the World 2021 Country Report | Freedom House
The rise and fall of liberal democracy in Turkey: Implications for the West | Brookings
Yukarıda linklerini verdiğim STK raporları yeterince açık bir dille tüm dünya ülkelerinden yaptıkları çalışmaları tablolar halinde yayınlıyorlar. Yetkililer (artık onları kim seçtiyse) tüm bu raporlara “yok hükmündedir” cevabını veriyorlar. Yirmi yıldır iktidarda olan AKP’nin nasıl olup da iktidara tutunduğunu bir türlü çözemeyen muhalefet partilerinin görüldüğü kadarıyla son üç seçim döneminde varlık gösterememesinin muhtelif nedenleri var. Bu nedenlerin analizi daha farklı bir çalışma gerektiriyor.
Bu akşam bayrak sallayarak, havai fişek atarak, meşale yakarak yürüyen bir kalabalık var. Bu kalabalığı bir çok kez gördük. Bu kalabalık bir muhalefet grubuna dönüşmüyor bir türlü. Gezi olayları sırasında alevlerini gördüğümüz özgürlük ateşi siyasi bir aşamaya bir türlü geçemiyor. Yüz yıl geçti aradan ama “reaya” aynı “reaya”.
[1] Oksimoron, zıt kelimelerin yapısal anlamda bir arada bulunmasıdır, ilgi çekmek, edebi açıdan takdir almak için istenmeden veya istenerek yapılır. Paradoks ise anlamsal bir zıtlıktır, birbirine aykırı iki önermenin birlikte olmasıdır. Paradoksun doğruluk ve yanlışlığının incelenmesi gerekir.