web analytics

Çubuk Gölü’ne gitmeyi uzun süredir planlıyordum. İstanbul’dan yaklaşık 200 kilometre uzaklıkta. Bir heyelan set gölü.  Sünnet Gölü gibi, Sülüklü Göl gibi yıllar önce meydana gelen heyelanlarla oluşan bir göl. Kayabaşı  tepesinden  inen  iri kaya parçaları ve toprak yığınlarının  oldukça  geniş  bir  vadiyi  tıkamasıyla  arkada  kalan  çukurluğa Çubuk dere sularının dolmasıyla   meydana  gelmiş.  15  hektar  genişliğinde  ve  ortalama  olarak  13  m. Derinliğinde bir göl.  Göl  ayağı  Göynük  Çayı’nın  kaynağını  oluşturuyor.  Diğer  bir  ayağı  da  Mudurnu Suyuna  karışıyor. 

Çubuk Gölü’nü genellikle büyük şehirlerden gelen doğa grupları ziyaret ediyor. Sosyal medyada çok sık paylaşılan Çubuk Gölü yeldeğirmenleri fotoğrafları yörenin cazibe merkezi haline dönüşmesine en büyük katkıyı yapıyor kanımca. Gölün sırtlarında beyaz kireç badanalı yeldeğirmenleri hiç şüphesiz birçok kişinin ilgisini çekiyor olmalı. Benim göle ilgi duymamı sağlayan da göl ve yeldeğirmenleri görüntüsü oldu. İstanbul’dan günübirlik gelen doğa ve fotoğraf  grupları göl çevresinde yürüyüş yapıyor, fotoğraf çekiyorlar. Göl kıyısında bulunan çay bahçelerinde dinleniyorlar.

Yeldeğirmenlerinin birkaç asır öncesinden kaldığını zannediyordum. Bunun nedeni de öğrencilik yıllarımızda (70’li yıllar) Bodrum Gümbet’te Ayaz Camping’de çadır kurduğumuzda akşam üstleri Gümbet tepesindeki yeldeğirmeninin bulunduğu yerden günbatımını “Dimitrakopulo” şarabı içerek izlerdik. O yıllarda en ucuz şarap denince akla Çubuk ve Dimitrakopulo şarapları gelirdi. Biz Dimitrakopulo şarabını tercih ederdik. Tadından çok Rumca adı olması bizim tercihimizi etkilerdi. Gümbet’deki yel değirmeni hafızamda çok seçkin bir yer tutar. O yıllarda Ayaz Camping dünyanın dört bir yanından gelen üniversite öğrencilerinin buluşma yeriydi. Genellikle İngiliz, Fransız, Alman  ve Amerikan üniversitelerinde okuyan dünyayı tanımak için otostop yapan gençler orada buluşurdu. Bu gençler Ayaz Camping’ de çadır kurar bütün yazı orada geçirirlerdi. Bodrum o zamanlar daha yapılaşmanın tokadını yememişti. Kampın sahibi Mehmet Ayaz ilginç bir adamdı. Vurgun yemiş bir süngerciydi. Kırık dökük İngilizcesiyle yabancılara dalış hikayeleri anlatır, arada Rumca şarkılar söyle, ısrar eden olursa  köhne kayığıyla  balık, ahtapot avına çıkardı. Dediklerine göre hiç eli boş dönmezmiş.  O zamanlar balık da boldu ahtapot da. Aç gözlü endüstriyel balıkçılar yoktu. Bugün bizim kıyılarda balık yoksa suçlusu bu fukara balıkçı  numarası yapan aç gözlü balık tüccarlarıdır. Bunlar denizlerin dibini tarayarak ne var ne yok çıkaran vicdansız balık simsarlarıdır.

 Akşam olunca çardak altında mangal yakılır, balıklar pişirilir törenle ahtapotun taşlara vurarak nasıl hazırlandığı gösterilirdi. Rakı ve şarap o zamanlar ucuzdu. Yabancılara rakı ikram edilir sarhoş olanlara gülünmezdi.  Biz Dimitrakopulo şarabımızı açar çardakta yerimizi alırdık. İstanbul Güzel Sanatlar fakültesinden öğrenciler ve öğretmenler de orada kalırdı. Sanat, felsefe  üzerine tartışmalar yapılır yeni dostluklar kurulurdu. Birisi gitar çalar sonra birisi saz çalar hep birlikte türkü söylenirdi. Aşık Daimi’nin “Bu da gelir, bu da geçer ağlama” en sık söylenen türküydü. Türkiye’de faşizmin demir yumruğunun başımıza inmesinden bir iki yıl önceydi. Yavaş yavaş dünyaya açılan bir Türkiye vardı. Batı  destekli detant  rejimi sallanıyordu. Sağcı siyasetçiler  bile liberalizmden söz ediyordu. Liberal fikirler siyasallaşıyordu. Din tacirleri, yobazlar, gözü dönmüş kapitalizm  güç kaybediyordu. Aydınlıklara açılan kapılar herkese umut veriyordu. Doğu ile batı yavaş yavaş iç içe geçiyordu. Batılılaşma aşısı tutuyor, kültürel sentez sanki orada Ayaz Camping’de gerçekleşiyor gibiydi.  

 Biraz da bu nedenle sosyal medya paylaşımlarında  Çubuk Gölünü ve yeldeğirmenlerini gördükçe oralara gidip  fotoğraflarını çekmek bende güçlü bir istek haline geldi. Sanki orada eski Gümbet Ayaz Camping günlerimi bulacaktım. Fotoğraflardan gördüğüm kadarıyla gölün güney yamacında 6 ya da 7 adet yel değirmeni vardı.  

Çubuk Gölü, Göynük yolu üzerinde Dereköy ve Çubuk köyleri istikametine dönülerek ulaşılıyor. Gölün denizden yüksekliği 1150 metre. Kış aylarında karlı manzaraları görülmeye değermiş.  Güney yamacındaki 7 adet yel değirmeni  2005 yılında  bir dizi film için dekor olarak inşa edilmiş. Aslında işlevsel değil ama görüntüde yeldeğirmeni imajı sağlanmak istenmiş. Diziler yeterli izleyici sayısına ulaşmayınca da proje iptal edilmiş. Bu TV dizi furyası 90’lı yıllarda Meksika ve Brezilya dizileriyle başladı. Klasik “fakir kız zengin oğlan” senaryoları kentli orta sınıfın akşam eğlencesi oldu. Dizi saatlerinde sokaklar boşaldı, gündem dizi oyuncuları ve kötü kayınvalide, zavallı masum kız etrafında dönmeye başladı. Medya da, siyaset dünyası da bu işe şaştı kaldı. Hint filmi “Avaremu” dan bu yana böyle kitlesel ilgi görülmemişti. Gündemi böylesine değiştirebilen güce sahip olan dizilerin dönemi başladı. Kamuoyunu böylesine etkileyen dizileri keşfeden uyanık siyaset tüccarları TV dizi piyasasından “soap opera” tabir edilen ev kadınlarına yönelik romantik dizileri ithal etmeye başladılar. Orta sınıf önlerine gelen bu bedava eğlenceye dört elle sarıldı. 80’li, 90’lı yıllar yabancı dizi furyalarıyla geçti. Evren cuntası, idamlar, işkenceler, yolsuzluklar, rüşvet, faili meçhuller kimsenin umurunda değildi artık. Evren’in faşist  anayasası % 98 oranıyla “reaya” tarafından kabul edildi. Halk diziler sayesinde “Reaya” rolüne tekrar geri döndü. Asker ve reaya denklemini yeniden kuran Evren ve ardından gelen Özal  tarikatlara  yol verdi. Azılı cumhuriyet düşmanı din tacirleri Özal döneminde devlet kadrolarına sızmaya başladılar. ABD’deki Evangelist siyasi akımlar Özal’la kol kola reformlara giriştiler. 2 binli yıllara gelindiğinde   Özal’ın el verdiği karşı devrim kadroları Gülen cephesine transfer oldular. Özel TV kanalları dini yayınlar yapmaya başladılar. Dini ve sosyal içerikli dizi senaryoları yazıldı. Yerli dizi furyası da böylelikle başlamış oldu. İşte Çubuk Gölü’ne dekor olarak yapılan yedi yel değirmeni de bu furyada ortaya çıktı. Reaya bu diziyi tutmadı. Bu kez yeldeğirmenleri için yeni bir dizi çektiler. O da tutmadı. Yeldeğirmenleri sahipsiz kaldı.     

Zaman içerisinde yel değirmeni yapıları harabe haline dönüşmüş. Gidip yakından gördüğümde bir sahne dekoru gibi, bir maket gibi yapıldıklarını gördüm. Ne yazık ki bu yörenin cazibe merkezi haline gelmesine sebep olan bu yapılara sahip çıkan yok. Oysa bu yeldeğirmenleri bölgedeki 126 göl arasında kimsenin varlığından haberdar olmadığı Çubuk Gölü’nü ortaya çıkarmıştı.  

Gölün kıyısında bulunan Çubuk Gölü sakinlerinin yaşadığı bölgeye “Gölbaşı” deniyor. Burada oturanlar geniş çapta göl suyunu kullanarak tarım yapıyorlar. Pompalar hiç durmaksızın çalışıyor. Gölün turistik değerinin farkında olanların  beklentisi yeldeğirmenlerine devletin sahip çıkması doğrultusunda. İzcilik federasyonu bir girişimde bulunmuş; yapılardan birini restore etmiş ama sanırım sonuç alınamamış.

Biz tepelere çıktık restore edilen yapıyı da gördük. Kahverengi tuğla benzeri bir malzeme kullanmışlar. Diğer yapılarla hiç uyumlu olmamış. Çok kötü bir restorasyon yapılmış. Oysa kireç badanalı otantik yeldeğirmeni mimarisi dikkate alınsaydı çok daha iyi bir sonuç alınabilirdi. Büyük bir olasılıkla bu restorasyonu gerçekleştiren kişi genel çizgiyi dikkate almadı. Oysa Göynük kent olarak eski Osmanlı yapılarını restore etme konusunda çok başarılı.

Türkiye’de yöre insanları inisiyatif almıyorlar. Örneğin o çay bahçeleri, kafeler, restoranlar ve pansiyonlar gelen turistlere hizmet veriyorlar ama o yeldeğirmenlerini tamir etmek için örgütlenemiyorlar. Boyunlarını büküp belediyenin ya da devletin el atmasını bekliyorlar. Bu da devletin ektiği korku bulutlarından kaynaklanıyor. İnsanlar inisiyatif almayı bilmiyorlar. Örgütlenmeler ise günümüzde  siyasi olarak algılanıp şiddetle cezalandırılıyor.

Göl çevresi maalesef çöp atıklarıyla dolu. Kamusal bir hizmet gözümüze çarpmadı. Fotoğraf çektiğim bir yerde fosseptik kokuları dayanılmaz haldeydi. Acaba köyün kanalizasyonu ne durumda bilmiyorum. Arıtma var mı, yok mu? Gölün suyu ne kadar koli basili taşıyor? Analiz ediliyor mu? Bilmiyoruz.

Çubuk gölü ve yeldeğirmenleri özellikle akşamüstü saatlerinde iyi ışık alıyor. Göl ve yeldeğirmenleri gün batımında ve gün doğumunda konumu itibariyle iyi fotoğraf veriyor. Sanırım sonbahar ve kış fotoğrafları da çok güzel olabilir. Göl kıyısında varsa pansiyonlarda yoksa Göynük’de  kalıp ya da kamp yaparak bölgeyi ve göl çevresini daha iyi tanıma fırsatı bulunabilir. Birkaç saat süren Çubuk Gölü ziyaretimizde çektiğim fotoğraflarla yetinmek zorunda kalıyorum. Tam istediğim fotoğrafları çekemediğim için hayıflanıyorum.  

Çubuk Gölü

Post navigation