Gelidonya Burnu ya da Taşlık Burnu, Yunanca : Χελιδωνία, Chelidonia; Latince : Chelidonium promontorium tarihi bir yer olmanın ötesinde bugün iki yüz metre yükseklikte 1935-36 yıllarında inşa edilen deniz feneriyle de tanınan bir yer. Likya Yolu’nu yürüyenler iyi biliyor bu bölgeyi. Özelllikle de Karaöz -Adrasan etabını yürüyenlerin çok beğendikleri bir doğa yürüyüş parkuru.
Antik çağda Gelidonya Burnundaki Gagai Lycia Denizi ile Pamphyllia Denizi arasındaki sınır olarak görünmüştür. Beşadalar ve Sulu Ada civarındaki kuvvetli akıntıların denizcileri için büyük bir risk oluşturduğu biliniyor. Nitekim bu akıntılara kapılarak batan bir çok geminin enkazının bulunduğu söyleniyor.
Özellikle MÖ.1200 yıllarında Fenikelilere ait bir ticaret gemisinin/gemilerinin battığı Beşadalar da araştırmacıların ilgisini çekiyor. Amerikalı araştırmacılar batığı 1967 yılında araştırmaya başlıyorlar. Bu batığın orada olduğunu acaba nereden öğrendiler?
Bir diğer bilgi de yine Beşadalar civarında Osmanlı donanması ile İspanyol donanmasının 14 Temmuz 1616 yılında yaptığı savaş. Bu savaş İspanyol kalyonlarının galibiyetiyle sonuçlanıyor.
Maskız Dağı’nın eteklerinden 700 metreden aşağıya adalara bakarken bu savaşı düşündüm. Bu deniz savaşının detaylarını bir yerde okuduğumu hatırlıyorum. İspanyol kalyonları Osmanlı kadırgalarıyla savaşıyorlar. Akdenizde denizlere kimin hakim olacağıyla ilgili bir sorun bu.
14 Temmuz 1616 ‘da Gelidonya Burnu Beşadalar civarında İspanyol amirali Francesko de Rivera beş kalyondan oluşan deniz gücüyle Osmanlı gemilerini ararken önlerini elli beş parça kadırgadan oluşan Osmanlı donanması keser.
İspanyol Amiral Rivera’nın 1600 askerine karşın Osmanlıların 272 topu bulunan 55 kadırgası ve 12000 askeri olduğu belirtiliyor. Bu sayılar konusunda şüphelerim var. Gemilere gelince 52 toplu amiral gemisi Concepción, 34 toplu Almirante, 27 toplu Buenaventura, 34 toplu Carretina, 30 toplu San Juan Bautista, ve 14 toplu Santiago toplam 191 topu bulunuyormuş.
Kadırgalar büyük bir hilal oluşturup ortalarına kalyonları alarak imha etme planını uyguluyorlar. 55 parça kadırga İspanyol kadırgalarını hilal şeklinde kuşatıyor ve ateşe başlıyor. İspanyol amiral dört kadırgayı kıçlarından birbirine zincirletiyor iki gemiyi de rezervde tutuyor. Kalyonların ağır topçu ateşi karşısında kadırgalar dayanamıyor. O zamanlar Osmanlı donanmasında kalyon tipi gemi yok. İspanyol savaş kanyonları ağır manevra yapsalar da ağır topçu ateşiyle on kadırgayı batırıyor, 22 kadırgaya da ağır hasar verdiriyorlar. Eğer veriler doğru ise bu savaşta Osmanlı donanmasının 3200 kişi, İspanyol tarafının ise 34 kayıp verdiği belirtiliyor. Çok kanlı bir savaş. Denizin üstü barut dumanı kaplı. Denizde çırpınan askerler, batan gemiler. Tam bir katliam.
İnternette yaptığım araştırmada bu deniz savaşıyla alakalı kesin bilgilere ulaşamadığımı söylemeliyim. Türk kaynaklarda bu savaşta Osmanlı tarafının ağır kayıplar verdiği belirtilmekte ama sayılar konusunda bir bilgi verilmemektedir.
İlkçağda bu bölgede korsanların cirit attığını yazıyor bazı kaynaklar. Gelidonya Burnu orada duruyor işte. Beşadaların yer aldığı deniz sakin. Oysa iki bin yıl önce bu sularda çok kanlı deniz savaşları yapılmış. Büyük ticaret limanlarının yer aldığı bu kıyılarda ticaret gemileri olduğu kadar korsan gemileri de bulunuyormuş. Korsanlar ıssız koylarda saklanıp ticaret gemilerini kolluyorlarmış. Bir de köle tüccarları var. Liman şehirlerine sürekli köle taşıyan, karşılığında para veya mal alan gemiler de dolaşıyor bu sularda.
Lykia tarihini okuduğumda savaşların bu topraklardan hiç eksik olmadığını görüyorum. Önce Lydia’lılar, Sonra Atina, Sparta, Pers, Pers Satrapları, İskender, İskenderin generalleri, 6. Mitrhridates ,Roma, Bizans dönemleri her biri ayrı bir bakış gerektiren dönemler. Bu kadar uzun bir süreci bir nefeste kavramak olanaksız. Zaten elde yeterince belge de yok. Stadiasmus Patarensis Roma döneminde şehirler arası uzaklıkların kayıtlarını yansıtıyor. Elde bulunan en kıymetli belge o. Bu bölgede Kekova’nın denize batmasına neden olan büyük depremlerin yarattığı coğrafi değişiklikleri ne yazık ki görmemize olanak yok. Şimdi aşağıya adalara doğru bakarken coğrafi bir değişiklik olmadığını düşünmek istiyorum. Medeniyetler değişiyor ama coğrafya kolay kolay değişmiyor.
Fotoğraf: Serdar Aydın
Gelidonya Feneri’ne bir çok kez geldim. Burası doğa yürüyüşçülerinin en gözde parkurlarından biri. Günübirlik yürüyüşçüler araçla Karaöz (Melanippe) koyuna kadar gelip buradan yürüyüşe başlıyor. Fenere kadar çıkıp geri dönüyorlar. Kısa bir yürüyüş ama görsel anlamda çok doyurucu. Trekkingciler ise Korsan Koyunda çadır kuruyor ertesi gün Gelidonya feneri üzerinden Adrasan’a kadar gidiyor orada geceliyorlar. Bölgenin bir başka özelliği de anemon, nergis, siklamen, süsen(iris) gibi bahar çiçeklerinin şubat ayından itibaren tarlalar oluşturması. Çiçek meraklılarının ve fotoğrafçıların vazgeçilmez yeri.
Bu yıl erken gelen baharın müjdesi nergis ve anemonları görmek üzere Patika doğa grubunun düzenlediği günübirlik etkinliğe katılmak üzere adımı yazdırdım. Adrasan’dan Gelidonya Fenerine oradan da Korsan koyuna aracımıza kadar yaklaşık on altı kilometre yürüyeceğiz. Bu parkuru üç yıl önce çok kalabalık bir grupla yürümüştüm. Zor bir parkur olduğunu hatırlıyorum. Parkurun zorluğu özellikle yürünen patika üzerinde bol miktarda bulunan küçük keskin kireç taşlarından kaynaklanıyor. En ufak bir dikkatsizlikte küçük taşlara basarak sanki patenle kayıyormuş gibi uçurumdan aşağıya uçabilirsiniz. Çok tehlikeli. Disiplinli bir yürüyüş tekniği gerektiriyor. Konuşmak, etrafa bakınmak, olur olmaz fotoğraf çekmek dikkatleri dağıtabiliyor. Doğa yürüyüş tecrübesi olmayan katılımcılardan uzak durmak gerekiyor. Bunların büyük bir çoğunluğu yürüyüşlere sportif amaç yanında sosyal amaçla katılıyor. Yeni insanlarla tanışmak için, belki de bir kız ya da erkek arkadaş bulmak amacıyla katılanlar hemen belli oluyor. Yürüyüş sırasında sohbet etmek, yüksek sesle konuşmak gibi tecrübesiz yürüyüşçülerin yaptıkları hatalara düşüveriyorlar. İşte bu parkur bu tip insanlara uygun değil. İkinci zorluk dik yokuşlardan kaynaklanıyor. Adrasan’dan sıfır irtifayla başlanan yürüyüşün üç aşamada 750 metre irtifaya kadar yani Markız dağının eteklerine kadar yükseldiğini ve yer yer “katır bağırtan”, “keçi bağırtan” gibi adlar takılan dik rampalara çıkmak zorunluğu var. Bu yokuşlar kondisyonu ne olursa olsun herkesi zorlayacak cinsten.
Zamanlama açısından biz fotoğraf çekenler için kötü bir planlama yapılıyor. Sabah sekizde araçta buluşuluyor. Adrasan’a varış saat onu buluyor. Orada Ayşe Hanım’ın otelindeki kahvaltı ikramından sonra, ancak saat on birde yürüyüşe başlayabiliyoruz. On beş kilometrelik zorlu bir yürüyüşü ancak 6-7 saatte gerçekleştirmek mümkün. Bu da akşam karanlığına kalmak, böylesine görselliği ve konuları çok olan parkurda yeterince fotoğraf çekememek demekti. Bir grupla birlikte iseniz bu grubun hızında yürümek zorundasınız. Patika grubunda daha önce birlikte yürüdüğüm birkaç kişinin dışında kimseyi tanımadığımı fark ediyorum. Bu tanımadıklarım arasında koyu sohbete dalanlar çoğunlukta.
Yürüyüşlerde en sevmediğim iki şey var.
Birincisi araçta oyun havaları çalıp oynanması, ikincisi de önünüzde ya da arkanızda yürüyenlerin yüksek sesle konuşmaları. Maalesef bu yürüyüşte her iki nefretlik durumu da yaşamak zorunda kaldım. Önce araçta yaşı olgun daha önce birlikte farklı bir grupta yürüdüğüm bir kadın elindeki arko krem tüpünden herkesin eline krem sürdü. Sonra teypte “Ankara’nın Bağları” adlı benim için işkence müziği kategorisine giren işkenceyi hoparlörleri patlatacak yükseklikte çalmaya başladı. Bu şaşkınlığı üzerimden atamadan bu sefer ayağa kalkıp dans figürleri göstererek göbek atmaya başladı. Krem sürmenin ne anlama geldiğini de anlamış oldum. Elindeki kremleri ellerine vücuduna sürüyor gibi yapıyor ve iki yana sallanıyor. Bu nasıl bir empati yoksunluğudur anlamak mümkün değil. Yolumuz kısa olduğu için ilk işkence çabuk bitti. Genellikle Patika grubunda böyle şeyler olmazdı. Fakat bu hanım doğa yürüyüşlerinde eğlenmeyi amaçlayan bir grubun üyesi. Anlaşılan bu grubu da neşelendirip göbek atmak istiyor. Anlayamadığım şey bu tür eğlence seven insanların neden doğa yürüyüşüne gelip eğlence adına etrafı taciz ettikleri. İnsan pek ala müzik dinlenen yerlere gidip istediği kadar kurtlarını dökebilir. Bu hiç te hoş olmayan bir durum. Patika başkanı Nusret Yakışıklı çok prensipli bir doğaseverdir. Bu işkenceye engel olmaması da bende büyük bir soru işareti bırakmadı değil. Bakalım bir daha aynı şey olursa o vakit bir değerlendirme yaparım her halde.
İkinci işkence de önümde, arkamda yürüyenlerin yüksek sesle konuşmaları. Genellikle bu tür durumlarda ya öne geçerim ya da arkada kalırım. Konuşanlardan uzak kalmak isterim. Önde yürüyenler arasında yüksek sesle cep telefonunda konuşup kum çakıl satmaya çalışan biri mi dersin, hiç durmaksızın konuşanlar mı dersin ne ararsan vardı. Bir önde bir arkada kalarak ilk beş kilometreyi tamamladık. Baktım ki olmayacak hiç yapmadığım bir şey yaptım. İlk moladan sonra en öne geçip tempomu artırdım. Öndeki rehbere fotoğraf amaçlı olarak hızlı gideceğim bilgisini vererek yola koyuldum. Tek başıma yürüyorum. Muhteşem bir doğa. Kesin sessizlik. Grupla aramı iyice açana kadar tempomu düşürmedim. İlk yokuş birinci katır bağırtan. Tepeye vardığımda kısa bir su ve fotoğraf molası. Artık kendi ritmimde yürüdüğüm için hiç oyalanmadan fotoğraf çekiyor, kuş seslerini dinleyerek doğayı seyrediyorum. İkinci katır bağırtan daha da zorlu. Artık arkadaki grubun seslerini hiç duymuyorum. İkinci yokuşun bitimindeki düzlükte bir anemon tarlası beni karşılıyor. Hemen fotoğraflıyorum. Üçüncü ve en son yokuş en zorlusu. O yokuştan sonra Markız Dağı’nın eteklerine, Gelidonya burnunu gören muazzam panoramaya ulaşıyorsunuz. Kendi tempomda tırmandığım için hiç zorlanmıyorum. Beni düşündüren şey bir durup bir yağan yağmurun ıslattığı kayaların kayganlığı. Özellikle yokuş çıkarken çok dikkat etmek gerekiyor. Baton kullandığım için kayma riskini minimuma indirmiş durumdayım. Bu tek başına yürümek olayı da hoşuma gitmiyor değil. Belki de ben böyle gruplarla gitmek yerine tek başıma gitmeliyim yürüyüşlere. Güvenlik açısından tek yürümek sakıncalı ama alınan zevk daha fazla. Özellikle de benim gibi tekliği seven biri için. Son yokuşu da çıktıktan sonra nihayet feneri ve adaları gören en yüksek noktaya 700 metreye ulaşıyorum. Öğle yemeği için yanıma aldığım sandviçin yarısını orada manzarayı seyrederken yemeğe karar veriyorum.
Terden sırılsıklam olmuş t-shirtümü değiştirip bir fincan sıcak suyla sandviçimi yavaş yavaş tadını çıkararak yiyorum. Alman çavdar ekmeği hardal soslu, marul yaprağı üzerinde rozbif ve taze kaşar. Sandviçlerimi kendim hazırlıyorum. Bazen salata, zeytinyağlı yemekleri de getirdiğim oluyor. Manzara tek kelimeyle harika. Ama ışık çok az. Gri siyah yağmur bulutları güneşin ışığını süzüyor. Bir tür filitre ama fotoğraf için çok uygun olmuyor. Işık değerleri sürekli değişiyor. Grubu tepede mi beklesem yoksa aşağıda fenerde mi beklesem diye düşünüyorum. On on beş dakika oyalanıyorum. Gelen giden yok. Yine geç kalma endişesiyle toparlanıp hızla aşağıya iniyorum. Fener harap durumda. Ek binaları yıkmışlar. Tuğlalar, çimentolar etrafa atılmış. Pislik diz boyu. Buraya gelenler çöplerini burada bırakıyorlar. Oysa burada çöp hizmeti yok. Bir yere ilgi artarsa çöp dağları da o oranda birikiyor. Yavaş yavaş bu doğal güzellikler çöp dağlarıyla doluyor. Değişik açılardan fotoğraf çekmeye dalıyorum. Rahat rahat çalışıyorum. Tam o sırada bizim grup görünüyor. Rehberimiz Nusret Yakışıklı’dan tek başıma yürüdüğüm için özür diliyorum. Grup öğle yemeği molası veriyor. Güneşin batmasına bir saat kalmış durumda. Ya yine tek başıma yürüyüp anemon tarlalarında fotoğraf çekeceğim ya da grupla birlikte oturup sıkıntıdan patlayacağım. Hazır özür dileyip kendimi affettirmişken bir daha aynı yanlışı yapmaktan çekiniyorum. Grubu beklemeye karar veriyorum. Kalan sandviçimi yiyorum. Sıcak suyumu içiyorum.
Aracın bulunduğu yere ulaştığımızda karanlık çöküyor. Anemonlar bir başka zamana kalıyor artık.
Fotoğraf: Serdar Aydın