web analytics

“Hartog’a göre tarihçi, historíê sayesinde bilgi mekanı kurmak zorunda kalır. Bu bilgi mekanı aracılığıyla ise tarihçi, -aynı zamanda, gören, duyan, söyleyen ve yazan bir tanık olarak yazılı ve sözlü kültürün kesiştiği yerde anlatısını kurar ve böylelikle de biz ve onlar arasında bir karşılaştırmanın yapılabileceği, adeta bir dantel gibi örülmüş anlatıyı oluşturur. Dolayısıyla ortaya çıkan yapıt artık bir historíê’nin belirişi değil, tarihin ve iktidarın tasavvuru olarak bir “yazıt”, bir kaleme alma ve aynı zamanda bir kompozisyondur.”[1]

Heredotos açıkça belirtiyor: gördüm, duydum, söylüyorum, yazıyorum. Daha ne demesini bekliyoruz? Diğer bir eleştiri konusu da Heredotos üslubundaki ötekileştirme öğeleridir. Bir örnek vermek gerekirse Yunanlı olanlar ve Yunanlı olmayanlar ayırımı belirgindir. Heredotos anlatılarında kendisinin de içinde olduğunu yazdığı “Hellenico”  yani Yunanlı toplumunun üstünlüğünü peşinen kabul eder. Medler, Persler, İskitler, Lelegler, Lidyalılar, vb. topluluklarını da “barbar” olarak sınıflar.

Bu aşamada Türkçe dilinde kullanılan bazı kavramlara da değinmek gerekir. Öncelikle “Yunan” etnik tanımı üzerinde durmalıyız. Bilindiği gibi Türkçede “Yunanistan” olarak tanımlanan devlet kendi dillerinde (Yunanca) “Hellas”, İngilizcede “Greece” olarak tanımlanıyor. Yani Yunanlıların mitolojik anne Hellen’in çocukları anlamında bir isimlendirme diyebiliriz.  Batı dillerindeki “Greece”  ya da “Greek” tanımı Latinceden kaynaklanıyor. Romalıların kullandığı Latince “Graecia” , “Graecus” kelimeleri tüm Latin dil ailesinden olan batı dillerinde kullanılıyor. Öte yandan Orta Doğu ve Uzak doğu dillerinde “İyon” tanımından kaynaklanan “Yun” ön ekiyle türetilen “Yunan” ve “Yunanlı” yani İyon, İyonyalı tanımlaması geçerli. Bunlara ek olarak Türkçede Anadolu’ya özgü bir de “Rum” ve “Rumca” tanımı kullanılıyor. Bu anlamda “Yunan”, “İyon” ve “Rum” tanımları Türkçede belirli kesimler tarafından kullanılıyor. Eğer bugün bir Yunanistan vatandaşına kendilerini nasıl tanımladıkları sorulursa “Hellas” cevabı alınacaktır. Yunanlılar kendilerini “İyon “veya “Rum” olarak tanımlamazlar. Türkçedeki Rum kelimesi “Romalı” anlamında kullanılıyor.

Hellas tanımına değinmek gerekirse MÖ. 19. Yüzyıldaki göçleri de  hatırlamak gerekir. “Miken uygarlığı”, “Dor istilası”, “İyon kolonileri”  gibi tarihsel kavramları da işin içine kattığımızda Yunanlıların etnik kimliği konusunda bir fikir sahibi olabiliriz. Kabile halinde yaşayan toplulukların farklı diller konuştuğu dönemlerde farklı etnik grupların ve krallıkların ya da beyliklerin kimlik arayışı içinde olmadıklarını tarih yazıcıların tanımları belirlediğini söylemeliyiz. Daha geniş bilgi için aşağıda bir link bırakıyorum.

 Names of the Greeks – Wikipedia    

Hellen tüm Yunanlıların babası olarak kabul edilir.  Antik Girit/Miken mitolojisine  göre Prometheus ve Clymen’nin oğlu Deucalion ve Ephimeyheus ve Pandora’nın kızı Pyrrha ‘nın oğludur. Hellen Zeus’un insanları yok etmek üzere yarattığı sel felaketinden kurtulup insan neslini devam ettirmiştir. Burada dikkat çeken soru mitolojiyi o dönemde yaşayan halkın ne kadar iyi bildiğidir.   Helen’in yedi oğlundan biri olan İon ve arkadaşları Attika’dan batı Anadolu’ya göç etmiştir. Antik çağ yazıcılarından öğrendiğimize göre koloni kurmak üzere gelen İon’lar bekar erkeklerden oluşuyordu. Geldikleri yörelerdeki halklarla eşleşip aileler oluşturdular, yerel halklar olan Leleg’ ler ve Karialı’larla karıştılar. Nesiller boyu süren karışımdan yeni İon halkı doğmuş oldu.

Böylelikle kurulan kolonilerin  Hellen’in diğer oğullarının da gelip yerleştiği ana karadaki ve adalardaki toprakların toplamına Hellas tanımı kullanılmaya başlandı.  Bugünkü Yunanistan toprakları da Hellas’dır. Yani Helen’in yurdudur. Batı Anadolu’da Hellenizm etkisi MÖ: 9-10 Yüzyıldan itibaren görülmeye başlamıştır. Bunu birçok araştırmacı kabullenmek istemiyor. Hellenizm o dönemin uygarlık taşıyıcısı olan kültürdür. Dili antik Miken-İon dili, felsefesi ve teknolojisiyle zamanının Pers ve Mısır uygarlıklarının sentezidir. Bu bağlamda akademik alanda Hellenizm konusunda birçok çalışma yapıldığını ve bu çalışmaların bazılarının da bilimsel olmaktan çok ideolojik sapmalar gösterdiğini de belirtmek gerekir. Özellikle de Cevad Şakir ve Azra Erhat’ın da içinde bulunduğu bir grubun “Anadolu Tezi” çalışmaları uluslararası akademik çevrelerde taraftar bulmamıştır. Batılı akademik çevrelerin “Greek Culture”, “Greek Art”, vb. gibi terimleri kullanmalarına karşı çıkanlar “Anadolu Kültürü” teriminin kullanılmasını önermişlerdir. Bence bu tartışmanın hiçbir sonuca varmayacağını bilerek kültürel öğelerin “Türk mü, Yunan mı?” paralelinde şovenist eğilimli tartışmaları  tetiklediğini de unutmamak gerekir. Çoğunlukla da her alanda gereksiz gerilimlere sebep olan bu tartışmanın bilimsel çalışmalara bir katkısı olacağını da düşünmüyorum. MÖ. 8. Asırdan itibaren tüm Akdeniz bölgelerinde Hellenizm akımı etkili olmaya başlamıştır. Bu kavram da açıklama yapmayı gerektiriyor.

Antik çağda her şey kutsaldı. Kutsallık bir “sis” perdesi gibi tüm dünyasını kaplardı ilkçağ insanlarının. Rahip kralların yönettiği kent devletlerinde kutsallık kaçınılmaz bir olguydu. Kutsala saygı yani kente ve yöneticilerine saygı ve uyum vatandaşlık göreviydi. Kentte kamusal binaların kutsal alanlar olduğu ve bu amaçla inşa edildikleri de ayrı bir gerçek olarak karşımıza çıkar. Kentin orta noktasından başlayarak doğal yapıya uygun olarak kotu yüksek olan Akropol kompleksinden daha  aşağı kotlara doğru uzanan kamusal binalar halkın en kolay ulaşabileceği uzaklıkta inşa edilirdi. İlkçağı anlamanın en etkili yolu  Klasik Eskiçağ dünyasının Yunanlar ve Romalılar tarafından şekillendirildiğini görme çabasından geçer. Bir anlamda iç içe geçmiş sarmal uygarlıkların şekillendirdiği yeni uygarlık sentezlerinin Ege Bölgesi civarında MÖ 1000 yıllarında kent devletleri üzerine şekillenmeye başlamış olduğunu söyleyebiliriz. Günümüzde kullanılan ‘demokrasi’ terimini kent devletlerin siyasi yapılarının temeline oturtan Hellen uygarlığı, zamanla Helenizm olarak adlandırılır. Hellenizm kültürü  çekirdek bölgeden hızla yayılmış ve İspanya’dan Afganistan’a kadar uzanan ortak bir kültürün temelini oluşturmuştur.

Makedon kralı İskender’in (MÖ 356-323) Persepolis’e girerek Pers İmparatorluğu’na son verdiği MÖ 331 yılından, Gaius Octavianus Augustus’un (MÖ 27-MS 14) MÖ 31 yılında Actium Savaşı’nın ardından Mısır’ı yöneten Ptolemaios Hanedanlığı’na son vermesine kadar geçen yaklaşık 300 yıllık sürece de Hellenistik dönem adı verilmektedir. Oysa bu siyasi anlamda Hellenistik bir dönemi işaret etmektedir. Kültürel anlamda bakıldığında dil, din, mimari, düşünce dünyası, özgürlük, vb. gibi parametreleri de ele aldığımızda bu süreci MÖ. 1100 yıllarına kadar götürmemiz mümkündür.[2]

700 yıl sonra MÖ. 200 yıllarından itibaren bu temeller üzerine inşa edile Roma kültürü bünyesinde birçok kültürü eriterek yeni bir sentez yaratmıştır. Roma fetihlerle topraklarını hızla genişletmiş doğuda Partlar ve Sasaniler, Güneyde Kartaca, Batıda Gaul ve kuzeyde Germen halklarıyla  büyük savaşlara girişen Roma kanlı savaşlardan sonra  bir dünya imparatorluğu kurmayı başarmıştır.

Helenizm’in temelleri üzerine inşa edilen Roma imparatorluk kültürü her şeyden önce “köle” sosyal statüsünü imar, tarım ve servis alanlarında kullanarak kamusal binaların ve diğer kamu yapılarının kısa sürede optimum kaynak harcanmasıyla gerçekleştirilmesini sağlamayı öncelik olarak kabul etmiştir. Su kanalları, köprüler, yollar, tapınaklar, işlikler, vb. yeni imar alanları olarak ortaya çıkmıştır. Hünerli mimarların yarattıkları eserler aradan 2000 yıl geçmesine rağmen ayaktadır. Bugün Anadolu antik kentlerinde görülen yapıların çoğu Roma döneminden kalmadır. Bazı araştırmacılara göre Roma imparatorluk kültürü zenginlerle fakirler arasındaki dengeleri dramatik ölçüde değiştirmiştir. Zengin azınlık servetlerini artırırken fakir çoğunluk daha da fakirleşmiştir. Bu sosyolojik ayrışmanın ciddi sonuçları olmuştur. Köle ayaklanmalarıyla başlayan süreç daha sonraları devlet yapısı içindeki sarsıntıları da tetiklemiş, cumhuriyet döneminden diktatörlük sistemine geçen imparatorluk geniş topraklardaki isyanlarla başa çıkamaz hale gelmiştir. Bu dönemde pagan inanç sistemi, Hıristiyan inancıyla mücadele etmeye başlamıştır. Fakir halk tabakalarından yükselen “umut dini” önceleri Romalı askerler tarafından  şiddetle cezalandırılırken  “Edictum Mediolanense” yani Milano Fermanı ile MS. 313 yılında farklı bir sürece girmiştir. 1. Konstantin’in öngördüğü Hıristiyan dininin yayılışının kaçınılmazlığı karşısında kendisi inanmasa bile siyaset gereği tahtının kaybetmemek için  Hıristiyan güçlerle anlaşmak zorunda kalmıştır. Doğu Roma imparatorluğunun yükselişi ve Batı ile farklılaşmasının Hıristiyan ruhban sınıfının etkisiyle içinden çıkılmaz sorunlara kapı aralaması da bu dönemde filiz vermiştir.

Bu toprakların tarihi coğrafyası bilinmezlerle doludur ve yer isimlerini kimin bu hale getirdiğinin de cevabı yoktur. Oluşumu ve gelişimi karmakarışıktır. Bir örnek vermek gerekirse belirli bir dilde ilk bilinen yer ismi zaman içinde başka bir dil tarafından dönüştürülür  verilen coğrafi isimler değişikliğe uğrayınca daha farklı bir anlam kazanmaktadır.

“Yer isimlerinin değiştirilmesi politikası Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında başladı ve Türkiye Cumhuriyeti’nde hızlanarak devam etti. Cumhuriyet döneminde  yer isimlerini değiştirmek için özel devlet komisyonları kuruldu. 12.211 köy ve kasaba ismi ile 4 bin dağ, ırmak ve diğer coğrafi yerler dahil olmak üzere 28 bin civarı yer adının değiştirildiği belirlendi. İsim değişikliklerinin çoğu, ülke genelinde azınlıkta kalan etnik grupların nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu doğu bölgelerinde gerçekleşti.”

 Kaynak: Türkiye’de yerleşim isimlerinin değiştirilmesi – Vikipedi (wikipedia.org)

Kumluca yakınlarında bulunan Gelidonya Feneri Likya Yolu üzerindedir. Markiz dağının eteklerinde Adrasan ile Karaöz köyleri kırsalında yer alır. 17 kilometrelik orman patikalarından geçen panoramik Akdeniz sahili boyunca makiler, sandal ağaçları,  anemonlar, irisler ve nergisler arasında yürürsünüz. Çıkışları da inişleri de zordur. Ama esas zorluk jilet kadar keskin küçük kireç taşlarının yarattığı zemindir. Dikkatinizi bir an olsun elden bırakmayacağınız bir parkurdur. Yanınıza yeterince su almadıysanız vay geldi halinize. Burası sık sık ziyaret ettiğim yerlerden biridir. Her geçen yıl bölgedeki kaçak kampinglerin sayısı artıyor. Likya yolunu yürüyenleri fahiş fiyatlarla soyma amacında olan aç gözlü köylüler sınır tanımıyor. Ege ve Akdeniz’in ılık rüzgarlarıyla emsalsiz bir iklime sahiptir. Yılın ilk çiçekleri burada açar. Bundan on yıl önce fenere kadar anemon tarlaları arasından yürünürdü. Kaçak yapılaşma ve bilinçsiz arazi kullanımı anemonları ve diğer çiçekleri yok etti. Bu yolun iki yanına bungalowlar, kampingler, gözleme salonları kuranlar yolu düzeltmeyi düşünmezler. Turisti soymayı kendilerine meslek edinen bu halk yolu düzeltmeyi angarya görür.

 Fenerin bulunduğu noktadan bakıldığında huysuz bir deniz ve beş ada görünür. Antik çağda bu adalara  Antik Yunanca  “Chelidoniai Nesoi” yani “yutan adalar” denmesinin önemli bir nedeni vardı. Bu adaların etrafında oluşan anaforlar yelkenli gemilerin kâbusu idi ve adalar gemileri yutuyordu. Adaların deniz dibi batık gemilerle doludur. Chelidonia, Gelidonya olarak Türkçeleştirilince anlamını yitirmiştir. Yunanca gemi yutan adalar manzaraya bakıp adaları sayan birisi tarafından beş adalar olarak adlandırılıyor. Bu adalar civarında çok şiddetli deniz savaşlarının yapıldığını yabancı kaynaklardan okuyoruz. Türk kaynaklarında bu savaşlardan söz edilmiyor. İlk örnek Vikipedya’nın İngilizce versiyonundan:

“Battle of Cape Celidonia”[3] Yıl,  1616 aylardan temmuzun 14’ü. Gelidonya adaları açıklarında karşı karşıya gelen Avusturya İspanyol güçleri ve Osmanlı donanması kıyasıya bir deniz savaşına tutuşurlar. Eğer bu kaynakta verilen bilgiler doğruysa Osmanlı donanmasının 55 parça kadırgadan oluşan donanması karşısında sadece 5 İspanyol kalyonu vardı.[4] Kaynaklara göre Osmanlı donanmasının 10 kadırgası batırılıyor, 23 kadırga da kullanılmayacak derecede hasar görüyor. İspanyol kanyonlarındaki hasarların çok önemli olmadığı dile getiriliyor. Sonuç olarak Gelidonya savaşında 2000 Osmanlı askeri ölüyor İspanyol tarafının kaybı ise 94. Bu savaşı anlatan bir Osmanlı tarihçisi varsa ben bulamadım. Bu savaşın gerçek sonucunu bilmek isterdim.[5]

Bazı kaynaklarda da Gelidonya isminin Likçe kırlangıç anlamına geldiğini ileri sürenler var:

Likya dilinde Kaledonya,  kırlangıç anlamına gelmektedir. Bölgenin bu ismi alma sebebi ise göçmen kuşlar olan kırlangıçlar Mısır’dan göç ederken bölgede dinlendiklerinden bölgenin adını da Kaledonya günümüzdeki ismiyle Gelidonya olarak almıştır.  Bir  hikayeye göre kırlangıçlar,  gece göç esnasında göremediklerinden  dolayı denize düşüp boğulurlarmış.  Ali Kaptan adlı bir denizci,  Gelidonya’ya ve karşısında bulunan 5 Adalar’a kırlangıçlar görebilsinler diye  fener yerleştirirmiş.”Kaynak: Gelidonya gezi rehberi / Kırlangıç Feneri / Antalya – Yolcu360 Blog

Bu açıklamaların hangisinin geçerli olduğunu söylemek zor. Likçe konuşan hiç kimse yok; kaybolmuş bir dil.  Zaman içinde bu konuyu araştıracak filologlar olacaktır. Bu konuyu burada bırakmak daha doğru olacaktır. Son söz olarak yer isimlerinin değiştirilmesi bana göre o yerin tarihini de yok ediyor. Gayretkeş bürokratların bilinçsizce tahrip ettikleri tarih zamanla ilimsel çalışmaları önemseyen akademisyenler tarafından yeniden ele alınacaktır. Bölgenin 7-8 bin yıllık tarihi düşünüldüğünde değişimin hiçbir zaman kalıcı olmadığını da söylemek gerekir. Uygarlıklar geliyor, uygarlıklar batıyor, halklar geliyor, halklar yok oluyor geriye isimler ve coğrafya kalıyor. Günümüzde Likya bölgesinin üç önemli sıradağının Kragos (Beydağları), Antikragos (Akdağlar), Masyktos (Boncuk dağları) ne zaman ve neden isim değiştirdiğini araştırdığımızda bu coğrafyanın tarihiyle ilgili de çok şey öğrenme imkânımız olur. Likya bölgesinde konuşulan Likce ile ilgili bilgilerimizi yapılan arkeolojik kazılardan elde edilen 172 yazıttan derliyoruz. MÖ. 5. Yüzyıldan kalma bu eserlerde iki tür Likce tespit ediliyor.

Kaynak: Lycian language – Wikipedia

Standart Likce ve Milyan. 1820, yılında Fransız  Orientalist Antoine-Jean Saint-Martin Likce dilinin alfabesi ve yapısına ilişkin iki dilde yazılı örnekleri bir makalesinde yayınlayınca dilin sırları çözülmeye başladı. Anadolu halklarının hangi dilleri konuşup yazdıkları  çok geniş bir araştırma konusudur.

Bu konuda Türkçe bir kaynak ben bulamadım ama İngilizce olarak yayınlanan Kadim Anadolu dilleri ( THE ANCIENT LANGUAGES OF ASIA MINOR) adlı Cambridge Üniversitesi tarafından 2008 yılında yayınlanan kitap bu konuda en kapsamlı eserlerden biri olarak kabul ediliyor. Editörlüğünü Roger D. Woodard ‘ın yaptığı kaynak eserde şu dillere yer verilmiş:

  • Hittite
    • Luvian
    • Palaic
    • Lycian
    • Lydian
    • Carian
    • Phrygian
    • Hurrian
    • Urartian
    • Classical Armenian
    • Early Georgian

Bu dillerin dışında Anadolu’da konuşulan farklı dillerin geride yazılı belge bırakmadan yok oldukları da biliniyor. Anadolu yarımadasının diller haritasında Hint Avrupa dil ailesinin yapısını taşıyan diller olduğu kadar Semitik diye anılan kök dillere de uzanan belgeler bulunmuştur. Boğazköy’de bulunan Hitit kil tabletleri arasında özellikle dini ayinlerde kullanılan MÖ.1700 öncesi dillerine de rastlanmıştır. Hurriyan, Hatti, Luvian, Palaic, Akad ve Sümer gibi Mezopotamya dilleri de Hitit kil tabletlerinde göze batmaktadır. Bu da Hitit uygarlığının kendilerinden önce var olan diğer uygarlıkların bir sentezi olduğu tezini doğrulamaktadır.


[1] Aydın Çam,  HERODOTOS’UN AYNASI

[2] Akurgal, Ekrem:  Anadolu Kültür Tarihi, 1998 Tübitak yayınları s.309

[3] Battle of Cape Celidonia – Wikipedia

[4] About: Cape Gelidonya (dbpedia.org)

[5] Battle of Cape Celidonia : Background, Battle, Aftermath, Notes Wikipedia, the free encyclopedia » wiki.gen.edu.vn

Gelidonya

Post navigation