Ecce Homo
Ayşegül Sevil
Ona deli diyebiliriz, filozoftan saymayabiliriz, yargılayabiliriz yada yüceltebiliriz. Bu bizim bakış açımıza göre değişir. Ama hiçbirimiz şunu inkar edemeyiz; Düşünce tarihi ikiye ayrılır: Nıetzsche’den önce – Nıetzsche’den sonra. Çünkü Nıetzsche’den sonra felsefe yapmaya çalışan hiçkimse Nıetzsche’nin ortaya koyduğu sorulara cevap vermeden yoluna devam edemez artık.
1888 yılında bitirilmiş olan Ecce Homo’nun ilk basımı yazarın ölümünden sonra, 1908 yılında yapılmış. Kitapta Nietzsche kendini ve eserlerini anlatıyor. Kendini anlatma ihtiyacını niçin hissettiğini ise kitabın önsözünde şu şekilde belirtiyor; ‘Bu yakında insanlığın karşısına, şimdiye dek ona yöneltilmiş en çetin istekle çıkacağımı gözönüne alarak önce kim olduğmu söylemeyi gerekli buluyorum.
Aslında bilinmeliydi bu: ‘Kimliğimi saklamış’ değilim çünkü. Ama ödevimin büyüklüğü ile çağdaşlarımın küçüklüğü arasındaki oransızlık şuradan belli ki, beni işitmediler, görmediler bile.’ İnsanlığın şu ana kadar erdemli dediği insan tipinin tam da karşıtı olduğunu ve bu yazının asıl amacının da sadece bu karşıtlığı ortaya koymak olduğunu belirtiyor. ‘
Belki de o karşıtlığı güleç, insancıl bir biçimde ortaya koymaktan başka amacı yoktur bu yazının, belki bunu dile getirebilmişimdir.’ Ama hemen ardından yanlış anlaşılmamak için, amacının insanlığı düzeltmek olmadığını da belirtiyor, çünkü böyle bir çaba yeni putlar dikmeyi gerektir ki, bu da onun amacı ile tam bir zıtlık içermektedir. Onun amacı insanlığın bugüne kadar diktiği putları devirmektir. ‘ Yeni putlar dikmiyorum ben; önce eskiler öğrensin, balçıktan ayakları olmak ne demekmiş.
Putları devirmek- asıl zanaatim bu benim’ Yine eserin önsözünde kendi felsefe tanımını da ortaya koyuyor; ‘Felsefe, bugüne kadar anladığım, yaşadığım gibisi, yüksek dağda, buz içinde gönüllü yaşamaktır, – varlıkta yabancı, sorunsal olanı, şimdiye dek törenin yargıladığı herşeyi arayıştır.’ Felsefenin amacı şimdiye kadar ülkülerin arkasına saklanmış olanı bulmaktır, ülkülerin arkasına saklanmış olan ise doğrulardır. Ülküye inanç körlükten değil, korkaklıktan gelir, bu yüzden felsefeci yürekli ve dayanıklı olmalıdır.
Önsözün son bölümünde ise Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı eserinin öneminden bahsediyor. Zerdüşt’ün yazılarının içinde en önemlisi olduğunu, bu eser ile insanlığa şu ana kadar verilmiş olan en büyük armağanı verdiğini,onun kitapların en derini, doğruların en derin hazinelerinden doğmuş olanı olduğunu belirtiyor.
Ama diyor; bilinmeli ki her babayiğidin harcı değildir Zerdüşt’ü duyabilmek… Burada konuşan asla bir bağnaz değildir diyor, sizden asla inanç istenmiyor burada, tam tersine ‘kendi’ nizi bulmanız öneriliyor. ‘Zerdüşt’e inandığınızı mı söylüyorsunuz? Ama ne önemi var Zerdüşt’ün! Bana inananlarsınız, ne önemi var ama tüm inananların! Daha kendinizi aramışken beni buldunuz. Böyledir tüm inananlar; inancın değeri azdır bu yüzden. Şimdi size beni yitirmenizi, kendinizi bulmanızı buyuruyorum; beni yadsıdığınız gün, ancak o gün geri döneceğim sizlere.’
Aynı noktaya Oruç Aruoba’da Cogito’nun 25. sayısında yayınlanan Nıetzsche’yi Anlamak adlı yazısında parmak basmış; ‘Nıetzsche’den ancak kendini anlamaya çalışanlar birşeyler anlayabilirler; anladıklarında da, Nietzsche’yi değil, kendilerini anladıklarını anlayarak’ Kitabın ilk bölümünün adı ‘Neden Böyle Bilgeyim’. Bu bölümde filozof, çocukluğundan o güne kadar ‘kendisini oluşturduğunu’ düşündüğü nedenleri ve olayları ortaya koymaya çalışıyor. Geçirdiği hastalıkların ve aslında sağlıksız olan yapısının ona bir hediye olduğunu düşünüyor, çünkü bu ona farklı bakış açılarından aynı anda bakabilmeyi öğretmiştir.
Farklı bakış açılarından aynı anda bakabilmek ise değerlerin yeniden değerlendirilmesinin tek koşuludur. ‘Bir hasta gözüyle daha sağlam kavramlara, değerlere bakmak, sonra da tersine serpilen yaşamım doluluğu ve kendine güveni içinden aşağıya, decadence içgüdüsünün gizli çalışmasına bakmak,- buydu benim en uzun alıştırmam, asıl deneyimim. Olduysam bunda usta olmuşumdur.
Artık perspektiflerin yerini değiştirmek elimde benim, ellerim yeterli buna: İşte bu yüzdendir ki, değerleri yenileyiş gelirse anca benim elimden gelir.’ ‘Neden Böyle Akıllıyım’ ise kitabın ikinci bölümü. Bu bölümde de yine düşünmcelerinin temellerini ortaya koymaya çalışıyor. Ama şunu da belirtmek gerekir ki bu kitap asla bir otobiyografi kitabı değildir,
Nıetzsche bu kitapta kendi yaşamından yola çıkarak insanın nasıl kendi olabileceğini anlatıyor. Önerdiği insanların onun yolundan gitmesi değil, ‘kendi’ yollarını bulmaları. Nıetzsche Tanrı, ruhun ölmezliği, öte dünya gibi konuların çocukluğundan beri hiç dikkatini çekmediği, çünkü hiç bir zaman bu kavramlarla ilgilenecek kadar çocuksu olmadığını; Tanrı’nın, sorunlarla dolu, gerçek düşünürler için üstünkörü bir yanıt, bir kabalık, üstün körü bir düşünme yasağı olduğunu belirtiyor. Bu bölümde beslenme ve gündelik yaşam ile ilgili de bir çok saptama da bulunuyor. Mesela; elden geldiğince az oturulması gerektiğini, açık havada, yürürken doğmayan kasların da birlikte şenlik yapmadığı hiçbir düşünceye güvenmediğini söylüyor.
Her yerde yaşamanın herkesin harcı değildir, bu nedenle yer ve iklim sorununa da dikkat edilmelidir; ‘İklimin metabolizma üzerine, onun ağırlaşmasına, hızlanmasına etkisi o kadar büyüktür ki, yer ve iklim konusunda atılacak yanlış bir adım bir kimseyi yalnızca ödevinden uzaklaştırmakla kalmaz, onu daha baştan alıkoyabilir de.’ Dinlenme zamanlarında kitap okuduğunu, ama çalışma dönemlerinde, hele düşünce gebeliği dönemlerinde yanına asla bir kitap sokmadığını, hatta yanında başkalarının düşünmelerine bile izin vermediği belirtiyor. ‘Raslantılardan, dış uyarımlardan elden geldiğince kaçınmalaıdır insan; düşünce gebeliğinde içgüdünün yapacağı en akıllıca iş, çevresine bir çeşit duvar örmektir. Yabancı bir düşüncenin gizlice duvardan atlamasına göz yumarmıyım hiç? ‘ Kimi okuyucuların, ‘Madem ödevin bu kadar büyük, niçin bu küçük şeyleri (beslenme,iklim vs….) anlatıyorsun? ‘ diyeceğini, ama bunların insanlığın bugüne kadar uğraştığı tüm kuruntulardan, yalanlardan (tanrı, öte dünye vs….) daha önemli olduğu için anlattığını belirtiyor.
İnsanlık büyük yalanlarla uğraşacağına, yaşamın temel konuları olan bu sorunları küçümsemeyip bu konularla uğraşmış olsaydı bozulmuş olmazdı. ‘Neden Böyle İyi Kitaplar Yazıyorum’ adlı bölümde ise, kitaplarının yazılış öykülerini ve temel fikirlerini özetliyor. Öncelikle kitaplarının anlaşılmamasından hiçbir rahatsızlık duymadığını, hatta işin doğrusunun da bu olduğunu düşündüğünü belirtiyor. ‘Günün birinde, insanların benmi anladığım gibi yaşayacakları, öğretecekleri öğretim kurumları gerekecek: Belki de Zerdüşt’ün yorumlanması için ayrıca kürsüler bile kurulacak. Ama daha şimdiden, getirdiğim doğruları duyacak kulaklar, alacak eller beklemem kendi kendimle hepten çelişmek olurdu’ Zerdüşt’ün altı cümlesini bile gerçekten anlamak, yani yaşamış olmak, ölümlüleri ‘çağdaş’ insanların çıkabileceğinden çok daha yükseklere götürecektir.
Bir şey bize yaşantı yoluyla açık değilse, bizde onu duyacak kulaklar da yoktur, hiçkimse hiçbir şeyden bildiğinden daha çoğunu çıkaramaz diyor Nıetzsche ve ekliyor; benden bir şey anladıklarını sananlar çoğunlukla kendi boylarına göre kesip biçtiler beni, benden benim tam zıttım olan ‘ülkücü’ yaptıkları da oldu. Tragedya’nın Doğuşu’nu ele aldığı bölümde ilk olarak bu eserin başarısız bir yanı varsa onun da Wagnerciliği yükselen bir değer olarak göstermesi olduğunu belirtiyor.
Oysa yazının asıl başlığı ‘Yunanlılık ve Kötümserlik’ olmalıydı, çünkü bu kitabın başlıca iki yeniliği; ‘Yunanlılarda Dıonysosca olayının anlaşılması, psikoloji yönünden ilk olarak çözümlenmesi, bütün Yunan sanatının köklerinden biri olarak görülmesi ve Sokratesçiliğin anlaşılması, Sokrates’i Yunan çöküşünün aracı, örnek decadent olarak tanımak ilk kez.’ Çağdışı Yazılar’ın ele alındığı bölümde ise, bu yazıların dördü de savaşçı mı savaşçıdır diyor. ‘İlk saldırı daha o zaman bile acımaksızın yukardan baktığım Alman ekinine yönelmiştir. Anlamsız,özsüz,amaçsız: Bir kamuoyu, o kadar. (….) Çağdışı yazıların ikincisi bilim düzenimizin gidişindeki tehlikeyi, yaşamı kemiren, ağulayan yanı açığa vurur. (….) Üçüncü ve dördüncü Çağdışı yazılarda, daha yüksek bir ekin kavramına dikkati çekmek için, bencilliğin, kendini sıkıya sokmanın en aşırı iki örneği konuyor ortaya, olabildiğince çağdışı iki örnek, çevrelerinde Alman Devleti, ekin, Hristıyanlık, Bismarck, başarı denen herşeye karşı yüce bir küçümseme duyuyor ikisi de, – Schopenhauer ve Wagner ya da tek sözcükle Nıetzsche.’ İnsanca,Pek İnsanca adlı yapıtı için ise, bu kitap özgür düşünceler içindir, bu kitapta kendi yaradılışıma aykırı olan ülkücülükten kendimi kurtardım diyor.
Kitabın başlığının söylemek istediğini ise şöyle açıklıyor; ‘Sizin ülküler gördüğünüz yerde, ben insanca, pek insanca şeyler görüyorum yalnız! ‘ Nıetzsche’nin kendi deyimiyle töreye karşı seferi Tan Kızıllığı ile başlar. ‘Yeniden bir günün başlayacağı o yeni sabahı, o tatlı tan kızıllığını yazar nerede arıyor? – Tüm değerlerin yenilenişinde, tüm törel değerlerden kopmakta, o güne dek yasaklanmış, küçümsenmiş, kargınmış herşeye ‘evet’ demekte, güvenmekte.’ Nıetzsche, törel değerlerin kaynağı sorusunun çok önemli olduğunu, çünkü insanlığın geleceğinin bu sorunun yanıtına bağlı olduğunu söylüyor. Ödevim diyor, insanlığın en yüksek anlamda kendine dönüp, rahiplerin boyunduruğundan kurtulup, neden ve niçin sorularına toptan olarak ortaya koyacağı o büyük öğleyi hazırlamaktır.
Şen Bilim’de, Tan Kızıllığı gibi olumlayan bir kitaptır. Nıetzsche bu kitapta da derinlemesine düşünce ve kabına sığmazlık el ele verir, der. Nıetzsche kitabın girişinde de bahsettiği Böyle Buyurdu Zerdüşt’ün yazılış serüvenini ayrıntılı bir şekilde anlattığı bölümde, bu yapıtı için şöyle diyor; ‘Bu yapıtın yeri apayrıdır. Ozanları bir yana bırakalım: Belki de hiçbir şey böylesine bir güç bolluğu içinde yaratılmamıştır daha. Dıonysosca kavramım en yüksek uygulanışını buldu burada, onunla ölçülünce insanoğlunun yaptığı öbür işlerin hepsi zavallıca, olağan şeyler olarak görülür’ Nıetzsche tüm büyük kişilerin düşünce güçleri ve iyilikleri bir araya gelse yine de bu eserin tek bir cümlesini ortaya çıkaramayacağını söylüyor. İyinin ve Kötünün Ötesinde’nin özünün ise çağcıllığın (çağcıl bilimlerin, çağcıl sanatların vs..) eleştirilmesi olduğunu vurguluyor.
Çağımızın her nesi varsa bu kitapta onların bir çelişme olduğu, görgü kıtlığı olduğu gösterilmiştir. Nıetzsche, rahibin psıkolojisinin ilk defa Törenin Soykütüğü’nde ortaya konduğunu belirtiyor. Tüm değerleri yeniden yenilemek için üç hazırlık yapmalıydım diyor ve bu yapıtta bu aşamaların hepsini ortaya koyuyor; Hristıyanlığın psikolojisinin ortaya konması; Hrıstıyanlık kutsal ruhtan değil, hınç duygusundan doğmuştur. Bulunç’un psikolojisinin ortaya konması: insanın içindeki tanrı sesi değil, dışa doğru boşalamayınca gerilere doğru yönelen kan dökme içgüdüsü.
Çilecilik, rahiplik ülküsü zararlı bir ülkü iken nasıl olupta böylesine sınırsız bir güç haline geldi? sorusunun yanıtı: Tanrı papazların arkasında olduğu için değil, bu güne kadar daha iyisi olmadığı için, yarışanı olmadığı için. Çünkü Zerdüşt’e gelene dek karşı bir ülkü eksikti Nıetzsche’ye göre. Putların Batışı için ise Nıetzsche, bu kitap diğer kitaplardan apayrıdır der; daha özlüsü, daha bağısızı, daha hayını yazılmamıştır. Başlığındaki put sözcüğü o güne kadar doğru kabul edilen herşeyi temsil eder.Putların batışı, eski doğruların batışıdır. Wagner Olayı’nı anlamak için ise insanın bir kez olsun musikinin yazgısını kanayan bir yara gibi içinde duymalıdır.. Bu kitapta filozof Wagner ile birlikte bütün Alman ekinine saldırıyor.
Kitabın son bölümünün adı ise ‘Neden Bir Yazgıyım Ben’. Bu bölümde bu kitabı yazma amacının kendi adına ahmaklıklar yapılmasını engellemek olduğunu belirtiyor. (Tabi ki bu kitaptan sonra, günümüze dek hatta hala günümüzde bile onun adına yapılan ahmaklıklar devem etmekte.) Bu bölümde Nıetzsche iyilere, dine, rahiplere, sürülere; yani karşı olduğu her ne varsa hepsine şiddetle saldırır. İyilerin tek varoluş koşulu yalandır, aslında gerçeği her ne pahasına olursa olsun görmeyi reddetmektir. İyiler hiçbir zaman doğruyu söylemezler, onlar insanlığa yanlış güvenlikler öğrettiler. Hepimiz onların yalanları içine doğduğumuz için, tüm insanlık baştan sona yalana boğuldu. Bu yüzden diyor Nıetzsche, ‘Bu dünyaya kara çalanların ne denli zararı dokunsa da, zararların en zararlısıdır iyilerin zararları.’ Tanrı kavramının içinde yaşama karşıt olan herşey birlik olmuştur.
Öte dünya kavramı, varolan biricik yaşamın değerini düşürmek, yaşamımız için bir tek ödev bile bırakmamak için; Ruh kavramı, bedeni hor görmek, yaşamda öenmli her ne varsa onu umursamamak için; Günah kavramı içgüleri saptırmak, onlara karşı güvensizliği bizde yaradılış haline getirmek için uydurulmuştur diyor NIetzche ve daha bir çok kavramın doğasını ortaya koyuyor. Ama en büyük başarısının Hristıyanlığın töresinin açığa çıkarılması olduğunu, bu töre açığa çıkaraıldıktan sonra artık insanlık tarihinin ikiye bölündüğünü yazıyor: Ondan önce yaşayanlar, ondan sonra yaşayanlar…
Bu söz Nıetzsche için geçerlidir; ona deli diyebiliriz, filozoftan saymayabiliriz, yargılayabiliriz yada yüceltebiliriz. Bu bizim bakış açımıza göre değişir. Ama hiçbirimiz şunu inkar edemeyiz; Düşünce tarihi ikiye ayrılır: Nıetzsche’den önce – Nıetzsche’den sonra. Çünkü Nıetzsche’den sonra felsefe yapmaya çalışan hiçkimse Nıetzsche’nin ortaya koyduğu sorulara cevap vermeden yoluna devam edemez artık.
Ayşegül Sevil