Yaşamım boyunca hep aylaklık yapmak istedim. Tembellikle karıştırılmasın. Aylaklık denince benim aklıma özgürce dilediğini yapmak gelir hep. Katı kurallar vardır. Kural koyucular vardır. Gerekçesi tam olarak belli olmayan kural olsun diye konan mantıksız kurallarla yıllarını geçirebilir insan. Okul yılları kurallarla cebelleşmekle geçer. Kimin niçin müfredata koyduğu bilinmeyen ve mantığı anlaşılmayan bir ton bilgiyi ezberlemek zorunda kalırsınız. Kurallara uyarsanız okul yıllarınız çabuk geçer eğer uymazsanız uzar gider.
Aylaklıkla geçen günler hiç bitmesin istiyordum. O kırmızı aşı boyalı iki katlı ağaç evlere bakarken düşünüyorum. Neyi kaçırıyorum ben? Nereden nereye kaçıyorum hep? Orta sınıf basma kalıp yaşamın sıkıcı hapishanesinden kaçmaya çalışıyorum.
Çalışmaya başladıktan sonra ikinci aşamaya geçiyorsun, bankalara borçlanarak o iki katlı evlere girip oturuyorsun. Pub’da tanıştığın sarışın ve sessiz bir kadının yanına taşınmasına izin veriyorsun. Sonra onun doğuracağı çocukları severek , onulmaz bir hüznün üzerine kapanmasına itiraz etmeden teslim oluyorsun. Etrafında gördüğün düzene teslim oluyorsun.
Sorumlulukları paylaşmayı öğreniyorsun. Çocuk doğurduğu için o belediyeden maaş alabiliyor. Cuma ve cumartesi akşamları çocuklara sen bakıyorsun, o arkadaşlarıyla dışarı kafa dağıtmaya çıkıyor. Belki de arkadaşlarıyla gittikleri kulüpte birileriyle, hoşuna giden erkeklerle flört ediyor. Dahası o gece biriyle sırf canı istedi diye yatıyor. Bunları senin hoş karşılaman gerekiyor. Nihayetinde o senin kölen değil. Sen de onun kölesi değilsin. Şartlar eşit.
Bu orta sınıf İsveçli yaşam standardı seni sıkıyor. Bu ülkeye hayal kurarak gelen bir yabancı olarak çıkış yolun çok fazla değil aslında. Kimine göre bu yaşam çok cazip. Kimine göre de altın kafes. Kan ve barut kokusundan kaçan, iş bulamayıp sefalet içinde yaşayan aç yığınlar için bir cennet burası. İş olanağı, bol yiyecek ve giyecek, özgür cinsel yaşam ve ötesi. Bir ev, bir araba ve on sene durmaksızın çalışırsan bir tekne. Sarışın, güzel, bağımsız ve sessiz bir kadın. Sana açılan bu kapıdan geçip içeriye o kapıdan o cennete gireceksin. Ama elmayı yemeyeceksin, toplumun ortak değer yargılarına yönelik eleştirilerde bulunmayacaksın. Ama eğer eleştirmek istiyorsan da ustu rubuyla yapabilirsin. Senin sözlerini dinleyecekler ama, eğer sen sana tanınan bu haklar için minnettarlık duymuyorsan o vakit o tuhaf bakışlara ve dudak bükmelere katlanmak zorundasın.
İşte orada İkea’dan aldığımız yatakta kaç aydır yan yana yatıyoruz. Sen aşı boyalı bir evi ve o orta sınıf yaşamı düşünüyorsun, bense o yaşamın ne kadar sıkıcı olduğunu. Düşündükçe boğulduğumu hissediyorum. Sen hiç bir şeyin farkında değilsin. Kültürel farklılıklar üzerine bir şeyler söylüyorsun. Ertesi gün eşyalarını toplayıp evi terk ediyorsun. Arkanda ağlayan sarışın ve güzel bir kadın ve onunla yaşayacağın geleceği bırakıyorsun.
Malmö’de trene kalabalık bir grup yolcu biniyor. Benim olduğum kompartmana da birileri biniyor. O sakin ve huzurlu tren yolculuğu da daha farklı bir aşamaya geçiyor. Orta yaşlı bir kadın, kocasının onu terk edip Kopenhag’a kaçtığından söz ediyor. Onu dinleyen yaşlı çift nezaketle başlarını sallıyorlar. Kadın anlatırken kaçamak gözlerle bana da tastık etmem için bakıyor. Çaresiz ben de başımı sallıyorum. Onun hikayesine ortak oluyorum. Yaşlı çift sorular sorup onu daha da anlatmaya teşvik ediyor. Para durumunu soruyorlar. Geçimlerini nasıl sağladıklarını falan bir çırpıda sorup öğrenmek istiyorlar.
“Parası var mı kocanızın? “
“Nasıl geçiniyorsunuz? “
“Çoluk çocuk var mı?”
“Nerede oturuyorsunuz?”
Kadın sabırla cevap veriyor. Hiç bir detayı atlamadan uzun uzun anlatıyor.
“Malmö’de oturuyoruz.”
“ O her zaman para bulur.”
“Ne de olsa denizci.”
“-Bir seyahate çıktı mı, bir ay onu göremezsin. On dört yaşında çıkmış denize. Çıkış o çıkış. Bir fabrikada çalışmasını isterdim. O zaman her akşam eve gelirdi. Volvo’dan teklif almıştı bir zamanlar. Ona iş vereceklerdi. İstemedi. İçince hemen kavga çıkarır. Onunla kimse baş edemez. Asidir. Başına buyruk işte. Çeker gider. Hiç haber vermez. Sen de öyle bekler durursun.
Hapse girdi bir keresinde. Para çalmış dediler. Bilmiyorum. Belki de doğrudur. Bana para vermezdi. Ben kendi paramı kendim kazanmak zorundaydım. Her işi yaptım. Onun parasına ihtiyacım yok. Ama ne de olsa kocam işte.”
“-Kopenhag’da en iyisi siz polise gidin. Onlar her şeyi bilirler.” diyor yaşlı adam.
Tam o sırada kondüktör bir hışımla kapıyı açıp içeri giriyor..
“Biletlerrrrrrrrrrrrr.”
Biletimi çıkarıp uzatıyorum. Benim biletli yolcu olmam onu hayli şaşırtıyor olmalı ki bir an elimdeki bilete hayretle bakıyor. Yaşlı çift biraz gecikmeyle biletleri koydukları yerden çıkarıp uzatıyorlar. Sıra denizcinin karısına geliyor.
“Sizin biletiniz bayan?” diye sert bir sesle soruyor. İşi başından aşkın insanların bıkkın ses tonuyla konuşuyor.
“Biletim yok. Almadım.” Diyor kadın gururla başını kaldırarak.
Kondüktörün yüzü çamurdan bir maske halini alıyor:
“Yasso Du… Almadın demek.. ”
“Almadım. Almak da istemiyorum. “ diyor kadın cesaretle.
Yaşlı çift bu konuşmadan son derece rahatsız.
“Biz size bilet alalım ister misiniz? “ diye soruyor yaşlı adam.
İşte diye düşünüyorum. Protestan ahlakı denen şey bu olsa gerek.
Kadın hiç oralı bile değil.
“İstemiyorum. Bu salak kondüktör ne istiyorsa onu yapsın. “ diyor gülerek.
“Kondüktör hiç gülmüyor artık. ‘r’ harflerinin vurgusu birden değişiyor. Danca konuşmaya başlıyor. Hiç bir şey anlamıyoruz. Danlar bizi anlıyor ama biz onları anlamıyoruz. Ciddi bir prosodi farklılığı var iki lisan arasında. Ama kadın anlıyor.
“Çok aptalsın memur bey, çok aptalsın..” diyor.
“Nee. Bana aptal mı diyorsun?”
“Evet. Hem de koyu şapşalın birisin sen..”
“Bakın bayan. Benimle bir devlet memuruyla böyle konuşamazsınız. “
“Konuşuyorum işte. Varsa yapacağın bir şey yap da görelim.“
Kondüktör homurdanarak çıkıp gidiyor. Yaşlı çift bu işten çok rahatsız olmuşa benziyor. Bir şeyler yapmam için bana bakıyorlar. Ben ne yapabilirim ki? Ellerimi iki yana açıp bir şey yapamayacağımı ifade etmeye çalışıyorum.
Az sonra kondüktör yanında başka bir kondüktörle geliyor. Parmağıyla denizcinin karısını gösteriyor.
“İşte biletsiz yolcu” diyor. Yanında getirdiği daha rütbeli bir olduğu anlaşılan memur gürler gibi bir sesle Danca bağırıyor.
“Biletsiz seyahat etmek suçtur bayan. Ceza ödeyeceksiniz. Hüviyetiniz lütfen.”
“Benim biletim var.” Diyor kadın bu kez.
Bu kez hep birlikte şaşırıyoruz. Gemicinin karısı neşeli bir kahkaha patlatıyor.
“Ne kadar aptalsınız. Biletsiz tirene binecek kadar zavallı mı görünüyorum ben? “ diye kondüktöre doğru biletini sallıyor. Kondüktör kıpkırmızı oluyor.
“Ama şefim ben zannettim ki…” diye kekeliyor.
“Bayan verin bakalım şu bileti.” Diye kadına doğru bir adım atıyor.
Kadın bileti veriyor. Bir yandan da kondüktöre göz kırpıyor.
“Memur bey bu sizin arkadaşınız bana blow job yaparsam biletsiz gidebileceğimi söyledi” dedi.
Bu kadarı da fazlaydı. Zavallı adamın kariyerini bitirmeye çalışıyordu.
“Doğru mu bu? “ diye kondüktöre döndü.
“Şefim hiç öyle şey olur mu? Sizi buraya ben çağırdım değil mi? Hem buradakilere soralım. Onlar da duydu mu? “ diye büyük bir umutla bize dönüyor. Yaşlı çift birbirlerine bakıyorlar. Birden onların da bu oyuna dahil olmak istediklerini anlıyorum. İsveçlilerle Danlar arasında tarihi bir husumet vardı. Her fırsatta bu kin ortalığa saçılıyordu. Denizcinin karısı bu durumdan çok memnundu. Yaşlı kadın konuştu.
“Memur bey biz bu konuya karışmak istemiyoruz. Lütfen bizi zorlamayın. İşte ortada bir yanlış anlaşılma var. Böyle kapatın bu konuyu işte… “ dedi.. Kocası da başını sallayarak onu tasdik etti. Şef bu kez bana döndü: İngilizce olarak sordu.
“Siz bayım siz bir şey duydunuz mu? “
Kondüktörün faşist tavırlarından ben de hoşlanmamıştım. Nazik davranmıyordu.
“No comprendo ” dedim.
Oysa kondüktörle biletimi kontrol ederken İsveççe konuşmuştum. Durum git gide komik bir hal alıyordu. Denizcinin karısı da fırsatı kaçırmadı.
“Gördünüz mü? Non Comprendo dedi . Artık gitseniz iyi olur. Gerekli disiplin cezasını da bu ahlaksız adama vermenizi talep ediyorum” dedi.
Memurlar gittikten sonra denizcinin karısı çantasından bir şişe çıkardı.
“ Şimdi artık bir yudum “akvavit”[1] içeriz değil mi? “ dedi.
İsveç rakısı. Daha önce bir kaç kez içmiştim. Çok sert bir içki. Hemen şişe elden ele dolaşmaya başladı. Küçük yudumlar alıyordum. Yaşlı çift hemen kafayı buldu. Şarkılar söylemeye başladılar. Denizcinin karısı da şarkılara katıldı. Bu bir tür kutlama oldu. Eğlenceli bir oyun oynanmıştı. Danimarkalı kondüktör çok bozum olmuştu. Eğlenmeye ihtiyacımız vardı. Denizcinin karısı anlaşıldığı kadarıyla bu oyunu ilk kez oynamıyordu. Kocasının vakti kısıtlı olduğu için o gidiyordu onu görmeye. Avrupa’nın hemen hemen her liman kentine hiç üşenmeden gidiyordu. Kopenhag, Marsilya, Hamburg, Roterdam… Anlattı da anlattı kadın. İlk zamanlarda sessizce yolculuk etmiş, sonra kendine bu eğlenceyi bulmuş. Tren hızla ilerliyordu. İçkinin de tesiriyle gözlerim kapanmaya başladı. Denizcini karısı hala anlatıyordu. Onun anlattıkları ninni gibi geliyordu kulağıma…
Uyumuşum….
Uykuyla uyanıklık arasında mırıltılar duyuyorum. İsveççe, Danca ve Almanca birbirine karışıyor. Tren duruyor. Feribota biniyoruz. Alman gümrükçüler sert adımlarla ve tok sesleriyle kontrolü ele alıyorlar. İkinci savaştan bu yana kırk sene geçmesine karşın izlediğim filmlerden mi nedir, hala “gestapo” görmüş gibi oluyorum. Beynimiz yıkanmış her halde. Oysa gümrük memurları görevlerini yapıyorlar. Almanca dilinin özelliği ve disiplinli bir toplumun görev bilinci olan memurları. Trenle seyahatin en güzel yanı da bu. Her türlü insanla karşılaşıyorsunuz. Bir kamera gibi oturup her şeyi algılıyorsunuz. Hoşunuza gitse de gitmese de etrafınızda her şey değişiyor: Manzara, insanlar, lisan, yiyecekler, içecekler, tavırlar, sıcaklık, ışık. En önemlisi de siz de değişiyor başka biri oluyorsunuz. Bir aylak.
[1] Akvavit’le ilk tanışmamız İsveç’e geldiğimin ilk ayında gerçekleşti. Çürümüş sardalya ( Surströmming ) festivalinde ağzımdaki iğrenç kokuyu gidermek için üst üste içtiğim içki oydu. Alışık olmayan mideler için çürümüş balık tam bir tecrübe. Konserve kutusu açıldığı zaman ortaya çıkan koku inanılır gibi değil. Kuzey İsveç bütün bu fakir geleneklerin merkezi, binlerce yıl karlarla kaplı karanlık topraklarda yiyecek bulmak için mücadele veren insanların geliştirdiği menü: çürümüş balık ya da et , bitki kökü, ağaç kabuğu….