Manyas Gölü Uluabat gölünün batısında yaklaşık 50 km’lik bir mesafede yer alıyor. Büyüklük olarak 200 kilometrekare olarak belirtiliyor ama bu bilgiyle çelişen 150 kilometrekare verisinin de kullanıldığı literatür yok değil. Kendim ölçemeyeceğime göre bu verileri doğru kabul etmek durumundayım.20 kilometre uzunluk ve 14 kilometrelik genişlikle Manyas gölü 170 tür göçmen kuşun göç yolu üzerinde yer alan çok önemli bir sulak alan. Bugünkü kayıtlarda gölde 266 tür kuş bulunduğu bunlardan 66 türün gölde ürediği bilgisi var.
Alman Zoolog Prof. Dr. Curt Kosswick[1] ve kimyager eşi Leonore Kosswick 1938 yılında göl çevresinde incelemeler yapıyor[2]. Bilindiği gibi o yıllarda Hitler’in baskılarından kaçan Alman akademisyenlerin Türkiye’deki üniversitelerde çok önemli katkılar yaptıklarını söyleyebiliriz.[3] Ord. Prof. Dr. Curt Kosswig de İstanbul Üniversitesi zooloji bölümünde önemli işlere imza atmıştır. Bunlardan biri de Manyas kuş gölünün Milli Park alanı olarak tescil edilmesidir. 1959 yılında Milli Park ilan edilen Manyas Kuş Gölü birkaç kez dünya A klasmanı milli parklar listesine girmiştir. Kosswig Türkiye’de erken dönemde doğa sevgisi ve “Milli Park Koruma Alanı” anlayışını ortaya atıp savunmasını yapan bilim adamlarından biridir.
Manyas gölünü kurtarma hikayesi de ilginçtir. Adnan Menderes ve Celal Bayar iktidarının hüküm sürdüğü yıllarda bir dizi tarım alanında atılım planlanmıştı. Göllerin ve nehirlerin sularını tarım alanlarında kullanma stratejisi doğrultusunda aralarında Manyas ve Uluabat göllerinin de bulunduğu Anadolu’daki bir çok gölün kurutulması ve sularının da ovalara akıtılarak tarım alanı haline dönüştürülmesi planlanıyordu. Bunu duyan Kosswig tüm bilimsel verileri bir araya getirdiği bir sunum hazırlar ve Celal Bayar’a taktim eder. Bilimsel verilerin ışığında meydana gelecek doğa felaketine dikkat çeker. Zamanın cumhurbaşkanı Celal Bayar bilime saygı duyan bir siyaset adamı olduğunu gölün kurutulması projesini iptal ederek gösterir. Manyas gölü Milli Park statüsünde koruma altına alınır. Bugün eğer Manyas gölü bir kuş cenneti olarak Milli park statüsünde korunabiliyorsa bunun nedeni Curt Kosswig ‘nin gayretleridir. Ben görmedim ama belki de Kosswig’in bu katkısını bir anı fotoğrafı ya da heykeliyle Milli Park girişinde ölümsüzleştirmişlerdir.
Manyas Gölü ve çevresindeki yerleşim birimlerinin gelişimi her bakımdan ama özellikle kültürel antropoloji ve sosyoloji anlamında ilginç bir mozaik görüntüsü veriyor. Bölgedeki nüfus hareketleri ve göçler MÖ. 7. Asırda başlıyor. Anadolu’nun kültürel tarihindeki tüm detay bu bölgede de kendini gösteriyor. Manyas ismi de ulusalcı isim takmalardan nasıl oluyor da kurtuluyor anlamak mümkün değil. Tarihsel süreç içinde Manyas isminin gösterdiği gelişim Balıkesir Üniversitesi öğretim üyesi Figen Değirmencioğlu’nun yüksek lisans tezinde şöyle özetleniyor:[4]
- Pemannios,
- Maninos,
- Manias,
- Manyas
Tezde Manyas isminin kaynağı konusunda ikinci bir yaklaşım da var ama bunun bir ulusalcı kurgu olduğunu sanıyorum. Bölgede yaklaşık iki bin yıl süreyle konuşulan diller ve halklar düşünüldüğünde “Maninos”un “Manyas”a dönüşmesi bana daha mantıklı geliyor.
Strabon’un (MS. 1. Yy.) işaret ettiği Delion, Mizya, Frigya, Pergamon idarelerinden sonra Roma imparatorluk döneminde Bitinia eyaleti içinde yer alan Manyas bölgesinin tarih sahnesinde yer almasını gerektirecek önemli bir olayın içinde olmadığı bazı tarihçiler tarafından ileri sürülüyor.
Manyas Gölü ve çevresinin en önemli nüfus hareketleri “93 harbi” olarak bilinen Osmanlı Rus savaşı (1877-1878 ) yılından önce 1774 yıllarında Kafkas göçleriyle başlamıştır. Daha sonra 2. Abdülhamid idaresindeki Osmanlı orduları Balkanlarda ve Kafkasya’da ağır yenilgilere uğramış 281,000 askerinin yarısını kaybetmiştir. 93 (1293 Rumi) Osmanlı Rus savaşının imparatorluk üzerinde ağır bedelleri olmuştur. Günümüzde tarihi belgelere değil de siyasi gerekçelere dayandırılan olaylarla imparatorluk mağdur gösterilmek istenmektedir. İlk etapta yanlış kararlar alarak savaşı önleyemeyen başta 2. Abdülhamid Han olmak üzere, sivil ve askeri bürokrasinin İmparatorluk topraklarının Balkanlar ve Kafkasya başta olmak üzere çok büyük bir bölümü Ayestefanos ve Berlin anlaşmalarıyla kaybedildi.[5] Nedense bu kaybedilen toprakların 2. Abdülhamid tarafından kaybedilmediğini iddia eden bir siyasi akım var. Oysa tarihçi Murat Bardakçı, Abdülhamid’in 33 yıllık saltanat döneminde Osmanlı’nın, Tunus, Mısır, Kıbrıs, Sırbistan, Karadağ ve Romanya olmak üzere 1 milyon 592 bin 806 kilometre kare toprak kaybettiğini söylüyor ve belgeleri gösteriyor. Sultan 2. Abdülhamid’in döneminde kaybedilen topraklar bugünkü Türkiye’nin iki katı olduğu gerçeği ortada dururken tarihsel gerçekleri çarpıtarak 2.Abdülhamid üzerinden ne algısı yaratmak isteniyor acaba?
Ruslarla yapılan savaşlarda ağır kayıplar veren 2. Abdülhamid ordusunun tarihin en büyük yenilgisini alması tesadüf değildir. İki yüz yıldır teknoloji ve demokratik haklar konusunda mesafe alan batılı devletler karşısında durmaya çalışan taassubun ve jurnalciliğin ayyuka çıktığı 2. Abdülhamid diktatörlüğünün hiçbir şansı yoktu. Teknolojisi ve orduları daha üstün Ruslara karşı 1878 yılında Kıbrıs’ı İngilizlere vererek Berlin konferansına İngilizlerin desteğiyle gittiği de belgelerle sabittir. İngilizler yükselen güç Ruslara karşı Osmanlı devletini tampon olarak kullanmış, stratejik hedeflerine ulaşmış Abülhamid ve onun bürokrasisinin ekonomik ve teknolojik olarak kullanamadığı petrol dolu topraklarını ele geçirmişlerdir.
Bu yetmiyormuş gibi 93 harbiyle kaybedilen topraklardan Anadolu’ya fakir fukara halkların göçü başlar. Kafkasya’dan ve Balkanlar’dan akın akın gelen fakir muhacirlerin nerelere yerleştirileceği konusu da bürokrasinin içinden çıkamadığı bir başka konudur. Ayrıca göçler sırasında vefat edenlerin sayılarına da ulaşmak mümkün değildir. Manyas Gölü civarına yerleştirilen muhacirler mecburen kendilerine yeni köyler kurarlar. Tarım ve balıkçılıkla hayatlarını devam ettirmeye çalışırlar. Fukaralık ve hastalıklarla bir çok insan ölür.
Manyas gölü aslında ticari balıkçılığın yapıldığı bir yer değilmiş. Ticari balıkçılığı başlatanların Kafkas göçmenleri olduğu biliniyor.[6] Kapsamlı olarak kaç Don Kazağı’nın bölgeye yerleştiği, nasıl yerleştiği, nereye yerleştiği, hangi ekonomik imkanların kullanıldığına dair bir belgeye rastlamadım.
Belki böyle bir belge vardır belki de yoktur. 30, 000 Don Kazağı’nın Manyas ve Uluabat bölgesindeki köylere yerleştiği söylentisi var ama belgesi yok. Don kazaklarının bölgeye geliş tarihlerinin de çelişkili olduğunu söylemek gerekir.
Benim anladığım kadarıyla 1700 lü yıllarda Çarlık Rusya’sının etnik olarak Don, Terek ve Dinyeper bölgelerinde yaşayan Kazak kökenli gruplarla giriştiği iktidar mücadelesi sonunda merkezi otoriteye yani Çar’a biat etmeyen Kazakların gördükleri baskı sonucunda göç etmeye zorlandıklarıdır. Burada Osmanlı İmparatorluğu bir tampon rolü oynuyor. Osmanlı bürokrasisi Rus Osmanlı ilişkileri çerçevesinde asi Kazaklara destek veriyor. Servet Somuncuoğlu’nun internet platformunda yayınladığı bir özette şöyle anlatıyor:
“Yedi kilise halkı” diye ifade edilen yaklaşık beş bin kişi Osmanlı’nın Kuban ordusuna sığınan “Don Kazakları”, “Nehkrasovcu Kazaklar” diye anılmaya başlanır. Kuban ordusuyla birlikte 1737 yılına kadar Ruslarla savaşan Kazaklar, Osmanlı’nın o coğrafyadan çekilmesiyle bir an için kimsesiz kalacaklarını düşünürler ama devrin padişahı 3.Ahmet, “Ülkemde stediğiniz yere yerleşebilirsiniz” der onlara. Manyas Gölü Çevresinde Kazaklar Özellikle İmparatorluğun son yüzyılında Asya ve Avrupa’dan İstanbul’a yapılan göçler bunu gösterir bize. Nehkrasovcu Kazaklar, yıkım yıllarından çok önce gelirler Osmanlı ülkesine. Kuban’dan yola çıkan grup ikiye ayrılır, bir kısmı o günlerde Osmanlı toprağı olan Romanya’da Köstence civarına yerleşir. Bir kısmı ise 1740 yılında Manyas Gölü civarında kurdukları köye yerleşirler. Nehkrasovcu Kazaklar için gurbette yeni bir yaşam başlamıştır.[7]
Manyas bölgesine yerleşen Don kazaklarının 93 harbinden çok önce o bölgeye geldikleri konusunda en ufak bir şüphe bile yoktur. 1740 yılından itibaren bölgeye bir çok göç yapılmıştır. Bu göçlerle Anadolu’ya bazı araştırmacılara göre dört milyon muhacirin girdiği ileri sürülmektedir. Buna Yunanistan’dan gelen mübadele halkı da dahildir. Bölgede üç yüz yıl kadar yaşayan Kazakların büyük bir bölümü 1962 yılında toplu halde Türkiye’den göç etmişlerdir. Bu göçün nedenleri konusunda da çeşitli rivayetler var. Ortodoks Hıristiyan olan Kazakların dini baskı gördüklerini söyleyenler var, soğuk savaş propagandasına alet olduklarını söyleyenler var, ekonomik ve siyasi olduğunu da söyleyenler yok değil. Gerçeğin ortaya çıkması için çok detaylı araştırma yapılması gerekiyor. Bana göre Manyas ve Uluabat gölleri civarında yer alan köyler sosyoloji ve antropoloji alanında bir laboratuvar görünümünde.
Bugün Manyas Gölü civarında yaşayan etnik gruplar şöyle tanımlanıyor:[8]
- Çerkezler: Haydar, Tepecik, Hacıyakup, Hacıosman, Çavuş, Dereköy, Süleymanlı, Çakırca, Kızıksa, Yeniköy.
- Yörükler: Peynirkuyu, Koçoğlu, Kubaş, Çataltepe, Karakabaağaç
- Manavlar: Çakırca, Süleymanlı, Kulak, Boğazpınar
- Macırlar: Akçaova, Şevketiye, Tepecik, Erecek, Kızıksa
- Gürcüler: Cumhuriyet, Doğancı Türkmenler (Alevi): Kapaklı, Hekimköy, Kalebayır
- Dağıstanlılar: Çamlı, Yaylı, İrşadiye
- Pomaklar: Necip
- Tatarlar: Manyas Merkez
- Lazlar: Hacıibrahimpınar
- Arnavutlar: Kulak, Mürvetler
- Kazaklar: Kocagöl
- Boşnaklar: Merkez
- Türkmenler (Sünni): Merkez, Salur
- Romenler: Manyas Merkez, Kızıksa
Manyas Gölü ve çevresinin etnik yapısını incelemek tarihi coğrafyasını okumak hiç te kolay değil. Burası Bitinia ama hiçbir tarih kitabında sözü geçmiyor. Ulusalcı tarih anlayışı Osmanlı öncesini yok sayıyor neredeyse. İsimleri değiştirerek algı yaratmaya çalışıyorlar. Bugün 20 yaşında olanlar TV de seyrettikleri yalan yanlış propaganda dizilerinden öğreniyorlar geçmişi. Oysa Anadolu’nun 12 000 yıllık tarihinde 20 yıl nedir ki? Bitinia’nın tarifi bile doğru dürüst yapılamıyor.
Tarif etmeye çalışalım: Bitinya (Yunanca Bithinia , Bithinis ), Küçük Asya’nın kuzeybatısında, kuzeyinde Karadeniz, güneyinde Phrygia, Galatia, batısında Propontis, doğusunda Paflagonya ve Galatia’yla sınırlanmış, bugünkü Bursa, Kocaeli, Sakarya, Bilecik, İznik, Düzce, Yalova, Bolu, Kastamonu, Bartın ve Zonguldak illerinin bulunduğu coğrafi alanın, antik çağ ve sonrasındaki adı olup MÖ 2.000 yılın ortalarında Trakya’dan göç eden Bittni adlı kavim tarafından işgal edilmiş ve MÖ 2. yüzyılda bir krallığa dönüşmüşse de, M.Ö 74 yılında Roma İmparatorluğu’nun egemenliği altına giriyor. Strabon’un sözünü ettiği dönem bu dönemdir. Bu bölgede etnik olarak farklı köklerden gelen halkların yaşadığı, zamanın güçlü ordularına asker olarak katıldıkları da bir gerçektir. Savaşcı Bitinya halkları tarih sahnesine değişik adlarla çıkmıştır.
Haydi Bitinyalıları bir kenara bırakalım Roma döneminden kalma kalelerin hangileri günümüze kalabilmiştir.? Kaynak ararken karşımıza komik videolar, makaleler çıkıyor. İncir çekirdeğini doldurmayan bilgilerle klişe sözlerle kükreyen Prof’lar Doçentler komik bile değil. Manyas kuş cennetinin hikayesini anlatıyorlar kendilerince. Milli Park statüsünü onaylatmak için senelerce canla başla mücadele vermiş olan Prof. Curt Kosswig’in adı bile geçmiyor. Yerel yöneticiler ve yerel akademisyenler sanki milli park gökten A klasmanıyla inmiş gibi hala gölün sularının tarım sulaması için kullanılabileceğini, tek noktadan Marmara denizine deşarj edilebileceğinden söz ediyorlar. Bunların bilimsen anladıklarının ne olduğu ciddi bir tartışma konusu. Gölde 266 kuş türü bulunduğundan söz ediliyor ama Manyas Gölü kuşları albümü yok. Faunası yok, balıkların albümü yok. Hiçbir bilgiye ulaşamıyoruz. 1959 yılından bu yana 60 sene geçmiş ama üniversiteler Kosswig’in başlattığı çalışmaya gözle görünür bir katkıda bulunmamışlar. Makalelerini, notlarını tercüme edip yayınlamamışlar. Belediye başkanı, milli parklar yetkilisi açıklamalar yapıyorlar ama verdikleri sayılar birbirini tutmuyor. Bu bir yerde Türkiye’de doğaya ve doğal hayata verilen önemi göstermesinden başka bir şey değil. Eğer üniversitelerde gerçek bilim insanları görev yapsaydı durum çok farklı olurdu.
Gölü besleyen Kocaçay ve Sığırcı derelerinin sularına karışan sanayi ve evsel atık sularının ciddi bir tehdit oluşturduğu biliniyor. Uzmanların tüm uyarılarına rağmen atık suların göl sularına deşarj edilmesi önlenemiyor. Gölün fazla sularının Marmara Denizine taşındığı Karadere de aşırı müsilaj nedeniyle bir zehir kaynağına dönüşmüş durumda.
Gölün daha yakından incelenmesi için bölgede birkaç gün kalmak gerekir. Bir tekne ile gölde dolaşarak gözlem yapmak isterdim. Ama zamanımız yok.
Milli Park içindeki kuş gözlem kulesine çıkıyoruz. Kuş gözlemcileri için yapılmış olan kule 3-4 kişinin aynı anda gözlem yapabilmesine izin veriyor. Bir de para atılarak bakılabilen manzara dürbünü var. Kulenin dışında gözlem yapılacak başka yer yok. Söylendiği gibi ana amaç kuşların rahatsız edilmemesi.
Oysa oraya gelen ailelerin küçük çocuklarının ne amaçla oraya getirdiklerini de anlamak mümkün değil. Çocuklar bir beklenti içinde kuleye tırmanıyorlar ama beklediklerini sanırım bulamıyorlar. Biz kulede fotoğraf çekerken tek çocuklu bir aile merdivenlerde göründü. Çocuk merakla soruyor. Anlaşılan ona kuşları seyretmeye gidiyoruz demişler. Çocuk bu kapalı mekanda sıkılmıştı. Annesinin de sıkıldığı anlaşılıyordu. Bir an önce çocuğunu alıp aşağıya inmek ister gibiydi. Bu sıcağa rağmen siyah pardösüsü ve sıkı sıkıya kapalı başörtüsü vardı. Bizi kaçamak bakışlarla izliyordu. Kocası otuz yaşlarında kirli sakallı hafif tombul biriydi. Belli ki bölge insanı bunlar. Merak edip gelmişler. Çocuk geldi tam karşımda durdu. Meraklı gözlerle beni seyrediyordu. Annesi müdahale edecek oldu. Bizi rahatsız etmediğini söyledim. Çocuk daha 2-3 yaşlarında ama çok meraklı. İnsanlarla sohbet etmeyi sevdiğini söyledi annesi. Belli ki buraya çocukları meraklı olduğu için getirmişler. Çocuk her şeyi uzun uzun inceliyordu. Elimdeki kamerayı tripodu, giysilerimi uzun uzun süzdü. Tek kelime etmiyor. Ellerimi uzattım. Geldi. Koltuk altlarından tutup kaldırdım. Kamerayı ve çektiğim fotoğrafları gösterdim. Gülümsedi. İzleme penceresinden kuşlara baktı, sonra zoomlu fotoğrafa baktı. Yine gülümsedi. Acaba anlamış mıydı? Annesi müdahale etti. Rahatsızlık vermek istemiyordu. Tatlı bir sesle oğluna gitmeleri gerektiğini söyledi. Çocuğu indirdim. Meraklı bakışlarla annesinin elinden tutup yürüdü gitti.
Manyas kuş gözlem kulesini gördükten sonra yolumuza devam ediyoruz.
[1] https://portreler.fisek.org.tr/o-bizlerden-biri-curt-kosswig/
[2] https://listelist.com/curt-kosswig/
[3] https://yenihayat.de/2017/04/11/nazilerden-kacarak-tuerkiyeye-siginmis-olan-alman-bilim-insanlari/
https://www.milliyet.com.tr/gundem/nazilerden-kacan-modali-almanlar-6074550
[4] http://dspace.balikesir.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12462/2458/Figen_De%C4%9Firmencio%C4%9Flu.pdf?sequence=1&isAllowed=y
[5] 1878 Berlin Antlaşması’yla Batum, Ardahan, Kars, Oltu, Kağızman Ruslara, Kotur kazası ve civarı İran’a, Bosna Hersek Avusturya’ya bırakıldı. Bulgaristan önce özerk, sonra bağımsız oldu. Karadağ, Sırbistan ve Romanya bağımsız oldu.
[6] https://www.youtube.com/watch?v=Mmx-UOS68HA
[7] https://www.facebook.com/240901682633832/posts/1682905221766797/
[8] Figen Değirmencioğlu YLT deki bilgiler kullanılmıştır.