Kabak koyundan sabah erkenden yola çıkıyorum. Antik Yazar Stephanus’un, sözünü ettiği Kragos dağları eteklerinde kurulmuş olan bol kaya mezarlı Pınara’yı görmeye gidiyorum.
Kent hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Gidip fotoğraf çekeceğim. Sonra araştırıp fotoğrafların içini doldurmaya çalışacağım. Her antik kenti farklı okumak lazım. Bu kent te büyük bir olasılıkla prehistorik dönemden bu yana yerleşim görmüştür. Henüz Pınara’da kazı çalışmaları başlamamış. Ne zaman başlayacak? Tüm eserler tahrip edildikten sonra mı? Kültür Bakanlığı Müzeler Müdürlüğü antik kenti tek bir bekçiyle koruyor. Bekçi çok konuşkan bir adam. Uzun uzun sohbet ediyoruz. Nerede ne var çok iyi biliyor. İnişli çıkışlı bir coğrafya olduğu için ona nasıl gezmem gerektiğini soruyorum. Önce kaya mezarlarının yoğun olarak görüldüğü kayalıklara tırmanırsam daha kolay olacağını söyledi. Kayalıkların bazı yerlerine beyaz boyayla ok işareti yaparak yön bulmayı kolaylaştırmışlar. Çok geniş bir territoryumu var kentin. Kamu binalarının çoğu tepelere kurulmuş. Savunma amaçlı mı yoksa başka nedenlerle mi bilinmez bir yerden bir yere gitmek oldukça büyük efor gerektiriyor. Tırman sonra küçük kireçtaşlı patikalrdan in, tekrar tırman.
Hellenistik dönemde üç oy hakkı olan bir Likya kentiymiş Pınara. Likçe’de “yuvarlak” anlamını taşıyormuş. Bu üç oy hakkı konusu Strabon’un Geographica’sında şöyle anlatılıyor:[1]
“Likyalılar o kadar uygar ve nezih bir şekilde yaşamlarını sürdürdüler ki, şimdiye kadar hiç utanç verici kazanç ve istekleri olmadı ve atadan kalma Likya Birliği Nüfuz Alanı içinde kaldılar. Oy hakkını paylaşan yirmi üç kent vardır. Hangi kenti uygun gördüklerini seçtikten sonra, her kentten temsilciler birleşerek orada genel bir kongrede toplanırlardı.”
Pınara da bu üç oy hakkı olan kentlerden biri. Stephanus Byzantion adlı antik çağ tarihçisinin Menekrotes’ten yaptığı alıntıya göre, Xanthos’un nüfusu çok artınca bilgelerden ve mimarlardan oluşan bir araştırma grubu oluşturup yeni bir kent merkezi aramaya yolladılar. Xanthos vadisi boyunca araştırmalarını sürdüren grup nihayet Kragos Dağı’nın yüksekçe bir tepesinde uygun bir yer buldu. O zamanlar nehirler daha özgürce aktığı için olsa gerek sel tehlikesinden korunmak için yüksek kodlar tercih ediliyor olmalı. Tepenin şeklinden ötürü kente de yuvarlak anlamına gelen ‘Pınara’ dediler. Önce kentin hali vakti yerinde aileleri bu yeni bölgeye yerleşti. Daha korunaklı olması, sel riski olmaması ve geniş av alanlarından ötürü kısa sürede kent oluşmaya başladı. Akropol yapıları yuvarlak tepeye inşa edildi.[2] Şimdi bu yeni şehrin kurulması hangi çağda olmuş olabilir? Dynastik çağda olması gerekir. Yani MÖ. Beşinci asır ve öncesinde. Pers işgali öncesinde olmuş olmalı.
Kentin adı bazı Likçe yazıtlarda ‘Pinale’ olarak geçmektedir. Pınara Antik Kenti’ni bugün turist olarak gezdiğimizde hamam, tiyatro, agora, odeon, kaya mezarları, yukarı akropol ve aşağı akropol yapılarını görmekteyiz. Yukarı akropolün kısa sürede yetersiz kalması üzerine, ulaşımın da daha kolay olduğu aşağı akropol yerleşime açılmış olmalı. Aşağı akropolde odeon, agora, tapınak gibi yapılar ve tüm Likya kentlerinde yaygın olarak görülen anıt, semerdam ve pilyeli mezarlar yer almaktadır. Kaya mezarlarının büyük çoğunluğunun konut biçiminde olması Likyalıların ata kültüne bağlı inanışları benimsediklerini de işaret edebilir. Aşağı akropolün yamaçları çok dik. Bugün istinat duvarı olarak bilinen yapıların aslında terasın oluşturulması gerekse tahkimat amacıyla yapıldığı da düşünülebilir. Pınara da diğer antik kentler gibi belirli bir kronolojiye sahip. Şehrin oluşumu, tarihi, yapıları ve hatta kahramanları bu kronoloji içinde ortaya çıkıyor. Antik kenti gezerken hayal gücümü hep zorlarım. Eğer iki bin dört yüz yıl önce Pınara’da yaşasaydım, nasıl bir evde otururdum, ne yerdim, ne içerdim bir Pınara vatandaşı olarak nasıl geçinirdim? Nasıl kıyafetler giyinirdim? Çocuklarım var mıydı? Okul var mıydı? Kadınlara nasıl davranılırdı, toplumdaki yerleri önemli miydi?
Bu soruların cevaplarının bir bölümünü bulmak mümkün. En azından benim taradığım kaynaklardan bazıları Likya toplumunun klasik dönemde anaerkil bir toplum olduğu, baba adı yerine anne adı kullanıldığını öğreniyoruz. Bu da kadınların toplumda çok önemli bir yere sahip olduklarının en bariz göstergesi değil mi? Anadolu ana tanrıça kültü kadını toplumda neredeyse en yüksek mevkie getirmesiyle biliniyor. Helenizasyon döneminde baskın olan Helen kültürüyle bu denge erkek tarafına dönüyor olmalı.
Kent surları savunma amaçlı yapıldığı için kente ancak belirli kapılardan girilebiliyor. Genellikle de her antik kentin en az dört giriş kapısı oluyor. Pınara sırtını Kragos dağlarına dayadığı için üç giriş kapısı var. Kente güneyindeki kapıdan geçerek girilince, odeon ve önündeki düz alanda agoranın, kent merkezini oluşturduğu görülüyor. Aşağı akropolün alt kısmındaki su kaynağı çevresinde, kentin Antik Çağ’da geçirdiği depremler sonucunda büyük oranda tahrip olmuş pilyeli mezarlar ve kayalara oyulmuş pek çok mezar dikkati çeker.
Bu kadar çok mezarın bir arada olması çok şaşırtıcı geliyor insana. Şehrin kuzey tarafında bulunan kızıl kaya bir masa görünümünde. Gerçekten yuvarlak ve üstü düz. Görünen cephesi binlerce kaya mezarıyla dolu. Pınaralı tiyatroda oyun seyrederken tam karşısında atalarının mezarlarını görüyor.
MÖ 334 yılında Büyük İskender Anadolu kampanyasında öncelikle Pers satrap rejimini kırmayı amaçlamış Likya kentlerini güçlü ordusuyla birer birer fethetmiştir. Nitekim Pınara’yı da diğerleri gibi çok kısa zamanda teslim alır. Bu iki bin bilemedin üç bin kişilik ordulara sahip olan kentlerin İskender’in en az elli bin kişilik ordularına karşı durması neredeyse imkansızdır. İskender’in ordusu uzaktan göründüğünde Pınara yukarı akropolünden bakan idarecilerin yüzlerindeki endişeyi görür gibiyim. Birden Makedon ordusunun dört metre uzunluğundaki mızrakları ve vücut zırhlarıyla ünlü piyade taburları ufukta görününce kentin teslim olmaktan başka ne çaresi kalabilir ki? Özel ulak geliyor ve eğer şehir teslim olursa halkın canının bağışlanacağı sözü veriliyor. Yine de şehir yağmalanacaktır. Savaşın kuralı bu. Pınara halkını zor günler beklemektedir. Persler gider, Makedonlar gelir, onlar gider Bergamalılar gelir. Bitmeyen döngü. Galipler ve mağluplar hikâyesi Pınara’da da sürer gider.
Büyük İskender’in ölümünün ardından şehre Bergama Krallığı sahip olur. MÖ. 133 yılında Bergama Krallığı’nın miras yoluyla Roma’ya bağlanmasının ardından Pınara Roma şehri olur. En görkemli günlerini bu tarihlerde yaşayan Pınara Antik Kenti büyük bir deprem sonunda (MS. 141) çok ciddi hasar görür.
Zaten bu deprem neredeyse tüm Likya kentlerini harabeye çevirir. Yaklaşık altmış kadar antik kentin bulunduğu Likya bölgesinde çok tanınmış aileler var. MS 2. yüzyılda tarım, bankerlik ve deniz ticareti yapan ve bugün dünyanın ilk belgeli hayırseveri olarak tarihe geçen Opramoas, tüm Likya kentlerine gerek kamu binalarının yapımında gerekse de yardıma muhtaç kişilere yardım etmiştir. Likya’nın en zengin ve en ünlü hayırseveri Opramoas, depremden ağır hasar gören Pınara Antik Kenti’nin kamu alanlarını da onartmış, Likya kentlerine yaptığı diğer yardımlarından dolayı da Likya Birliği tarafından dört kez onurlandırılmıştır. Opramoas hayırseverliği sadece kentlerin onarılması ile sınırlı değildir. Kumluca eski adıyla Rodiapolis doğumlu Opramoas her Likya kentine yaptığı ciddi yardımlarla antik çağın en hayırsever işadamı ünvanını da defalarca hak etmiştir. En azından dört defa onurlandırılarak haketmiştir.
Agora kalıntılarına bakıldığında kentin merkezinde yoğun bir ticaret hayatı olduğu anlaşılmaktadır. Pınara antik kenti MS. 141 ve bundan yüz yıl sonra MS.240 yıllarında çok şiddetli iki depremle büyük oranda yıkılmıştır. Ticaret yaşamı da bu ikinci depremden sonra liman şehirlerine kaymıştır. Bu tarihten sonra Roma lejyonları önünden kaçan erken Hıristiyan ailelerin sığınma yeri haline gelmiştir. Özellikle Kragos dağı eteklerindeki gizli mağaralar ve mezar oyuklarında saklanan erken Hıristiyanların bir bölümü MS. 350 yıllarına kadar bu bölgede saklanmış daha sonra kuzeye doğru göç etmişlerdir.
Pınara kayıtlara göre MS. 900 ‘lü yıllara kadar yerleşim görmüş, daha sonra Arap korsan akınlarının sıklaşması nedeniyle ticaret hayatı sona ermiş ve şehir terk edilmiştir.
Pınara Helenistik antik tiyatrosu günümüze kadar hasarsız kalan kamu binalarındandır. İki şiddetli deprem görmesine rağmen ayakta kalmış nadir Helenistik tiyatrolardan biridir. Antik Tiyatro Tlos antik tiyatrosu gibi arka plandaki karlı dağlarla doyumsuz bir görsellik sağlıyor. Tiyatro basamaklarında oturan Pınaralılar oyunları seyrederken akropol tepesi ardındaki kaya mezarlarında atalarıyla yüz yüze oturabiliyorlardı. Bu tiyatro örneğin Letoon antik tiyatrosu kadar büyük değil ama küçük de sayılmaz. Kazı yapılmadığı için kesin bilgilere sahip değiliz.
Ama sanırım bu tiyatro üç ya da dört bin kişilik bir tiyatro. Acaba Pınaralılar ne tür oyunlardan hoşlanıyorlardı? Antik tiyatronun temelini tragedyalar oluşturuyor. Bu tiyatroda da muhtemelen tragedyalar oynanıyordu. Roma döneminde tragedyalar yerini komedilere ve daha hareketli oyunlara bıraktı. Kültür seviyesi giderek düşen halkın daha sonraki yıllarda gladyatör dövüşleri gibi çok hareketli sonu ölümle biten gösterilerden hoşlandığı biliyoruz.
Dini konulara çok fazla merakı olmayan Pınara halkının daha çok ata kültleri inancıyla tapınaklara rağbet etmediğini biliyoruz. Bu da tiyatroda pek fazla dini oyunların oynanmadığının bir göstergesi olmalı. Tiyatrolardaki görsel anlamda en dikkat çeken yer seyircilerin oturduğu basamaklar olagelmiştir. Terminolji olarak izleyici yeri Hellencede “theatron”, Latincede de “cavea” olarak adlandırılmaktadır.[3] Antik tiyatro esas itibariyle üç bölümden oluşuyor.
1-Cavea, Seyircilerin oturduğu bölüm,
2- Scene : Sahne Binası oyunların oynandığı bölüm
3- Orchestra : Her iki yapı arasında kalan boşluk. Roma döneminde bu boşluk genişletilerek farklı amaçlar için kullanılmıştır. (Gladyatör oyunları, vahşi hayvan dövüşleri.vb.)
Bu akademik terminolojiyi öğrenmek en azından antik tiyatrolara meraklı olanlar için lüzumlu. Likya tiyatroları üzerine bir doktora tezi çalışması olan Banu Özdilek bir çok konuya açıklık getiriyor. Doğrusunu söylemek gerekirse Özdilek’in tezinden çok faydalandığımı söylemeliyim.[4] Pınara tiyatrosu Helenistik dönemde inşa edilen iki katlı cavealı tiyatrolardan biri olması itibariyle depremlerde çok zarar görmediği için Helenistik özelliklerini korumuştur. Oysa depremde zarar gören tiyatrolar Roma döneminde restore edilmiş, genişletilmiş günün koşullarına göre cavea ve orchestra bölümleri gladyatör dövüşleri için yeniden inşa edilmiştir.
Miletos antik tiyatrosu cavea bölümünde oturmuş sahne binasına bakıyordum. Sanırım cavea üç ya da dört katlı olarak yeniden inşa edilmiş, orchestra bölümü de yeraltına inşa edilen dehlizlerle günün koşullarına göre uyarlanmıştı. Vahşi hayvanlar için ayrı koridor, gladyatörler için ayrı koridor, vb. Oysa şimdi Pınara antik tiyatrosunda otururken buradaki “antik tiyatro ” konseptinin Roma döneminde dövüş arenalarına dönüştüğünü söylemek mümkündür.
Antik tiyatroların kapasitesinin ne olduğu konusu da üzerinde yoğun tartışılan konulardan biridir. Cavea’nın kaç kişilik olduğunu hesaplamanın bir çok formülü var. Çok kafa karıştırdığı için ben içinden çıkamadım. Benim kullandığım bir yöntem var. Şimdiye kadar da çok işime yaradı. Önce cavea’nın alt sonra üst basamaklarını ve dikine olan basamakları saydıktan sonra ortaya bir şeyler çıkıyor.
Antik Helen tiyatroları inşa edilirken bir çok faktör düşünülerek planlanır. Bugünkü mimarları bile hayrete düşürecek titizlikte seyircilerin giriş çıkışı ayarlanırdı. Tiyatroya gelen ve tiyatrodan giden yollar, tiyatroya giriş ve çıkış kapıları yoğunluğu önleyecek biçimde tasarlanırdı. Tiyatronun tüm öğeleri Helence kavramlarla açıklanıyor.
“Diazoma”, Hellence’de cavea’yı iki bölüme ayıran yatay geçiş koridorunun adı. Seyircilerin yukarı basamaklara çıkmaları için yapılan özel basamaklara da klimakes deniyor. Kerkides ise iki klimakes arasındaki alana deniyor. Proedriae kavramı da Hellence’de en öne oturma hakkı anlamına gelmekte olup kentin ileri gelenlerine ayrılan koltuklara verilen ad. Bu şekilde antik tiyatro terminolojimizi de geliştirdikten sonra hep merak ettiğim bir konuyu araştırma fırsatım oldu.
Bildiğimiz kadarıyla bazı tiyatro gösterilerinin iki üç gün sürdüğü olurmuş. Gösteriler sabah gün doğumundan sonra başlar gün batımına kadar sürermiş. Bu kadar uzun bir süre içinde temel ihtiyaçların nasıl karşılandığı sorusu gündeme gelmektedir. Antik tiyatrolarda örneğin tuvalet yoktur. Yapılan kazılarda da ortaya çıkmamıştır. Bu da seyircilerin bu ihtiyaçlarını yanlarında getirdikleri seyyar kaplarla karşıladıkları sonucunu doğuruyor. Seyircilerin bir bölümü civar lokantalara gidip karınlarını doyururken yiyeceklerini yanlarında getirenlerin de olduğu biliniyor.
Antik kent yaşamının en renkli kısmı her halde bu gösteriler olmalıydı. Eğlencenin en uç noktalara kadar vardırıldığı özel ayinlerde şarap ve diğer uyuşturucu içkilerin tüketildiği sonuç olarak akla gelmeyecek çılgınlıkların yapıldığı gecelerde maske takan kadın ve erkeklerin eşleşerek geceyi birlikte geçirdikleri de biliniyor.
Tiyatro nasıl olmuş da üç ağır zelzeleden sonra ayakta kalmış anlamak mümkün değil. Bu tiyatroyu inşa edenlerin işlerinde çok usta olduklarını söylemek gerekir.
Hava kararmaya başlayana kadar antik Pınara kentinde serbestçe gezindim, fotoğraf çektim. Kızıl kayalara tırmandım, kaya mezarlarının içlerine baktım. Definecilerin zarar verdiği bir çok mezar var. Bazıları yeni patlatılmış gibi duruyor. Kim bilir buradan neler neler yok oldu?
———————————————————————————————————————————————-
[1] Strabon, Antik Anadolu Coğrafyası, (Geographika: XII-XIII-XIV), Çeviren Prof. Dr. Adnan Pekman, Arkeoloji ve Sanat yayınları, İstanbul, 1987, s. 192.
[2] http://lycianturkey.com/lycian_sites/pinara.htm
[3] Anadolu tiyatroları üzerine D. B. Ferraro tarafından kapsamlı bir çalışma yapılmıştır.
[4] Özdilek, Banu,Rodiapolis Tiyatrosu ve Lykia Tiyatroları, Doktora Tezi, Akdeniz Üniversitesi, Antalya 2011