Fransızca yazan Rumen deneme yazarı Emil Michel Cioran’ın 1979 yılında Fransa’da yayınlanan “Ecartélement” adlı kitabı Siren İdemen çevirisiyle bu yılın ilk ayında (ocak 2020) “Parçalanma” adıyla yayınlandı. Beş farklı metinden oluşan denemelerin ilki “İki Hakikat” adını taşıyor. Gökyüzünde ejderlerle yapılan savaşta Melek Mikael’in tarafını tutmayıp kararsız kalanların yeryüzüne gönderildiği gnostik hikayeyi anlatıyor. Tarihi harekete geçiren şeyin tereddüt olduğunu söylüyor. Gerçekten öyle midir? Tarih dediğimiz “geçmiş” tereddütlerle mi doludur? Taraf tutmamak tarihi değiştirir mi?
Hakikat arayışı hem bilimsel hem de metafizik yöntemlerle yapılabilir. Cioran felsefe alanında “Nihilist”, “İntihar eğilimli”, “Müzmin Kötümser”, gibi tanımlarla yer bulmuştur. En azından onu inceleyen felsefe öğrencilerinden bazıları bu fikre sahipler.
Parçalanma kitabının bir bölümü “Vertigo Taslakları” adını taşıyor. Nedir vertigo? Tıp dilinde şöyle tarif ediliyor:
“ (….) denge algı organı olan iç kulak ve beyne giden sinir yollarındaki işlevsel bozukluk (…..)”
Cioran okurla ilgili düşüncelerini de orada açıklıyor:
“Okur anlamaktan hoşlanmaz, yerinde saymayı, kuma batıp çıkmayı sever, cezalandırılmaktan hoşlanır. Ne dediği anlaşılmayan yazarların itibar görmesi de, ipe sapa gelmez laf yığınlarının kalıcılığı da bundandır.”
Anlaşılmayan laf kalabalığı vasat kitlenin en hoşuna giden şey esasında. O anlaşılmayan lafların arkasında kendini güvende hisseder vasat kitle. Örnek mi gerekiyor; din adamlarını “kutsal” kitaplardan okudukları vasat kitle tarafından olduğu gibi değil ama bir ses yığını olarak kabul edilir. Anlamsız sesleri kulakları duyan vasat kitle hemen diz çöker. Arapça bilmeyen kitlenin duydukları Arapça kelimeleri kutsal kabul etmeleri ve sorgulamamaları Cioran’ın “itibar gören” tanımına uygundur. İslam dininde Arapça, Hıristiyanlıkta Latince, Yahudilikte Aramca, Hinduizmde Sanskrit, vb. Din adamları binlerce yıldır bu yöntemi kullanarak vasat kitleyi diledikleri tarafa yöneltmişlerdir. İlkçağlardan bu yana bu böyledir. En son ziyaret ettiğim Pergamon antik kentinin MÖ. 200 yıllarında rahiplerin kullandıkları dil, İyonca yani eski Yunanca idi. Athena’nın, Zeus’un ve diğer tanrı ve tanrıçaların kutsal rahipleri Pergamonlulara hitap ederken onların hiç anlamadığı bir dilde dualar okuyor, kurban törenleri düzenliyordu. O yıllarda Pergamon’da belki de yedi sekiz farklı halk grubu yaşıyordu. Bu grupların konuştukları dillerin hiç biri resmi dil değildi. Siyasi gücün itip kakmasıyla kutsal alanları dolduran halklar anlıyormuş gibi yapıp oynanan tiyatroyu izliyordu.
Nihilizm bir felsefi akım olarak ilkçağdan bu yana düşünürlerin üzerinde durduğu; bireyin yaşamın gerçekleri üzerinde tereddütte kaldığı, giderek her şeyden elini eteğini çekerek bir boşluğa yani “hiçliğe” düştüğü ruh hali olarak tanımlanmaktadır.
Felsefi anlamdaki nihilizm, bir sorgulama ve her şeyi eleştirme şekline dönüşmüştür. Toplumsal değer yargılarına olan güvensizlik, tüm doktrinlerin yarattığı sistemlerin bozukluğu ve çürümüşlüğü karşısında bireyin duyduğu hayal kırıklığından yola çıkarak, çaresizliği, can sıkıntısı ve giderek her şeye karşı kayıtsızlığa yönelen duygusal durumunun karşılığı olarak kullanılmaktadır.
Nilhilist bireyin içinde bulunduğu ruh haline yönelik tavrı, toplumun etkin bir parçası olmaktan yılma ve tanrı inancı da dahil olmak üzere tüm değerleri ve ideolojileri reddetmeye yönelmedir. Nihilizm, bireyin varoluşunun anlamsızlık, boşunalık ve hiçliğine işaret eder.
İki hakikat konusuna Cioran Madhyamaka öğretisinden bir örnekle açıklık getirir: “paramartha” ve “samvritha”. Paramartha’yı bilge kişinin inhisarındaki hakikat, Samvritha’yı ise örtülü hakikat olarak tanımlar. Tibet Budizminin “iki hakikat” düşüncesinden hareketle metafizik bir “saklı” gerçeği işaret etmektedir. Nedir saklı olan? Tanrı mı? Yoksa gözlerin gördüğü, kulakların duyduğu mu? Cioran’dan yansıyan nihilizm, tarihsel-kültürel yaşamın temelinde, bir zemin kaymasının yaşanması; bu yaşamı mümkün kılan ve besleyen değerlerin ‘değersizleşme’lerine ya da daha önceleri söylendiği gibi “çürümesine” ve böylece de kültürel-tarihsel yaşamın çözülmesine belki de yok olmasına işaret eder.
Cioran bu bağlamda tarihin bir yok oluş hikayesi olduğunu ileri sürer. Din adamlarının tarih merakının kökünde “mahşer günü” sendromunun olduğunu düşünür. Bütün bu tarihe yüklenen düşünürlerin bir an olsun hayal güçlerini kullanarak örneğin üç bin yıl önce insanların yaşamında etkili olan kültlere nasıl olup ta inandıkları gerektiğinde o kült için ciddi fedakarlıklar yapabildiklerini düşünmeleri gerekir.
Örneğin Athena Kültünü ele alalım. Nasıl oluyor da tanrıça Athena babası Zeus’un kafasından doğuyor? Bu gerçek üstü hikayeye inanan insanların hakikat ile ilişkileri ne kadar sağlıklı? Bu mitolojik hikayelerin öznesi olan tanrıça Athena bir koruyucu tanrı olarak savaşların ve fetihlerin çağında ne kadar inandırıcı olabilir? Galatlara karşı yapılan savaşta Athena Pergamonların zafere yürümesine yardım etti mi? Nasıl yardım etti? Savaşta ölenlere ne vaat ediliyordu? Aradan iki bin yıl geçti ama değişmeyen şey insanların anlaşılmayan sözlerin arkasından yürümeleri galiba.