Issızlığın ortası neresi diye sık sık düşündüğüm olur. “Dağlarda, özgür hisseder insan kendini.” der T.S. Eliot ” The Wasteland” adlı uzun şiirinde. (Çorak Ülke diye çevrildi. Çorak sıfatı kullanılıyor. Susuz anlamında. İngilizcedeki anlamı karşılıyor mu? Emin değilim. ) Kâhin Sibylla tanrılar tarafından sonsuz hayatla ödüllendirilmiş ama yaşlanmaya devam etmiştir. Gelecekten haber veren Apollon rahibesi Sibylla bu coğrafyada binlerce yıldır kehanetlerde bulunuyor. Cam bir kavanozda yaşıyor ama dünyaya bakıp ölümü özlüyor. Aslında Sibylla, “Magna Mater” yani “Ana Tanrıça” kültünün en önemli figürüdür. Kybele olarak biliniyor Frigya’da. Binlerce yıldır yapılan kehanetlerin kaydedildiği kitaplara da “Sibylla Kitapları” adı verilir.
T.S. Eliot şöyle devam eder: “Ey insanoğlu, Bunu bilemez, sezemezsin, çünkü bildiğin yalnız, Bir kırık putlar yığınıdır ki güneşte kavrulur, Ve ona ne ölü ağaç gölge, ne cırcır böceği erinç, Ne de kuru taş su sesi verir.”
Şehir hayatı da kırık putlarla doludur. Eskiden olduğu gibi yıllar süren putlaştırma dönemleri artık geride kaldı. Her yıl şehirliler bir put yapıyor, eski putu da kırıyor. Şehirlerdeki hayat bir esir hayatına dönüştü artık. Doğadan uzakta para ve güç için çoğunluğun sırf kendi menfaatlerini korumak için kırk takla atıp kişiliklerini bir bukalemun gibi değiştirdikleri yerlerdir şehirler. En iyi evde oturmak, en iyi eşyaları almak, en iyi giysileri giymek, en iyi otomobile binmek, en iyi yiyecekleri yemek , en ünlü ve güçlü kişilerin arkadaşı olmak için ödün verdikleri günler haftalar boyunca yitirdiklerini hiç bir zaman bilemeyecekler. Geriye dönüş yok çünkü. Son yirmi yılda tüm köyler boşaldı. Köylerde yaşayanlar şehirlerin varoşlarına yerleştiler. Yaşamlarında bir iyileşme oldu mu? Olmadı. Tam tersine bir çok şeyi yitirdiler. En başta özgürlüklerini yitirdiler. Şehir hayatının değer yargılarına esir düştüler. Artık üretmiyorlar. Tüketici oldular. Paradigma değişimi mi gerçekleşti? Hayır aslında kafa yapıları hiç değişmedi. Şehir hayatında en iyileri görünce daha da öfkelendiler. Bukalemun renk değiştirdi. “Ali’nin külahını Veli’ye” okulunda öğrendiler. Çizgi dışına çıkanların nasıl cezalandırıldığını gördüler. Bir karabasan gelip elini göğüslerinin üzerine bastırmaya başladı. Her geçen gün baskı artıyor. Varoşlarda yaşayan ‘lümpen’ lere dönüştüklerinin farkında değiller.
İşte ıssızlığın ortası orasıdır.
Dağlardır.
Bomboş, kimsenin uğramadığı bir yer midir ıssızlığın ortası, yoksa insanın kaçıp saklandığın bir süre olsa da ruhunu dinlendiren bir yer midir?
Bu pazar günü Davraz dağı’nın (2637 m.) eteklerinde kar yürüyüşü yapıyoruz. Kayak tesisinin bulunduğu yere sabah erken saatlerde varıyoruz. Henüz o insanı yoran lümpen kalabalık ortada yok. Öğle saatlerinde geliyorlar. Otoparkın büyük bir kısmı boş. Sakin bir köşeye aracımızı park edip yürüyüş hazırlığımızı yapıyoruz. Grubun yarısı kayak için gelmiş. Bu yıl kar kalınlıkları mevsim normallerinin üzerinde. Hava durumu fotoğraf açısından hiç de iç açıcı görünmüyor. Koyu renkli bulutlar, pus ve poyraz karşılıyor bizi. Hissedilen sıcaklık eksilerde olmalı.
“Kötü hava yoktur, kötü ekipman vardır.” derler, doğrudur. Kar botları su geçirmez olmalı. Ben karda Dolomite, Tofana, GTX botlarımı giyiyorum. Bir gece önce de spreyle takviye ediyorum. Sonra tozluk şart. Özellikle karlı ve çamur zeminlerde tozluk büyük bir avantaj. İçi muflonlu kışlık pantolon ve uzun kollu kışlık üst içlik. Kar maskesi de gerekiyor. Özellikle soğuk esen rüzgarda maske takılmaz ise yüz felci riski var. Kıyafeti tamamlayan en az 2 tercihan 3 faktörlü güneş gözlüğü, su ve rüzgar geçirmez üst katman, kışlık eldiven. Bu ekipmanla kış mevsiminde her yere gitmek mümkün. Terlemelere karşı yedek kıyafet bulundurmak da benim her zaman dikkat ettiğim bir tedbirdir.
Güçlü poyraz altında kayak tesisinden uzaklaşıp kuzey-doğu yönündeki tepelere yöneliyoruz. Dik bir rampayı teknik tırmanışla çıkıyoruz. Rehberimiz kazmayla basamak yerleri açıyor, biz de bu basamaklara basarak ağır ağır yükseliyoruz. Son derece meşakkatli bir iş kazmayı kullanan için. Bir basamağı sert karlı zeminde kazmayla açmak en az bir iki dakika alıyor. Saatler sürmüş gibi gelen tırmanıştan sonra tepeye varıyoruz. 1750 metredeyiz artık. Aşağıda Eğirdir gölüne kadar uzanan kar kaplı geniş bir vadiyi kuş bakışı görüyoruz. Poyraz güçleniyor. Anamas dağlarının üzerinden gelen soğuk havayı bize kadar taşıyor. Kayak merkezinin curcunasından uzakta sadece poyrazın ve adımlarımızın kar üzerinde çıkardığı sesten başka ıssızlığın ortasındayız. Kar bütün yamaçları örtmüş. Yer yer iki metreye varan kalın kar tabakası donmuş, sertleşmiş. Yürümek için ideal bir zemin. Arada ayaklar kar çukurlarına batmıyor değil. Bu da kar yürüyüşünün cilvesi. Dalları donmuş ardıç ağaçları bu ıssızlığın ortasında bizimle sanki konuşmak ister gibi buzlanmış dallarını sallıyorlar. Kar her şeyi örtüyor. Güzellikleri de çirkinlikleri de. Böylesi daha iyi. Bu beyaz örtü her şeyi gizliyor. Geriye ne mi kalıyor? Issızlık.
Fotoğraf : Cemal Ertugay
Davraz Dağı’nın solumuza alıp vadinin içinden geçiyoruz. Sislerin arasından görünen yamaçlarda tek tük ardıç ağaçları görünüyor. Burada bu sert doğa şartlarında tek başınasınız. Buraya çürümüş ilişkiler, çürümüş değer yargıları, çürümüş egolar gelse bile ortam farklı. Geçerli kur da farklı. Şöhret ve güç temalı şarkılar burada duyulmuyor. İnsanın yaşama sevincini azaltan kaba güç ve hak edilmemiş statüler de geçerli değil. Bu beyaz örtüde sadece kurtların ayak izleri var. Tek başına avlanan iri bir kurdun ayak izleri. İzler o kadar belirgin ki. Belli ki kurt bir gece önce buralarda avlanmış. Akla en yakın gelen ihtimal de kayak merkezindeki otellerin yiyecek artıklarının peşinde olması. Kurtlar artık yaban hayatını yaşayamıyor. Çöplüklerdeki yiyecek atıklarıyla yaşamlarını sürdürüyorlar.
Kurdun ayak izlerine bakarken Moğollar’ın şarkısının sözleri aklıma geliyor: 2 Temmuz 1993 yılında Madımak’da otelde gece uyurken Radikal Sünni İslamcılar tarafından çıkarılan yangında yanarak ölen 33 Alevi yazar ve şair için besteledikleri şarkı: Issızlığın ortasında.
“çığlık kalleş, sessizlik mi dost
ateş ve duman, hain düşman
ıssızlığın ortasında
ıssızlığın ortasında”
Kötülük bu beyaz örtünün altında kaldı şimdi. Ama kötülükler ve kötüler hiç unutulmuyor.
Bu ıssız coğrafyada sadece avlanan kurdun izleri var. Sessizlik ve berraklık ruhları dinlendiriyor. Kötülüklerden uzakta olduğunu biliyorsun.
Poyraz şiddetini artırıyor. Sis poyrazla gelip hızla üstümüze iniyor. Görüş mesafemiz daralıyor. Sisler içinde kaybolmak da değişik bir duygu . On metre önünde yürüyeni göremiyorsun. Sis kesif bir hal alınca rehber dönüşe geçiyor. Risk almak istemiyor. Haklı da. Her zaman güneşli hava olacak değil ya. Telefonumdaki GPS verilerine bakıyorum. Kayak merkezine çok uzak değiliz. Zaten Davraz Dağı’nın eteklerinde bir çember çiziyoruz. Dönüş yolunda bu güzel yürüyüşün bitişine hayıflanıyorum. Kurdun ayak izlerini takip ederek iniyoruz tepeden. Bu akıllı hayvan nerede yürüneceğini çok iyi biliyor. Bir dere yatağına inerek poyrazdan kurtuluyoruz. “Kurt kış mevsiminde yediği ayazı unutmazmış”, deyişi aklıma geliyor. Halk arasında soğuk esen rüzgara ayaz deniyor. Poyraza ayaz deniyor olabilir mi? Kurtlar dünyanın her yerinde ekosistem için çok önemli. Bilinçsiz avcıların öldürdüğü her kurt doğaya ciddi zararlar veriyor. Nasıl mı? Aşağıdaki linkte “Yellow Stone” milli parkının Kanada’dan ithal edilen 14 kurtla nasıl değiştiği anlatılıyor. Meraklı olan ve İngilizce bilen lütfen tıklasın.
https://weloveanimals.me/released-14-wolves-park-no-one-prepared-unbelievable-nature11/
Bir süre günlük olaylardan uzaklaşmak dinlendiriyor insanı. Artık her geçen gün kötü şeyler oluyor. Siyasallaşan Türkiye’de paraya ve güce tapan lümpenler her yerde karşınıza çıkıyor. Uygar dünyanın değer yargılarıyla değil güç odaklarına göre hareket ediyorlar. Doğru olan şeyi değil empoze edileni yapıyorlar. Şiddet kullanıyorlar. En ufak eleştiriye bile tahammülleri yok. Doğaya saygıları da yok.
Maalesef yürüyüşümüzü lümpenlerin arabalarıyla gelip mangallarını kurdukları bizim aracımızın da bulunduğu otoparkta sonlandırmak zorundayız. Otopark değil de sanki mangalcılar çarşısı. Kuyruk yağı ve sucuk kokularını soluyarak etrafa attıkları çöplerin arasından geçip aracımıza geliyoruz. Bu eğitimsiz yığın her şeyi kırıp dökerek ve kirleterek tıkınıp duruyor. Neden kayak merkezinde mangal yaparlar anlamak mümkün değil. Bu insanları beş dakika görmek bile moralimin bozulmasına yetiyor. Nasıl bir kıskacın içinde olduğumu daha iyi anlıyorum. Bu sayıları giderek artan nobran kalabalık kısa sürede tüm yaşam alanlarını kapatacak gibi görünüyor. Tüm yaşamım boyunca gördüğüm bu insanlar hep yanlış tercihlerde bulunarak şiddeti çağırıyorlar. Şiddet tekelini elinde tutan güçler de bizi ıssızlığın ortasına doğru itiyor.
Nazım Hikmet’in yıllar önce ülkede şiddet tekelini savunan ve putlaştırmaya çalışan Peyami Safa için yazdığı bir şiirden aklımda kalan mısralar bu lümpen kalabalığı için de geçerli.
“…….bir düşün ki son defa
anlayabilesin:
Sen bu kavgada
bir nokta bile değil
bir küçük eğri virgül
bir zavallı vesilesin……”
Not:
Fotoğraflar: Yukarıdan aşağıya sırasıyla Bülent Özkan, Cemal Ertugay ve Yavuz Çekirge