Okuyucu için zor olan felsefelerden biriyle karşı karşıyayız.
Muazzam etkisine ve felsefi gücüne rağmen, Kant’ın özellikle üç eleştirisini –Saf Aklın Eleştirisi, Pratik Aklın Eleştirisi, Yargıgücünün Eleştirisi– okumak, olağan, sokaktaki okuyucu için son derecede zordur. Bu bakımdan Spinoza gibi birinden uzaklaşarak, Leibniz’e yaklaşır. İmanlı bir Protestan olarak Kant’ın eseri bir Kuzey sisi içine gömülmüş gibidir. Bu son derecede kasvetli atmosfer, yine de, düşünceleri doğru dürüst izlendiğinde ve sonuçlarına varıldığında, sisler dağılır ve altta yatan o muhteşem bina, Kant’ın sistemi, bütün haşmetiyle gün ışığına çıkar. Bu sistem bir “eleştiri” olmayı öneriyor. Bu durum, o ana dek filozofların pek alışık olmadıkları bir haldir –filozoflar birbirlerini hep eleştirdiler, çürütüp durdular, ama Kant’a dek kimse, “çağımız bir eleştiri çağıdır” gibisinden, evrenselliğe işaret eden herhangi bir söz etmemişti. İlk kez bir felsefe sistemi, kendisini topyekün bir “eleştiri” olarak sunmaya yeltenmektedir. Bu durumun, modern toplumların dünyanın Avrupa denen kıtasında ortaya çıkışıyla bağıntısı tartışılabilir; Bu toplumlar, bütün ötekilerden ve kendi geçmişlerinden, aşırı hareketli olmalarıyla, hukuksal ve toplumsal düzenlerini yıkıp yeniden inşa etmeyi asla bırakmamalarıyla, üstelik bunu, başka toplumlarda, sözgelimi Antik Yunan’da yer almayan bir kudret, yani Akıl adına yapmalarıyla ayırdedilirler. Bu yıkıcılıktan yayılan budalalık ve şanssızlıklar zinciri, özellikle din savaşlarının yaygınlaştığı yüzyıllarda, yoksulluğun başedilemez hale geldiği dönemlerde özellikle göze çarpıyor. Kant’tan önce 17. Yüzyıl filozoflarının “eski düşünme biçimlerini” yıkıp tuzla buz ettikleri söylenebilir. Ama bu yarım bir portredir. Kant’a gelinceye dek, Descartes’ın, Spinoza’nın ve Leibniz’in “sistem”leri modern felsefenin Kant’la birlikte yeniden yola düzülmesini sağlayacak incelikli araçları büyük bir yetkinlikle ürettiler. Yine Kant’a gelinceye dek, özellikle Anglo-Sakson ampiristlerinin elinde, “dogmatik” düşünce biçimleri derin sarsıntılar geçirdiler. Akıl pek o kadar güvende değildi –kötüye kullanılabilirdi her zaman. Filozofların seçtikleri ilk yolun “akla güvensizlik” ya da “akıldışına kaçış” olmaması bilhassa manidardır. Onyedinci ve Onsekizinci yüzyılların bu özgüveni, klasik karakterlidir ve büyük bir felsefi uğraşıya malolmuştur. Onyedinci yüzyıl, aklı boyunduruğu altında bulunduğu bir dizi baskıdan özgürleştirmek kaygısını taşıyordu –Descartes’da “kuşkular”, Spinoza’da “dogmatizm ve din”… Onsekizinci yüzyıla geldiğimizde Kant, aklı korumak uğruna büyük çabasına kalkıştığı zaman, –bunu gerçek anlamında, yani birinin aklını başında tutabilmek uğruna girişmek zorunda olduğu gerçek, somut mücadeleyi anlayın– modernliğin eşiğine gelmiş bir dünyanın koşullarını buldu karşısında: Aydınlanmış Despot’un döneminden Devrimler Çağı’na geçiliyor gibiydi. İşte Kant, aklı korumanın ve varlığını sürdürmesini sağlamanın yeni araçlara –kuşkusuz felsefi araçlar bunlar– kavuşturulmaksızın başarılamayacağını anlayan ilk kişi oldu. Aşağıda, aklı korumak ve kurda kuşa yem etmemek uğruna, başarılarıyla başarısızlıklarıyla, iyilikleriyle kötülükleriyle, bir filozofun hangi yolları takip etmiş olduğuna, hangi kavramsal araçları nasıl üretmiş olduğuna bir göz atmaya çalışacağız.
İyi bir Protestan olarak Kant, Onyedinci yüzyılın üç büyük akılcı düşünürünün, Descartes, Spinoza ve Leibniz üçlüsünün sunduklarını tümüyle kabul edemezdi. Spinoza dinin de aklın yanında korunması yolunda sarfettiği büyük çabalar söz konusu olsa bile, bir Protestanı asla rahatlatmayacak, tehlikeli bir felsefi sistem kurmuştu. Spinoza’nın meydan okuyuşu karşısında Descartes felsefesi, “cogito”su dışında çoktan sulara gömülmüştü ve Leibniz’in Spinoza’dan kurtulmak uğruna bahşettiği Théodicée, Tanrı Övgüsü, pek de inandırıcı gelmiyordu artık. İngiliz ampiristleri ise, Kant’ın Hume konusunda bizzat dile getirdiği gibi, onu “dogmatik uykusundan uyandırmış” olsalar bile, aklın korunması açısından yine oldukça tehlikeli düşüncelere sahiptiler. Yeni bir felsefi sistem kurma fikrinin Kant gibi bir düşünüre ne zaman geldiğini, hatta gerçek anlamda gelip gelmediğini bilmiyorum –ama yeni, modern bir felsefe sisteminin inşa edilmesinin tam zamanında yaşadığı ve bunu gerçekleştirdiği anlaşılıyor. Kant’tan sonra herkes, bir anlamda hep Kantçıdır.
“Eleştiri Felsefesi” düşüncesi, her şeyden önce, “sistem felsefesi” fikrini dışlamaz –Kant’ın “eleştirisi” tam anlamıyla, en az Spinoza’nınki kadar “sistem felsefesi”dir. Yalnızca “sistemlerin eleştirilmesi”nin söz konusu olabildiği günümüzde, sistem kurma faaliyetini bir tarafa bırakmış olanların kulağına bunun fısıldanması gerekir. Ama her durumda, Spinoza’nın “sistem”i “hukuki” terimlerden dikkatle kaçınan, doğal karakterli bir sistemdir. Hiç kimse Spinoza kadar, “hukuki” terimlere güvensizlik duymamış, hukuksal otoriteye onun kadar sert saldırılar yöneltmemişti. Kant’ta ise, aksine, “hukuki” terimlerin aşırı bolluğu göze çarpar: Akıl bir yönetici, bir hakim gibi olmalı, yargılamalı, yargısını uygulamaya koymalı, otoritesini gerçekçi bir biçimde tesis etmelidir. Böylece Kant yalnızca kendi kavramlarının değil, bahsettiği herşeyin başına bir “yargıç” dikecektir. Kant felsefesinin temel özelliği, varlığı hukuki terimler dahilinde ne kadar düşünülebilirse o kadar, düşünmeye çabalamaktır. Buna karşın, Kant’ın Hegel gibi bir “hukuk felsefesi” oluşturmak için aşırı çaba göstermemesi anlaşılabilir. Kurduğu mahkemeler, Hegel’in “hukuk”undan farklı yerlere, Devlet’e değil, üniversitelere, sivil, yani burjuva topluma değil kavramlar dünyasına dikileceklerdir.
Peki Akıl söz konusu olduğunda, onu kim yargılayacaktır? Aklı kim yargılamaya yetkilidir? Dogmatikler, Kant’a göre, Aklı yargılamaya bir Kilise öğretisini, dogmasını, ya da akıldışı bir otoriteyi çağırmaları yüzünden, geçersiz ve yetkisiz mahkemeler kurmakta ve insanları haksız yere mahküm etmektedirler. Ampiristler de yine aklın dışındaki bir otoriteyi, deney verilerini, Doğayı ya da başka bir şeyi yargıç kisvesiyle işe koşmaktadırlar. Bilmedikleri, önce “öznenin”, yani Aklın bizzat kendini yargılaması gerektiğidir. Kant’ın bu düşüncesinin modern hukukun biçimsel bir ilkesine tamı tamına tekabül ettiğini not etmek gerekiyor: Yargılanan özne, cezaya ya da ödüle layık olabilmek için, önce kendi kendini yargılayabilir konumda olmalıdır –aklı başında olmalıdır, deli olmamalıdır, ergin olmalıdır vesaire… Aklı dış deneysel bir dünya, ya da bir dogma yargılamaya kalkışabilir elbette –ama Kant artık Aklın önce kendi kendini yargılayabilecek, dolayısıyla kendini yargılayacak yasaları imal edecek bir güç haline gelmesini istemektedir. Akıl bir “yasakoyucu” olmalıdır.
Aklın “yasalar koyması” ne demektir? Her şeyden önce, Kant felsefesi Aklın “yasakoyucu” olduğu, kendi kendini yargılama gücüne ve otoritesine kavuşturulacağı bir felsefedir. Akla kimse herhangi bir şey buyuracak yetkiye sahip değildir. Sözgelimi Spinoza, doğanın ya da Tanrı’nın buyruklarının insanların birbirlerine verdikleri buyruklardan bambaşka türden olduğu yolundaki düşüncsinde sonuna kadar haklıdır. Ama Kant’la birlikte, ilk bakışta tuhaf gelebilecek bir düşünce sahneye girer: Kendi kendini yargılamaya girişmeden önce, kendine “yasalar koymak” gerekir –bu yasakoyucu dışarıdan, Aklın dışından getirilemez: Doğa veremez bu yasaları, çünkü, sözgelimi doğa açısından, çocuk yapabilecek yaşa geldiğimde “ergenleşirim” ama Aklın “erginleşmesi” için, ya da başka bir deyişle, insanların beni hukuken “ergin” addetmeye başlaması için, yani kendi hakkımda yargıda bulunmaya “yetkin” hale gelmek için daha on fırın ekmek yemem gerekir. Doğa ile Kültür arasındaki Antik Yunan’dan beri varolan ayrım (nomos’a karşı phusis) Kant ile birlikte çok güçlü bir yapıya kavuşuyor. Böyle bir yasayı Tanrı’nın da koymadığını, onun yasalarının “zorunluluklar”ın dilinden telaffuz edildiğini, dolayısıyla “özgürlüğün” Tanrı yasaları karşısında söz konusu olamayacağını Spinoza’dan beri zaten biliyoruz. Deney de bu yasayı koyamaz, çünkü Hume’ün gösterdiği gibi, salt bir alışkanlıklar zincirine gönderme yapmaktadır –insanın “akıllı” hayatı, orada tam bir uzlaşımlar ve alışkanlıklar silsilesidir ve bütün bunların hiçbir garantisi, hiçbir kesinliği yoktur. Öyleyse Tanrı’nın bahşettiği Akıl, bu yasayı kendi başına koymak zorundadır. Kendini yargılayacak olan yine kendisidir.
Hep “yetkin” olmaktan, “yetkili” olmaktan bahsedip duruyoruz. Kant felsefesi bizi hep bu türden hukuki terimlerle konuşmaya zorlamaktadır. Oysa, yukarıda söylediğimiz gibi, Kant o kadar da “hukuksever” birisi değildir. Hukuki meseleleri İngilizlerin deyimiyle case by case, yani olguların somutu içinde ele almayı daha çok sevebilecek biridir.
ULUS BAKER